Anasayfa Makale Seküler İktisat ile İslam İktisadının Farkları

Seküler İktisat ile İslam İktisadının Farkları

by

1. Fark

Birinci fark insan modelidir. İktisat ilminin esası iktisat teorisidir. Teoride iktisadi davranışlardaki illiyet rabıtalarına dayanılarak iktisadi kanunlar bulunur. Sebep-netice münasebetleri araştırılır. Gerek kapitalizmin, gerek marksizmin temeli olan Batı ekonomi teorisinde düşünülen insan modeli “iktisadi adam”dır. Bu adam tipi batının rönesansla başlayan, rasyonalist, akılcı, seküler ortamı içinde ortaya çıkan, robot gibi işleyen attığı her adımda, menfaatini maksimize etmek isteyen insan modelidir.

(Homo economicus) İslam iktisadındaki model ise “müslüman insan” modelidir. Müslüman insan, İslami modele sahip olan bir toplumun insanıdır. Bu toplum düzeninin insanı, temelini İslam’ın prensiplerine dayandıran ve muhtevasını eşitlik, hürriyet, kardeşlik, adalet ve ittihad ilkelerinin teşkil ettiği İslam’ın sosyal dünya görüşü içinde yetişen insandır. Bu Peygamberimiz (sav) gibi Cenab-ı Hakkın, uğruna Kâinatı yarattığı, eşref-i mahlukât ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insandır. Bu insanın yaratıcısının kendisine bu dünyada nasıl davranmak gerektiği hakkındaki kaideler düzenine göre yaşaması lazımdır. Buna her dinde şeriat denir ve şeriat o dinin vaz ettiği kaideler manzumesidir. Mesela Hz. Musa’nın (as) şeriatı, Hz. İsa’nın (as) ve Hz. Muhammed’in (sav) şeriatı gibi. Kavramlar çok önemlidir. Bugün İslam dünyasındaki en önemli karmaşa mefhumlar hususundaki kargaşadır; bu da bilerek yapılmıştır. Meselâ, bugün ülkemizde yapılan İslam aleyhtarı kampanyanın ortaya çıkarttığı, en başarılı sonuç, “İslam”, mefhumu ile “şeriat” mefhumunu birbirinden ayırmak olmuştur. Adama sorarsınız, “Şeriata karşıyım; ama elhamdülillah, Müslümanım” der. İslam ile şeriatın iç içe olduğunun farkında değildir. Çünkü kendisine, bu iki kavramı farklı şeyler gibi göstermişlerdir.

Cenab-ı Hak Kur’an’ında şöyle diyor: “İşte bu kitap ki doğruluğunda şüphe yoktur, inanları kötülüklerden korumak için yol göstericidir” (Bakara, 2/2). Esasında “din” dediğimiz nedir? Din Cenab-ı Hakkın insanlara sadece ahiret için değil bu dünya için gönderdiği kaideler manzumesidir. Allah bizi yaratıp bu dünyaya salmıştır; burası bir imtihan dünyasıdır, bize ”Şöyle davranırsanız; size verdiğim nefsin kötülüklerine karşı kendinizi koruyabilirsiniz; korumak için size gönderdiğim kaidelere sıkı sıkıya sarılırsanız ahiretiniz de, dünyanız da mamur olur. Dünyada refaha, Ahirette felaha (kurtuluşa) ulaşırsınız.” demektedir. Yani kurtuluşa eren insan refaha ulaşacaktır. Kurtuluşa eremeyen insan dünyada refahı da bulamayacaktır. Bu müminler için gösterilen yoldur. Fakat Cenab-ı Hak; sadece dünyayı isteyenlere dünyayı veririz, artık onların Ahirette başka talepleri yoktur. Artık başka talep hakları olmasın diye, onlara istedikleri dünya verilmiştir. Ama müminlere, hem dünyayı hem ahireti isteyin diyor. “Yarabbim bize hem dünyada hem de ahirette hayırlısını ver.” diyen mümin kuluna Allah her ikisini de verir. Şu halde müslüman insanın seküler “iktisadi adamdan” birinci farkı, müminin hem dünyayı, hem de ahireti birlikte istemesi, yani dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışırken ahiret için her an ölüme hazır bulundurması, yani muhasebeci diliyle defter-i amalini (amel defterini) her an ajür (hesap verebilir) halde tutması; yani defterini kontrole hazır hale getirmesidir. “Böyle bir Müslüman Allah’ın emirlerine göre nasıl davranmalıdır?” Sorusuna verilecek cevap önce Allah’ın emirlerini bilmesi gerektiğidir. Elhamdülillah müslümanım diyen insan, müslümanlığın ne olduğunu bilmiyorsa onun müslüman gibi davranmasını bekliyemeyiz. İslamın şartları bellidir. Onlar, Savmun-salat, Haccı, zekât ve kelime-i şahadettir. Kelime-i şahadetle imanın şartlarına göre inanmak gerekir. O da amentüde yazılı olanlardır. Orada birçok şey arasında “Allah’ın kitaplarına da inandık” diyoruz. Kur’an-ı Kerim Allah’ın kitabı olduğu, halde Kur’an’ın getirdiği hükümlere bu şeriattır deyip inanmazsak imanımız eksik kalmış olur. Şu halde, önce insanın imanın ve İslam’ın şartlarını yerine getirmesi lazımdır. Onun da yerine gelmesi için onları bilmesi gerekir. Onun için Kur’an’ı Kerim “ikra” (oku) kelimesiyle başlamıştır. Allah kullarına oku diyor. “(İkra) Oku ki beni anlıyasın” diyor. Yunus’un dediği gibi, marifet kişinin kendini bilmesidir. Hem kendini, hem yaradanını bilmesi için okuması lazımdır. Şu halde imanın arkasından bilgi gelecektir. Bu sebeple müslüman çocuğunu eğitmeye mecburdur. Seküler eğitim sosyolojisinde çocuğu rüşt çağına kadar serbest, bırakalım yolunu, dinini kendi seçsin deniyor. Bu İslam’a göre yanlıştır. Ebeveynin görevi, çocuğa Allah’ın emirlerini ve yaşama metot ve kaidelerini öğretmektir. Çocuk bunu öğrenecek ki, Müslüman gibi davranmasını bilsin. İşte Müslümanların Müslüman gibi davranmayı unutması, Müslümanlığı öğrenemeyişlerindendir. Şu halde önce iman edeceğiz, sonra da İşlemi öğreneceğiz. İslam’ın bütünü içinde iktisadî saha ile ilgili kaidelerini de öğreneceğiz.

Üçüncü kademe de ise inandığımız ve öğrendiğimiz şeyleri uygulayacağız. Bu en zor safhadır, çünkü bu safhada nefsimizle mücadele söz konusudur. Buna cihad-ı ekber denir. Bu, doğuştan mezara kadar süren nefsi emmare ile mücadele safhasıdır. Nefsi tam halim olmanın sonu yoktur; bu insanı veli mertebesine götüren yoldur. Bu yoldaki gelişme insanın takva derecesini gösterir. Allah diyor ki: “Bugün dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslam’ı seçtim” (Maide, 5/3). Böylece Allah Kâinatın yaratılışından bu yana muhtelif peygamberleriyle insanlara yol gösterici olarak gönderdiği kaideler düzenini Kur’an ile tamamladığını ve insanlara ona göre hareket etmelerini bildirmektedir. Şu halde bu müslüman insanı yetiştirebildiğimiz ölçüde İslam iktisadı uygulanabilecektir. İslam iktisadı sistemi hâkim olabildiği ölçüde de serbest pazar ekonomisinde dengeler sağlanabilecektir. Müslüman gibi davranmayan insanların elinde, müslüman gibi yaşamayan toplumların yapısında İslam iktisadının uygulanması güçtür. Müesseseler kurulsa bile bunların dişlileri, çarkları birbiriyle sürtüşür, pürüzsüz işlemez. Serbest pazar ekonomisinde de dengeler sağlanamaz. Şu anda Suudi Arabistan dâhil bütün İslâm ülkeleri bankaları, sistemleri, faizleri ile birlikte gayri İslami bir iktisadi model içinde yaşamaktadır. Zekât ve faizsiz banka gibi müesseseleri bu ortama, yerleştirmeye kalksak uyum tam olmuyor. Çünkü hem müslüman insan modeli tam olarak yok, hem de toplum İslami şekilde düzenlenmemiş, insanlar müslüman gibi motive olamıyor, müesseseler İslami esaslar içinde çalışamıyor. İslami bir eğitime tabi tutulmazsa, müslüman insan, yaratılışında mevcut olan nefsine bağlılık ve mala düşkünlük ile cimrilik, egoistlik gibi özellikleri sebebiyle iktisadi adam gibi davranmaya mütemayildir. Meşhur atasözümüze göre, “Mal, canın yongasıdır.” Yani iktisadi adam tipinin doğru tarafı vardır, insan, insiyaklarıyla harekette serbest bırakılırsa, iktisadi adam gibi davranır ve “birbirinin kurdu olur.” Fakat insanı hayvandan ayıran tarafı, insanın din, ahlak, iman dediğimiz yönleridir. İnsanın fıtratında hem şeytan, hem melek sıfatı vardır. İnsan davranışlarıyla «bazen o hale düşer ki, Şeytan, “Yarabbi beni iyi kibir insan yaratmadın”, diye şükreder; bazen de insan o derece yükselir ki, melekler, “insan yaratılmadıklarına hayıflanırmış.” İnsan melekten üstün ve şeytandan beter olabilecek vasıflarıyla iki uç arasında gidip gelen bir mahlûktur. Problem de, İslami yaşamanın zorluğu da buradadır. “İnnema’l-a’malü binniyat” dendiği üzere ameller niyetlere bağlıdır. Kalbi temiz tutmak, bunun içinde devamlı eksersiz yapmak lazımdır. İmanımız olmasına rağmen devamlı bir meddü cezir içinde yaşıyoruz. Çünkü tabii insiyaklarımız ve nefsimiz bizi daima kötülüğe doğru teşvik edebilir. Onu biz eğitim, terbiye, ahlak ve iman ile zikir ve ibadet ve iyi amellerle etrafımızda iyi bir çevre oluşturarak kendimizi bu tehlikeden koruyabiliriz. İyi bir çevre insan için bir kale oluşturur ve kötülükler o kaleye giremez olur. Zira insan telkine tabi mahlûktur.

2. Fark

İkinci fark, seküler piyasa modeli lâ-ahlakidir. İslam iktisadı ahlakidir. Seküler iktisat teorisi gayri ahlaki olduğundan, ahlaki kaygılar dikkate alınmadan teoriler, muhakemeler yürütülür. Çünkü ele, alınan insan modeli ahlaki kaygılardan arındırılmış, iktisadi adam modelidir. İslam iktisadı ise Cenab-ı Hakkın gösterdiği ahlaki prensiplere dayanır. Bunların başlıcaları şunlardır;
a) İnsanlar Allah’a kulluk için yaratılmıştır.
b) Bütün müminler kardeştir.
c) Maddi imkân ve vasıtalar, insanı Allah’tan ve onun yolundan uzaklaştırmamalı, bilakis kulluk hedefine ulaşmak için birer vasıta olmalıdır.
d) Fani olan, bu imtihan dünyası sonunda, ahiret denen ebedi hayatta insanlar bu dünyadaki bütün amelleriyle birlikte iktisadi faaliyetlerinden hesaba çekileceklerdir. Bu sebeple insanlararası münasebetlerde akde ve ahde vefa, emanete riayet, diğergamlık gibi ahlaki prensipler esas alınmalıdır. Kul hakkı yenmemelidir, çünkü Allah kul hakkını affetmez.

3. Fark

Üçüncü fark, seküler modelin objektif olup, değer hükümlerine dayalı olmadığı iddiasıdır. Seküler iktisat ön değer hükümleri olmadığını, pozitif olduğunu beyan eder. Hâlbuki insanın çevresinden soyutlanması mümkün değildir.İlim adamı da bu tesirden kendini kurtaramaz. İslam iktisadı ise değer hükümlerine bağlı olduğunu açıkça ifade eder. İslam iktisadı, Yaradan’ımızın bize tavsiye ettiği değer hükümlerine bağlılığını samimiyetle kabul eder. İslam iktisadının hem pozitif, hem de normatif kaideleri vardır. Yani İslam iktisadı hem pozitif yönüyle insanın iktisadi davranışlarını ve iktisadi olayları inceler, hem de Allah’ın gösterdiği kıymet hükümlerini, yani NAS’ları bildirerek, olması gerekeni belirtir. Bu hususlarda normatif kaideler vaaz eder. Özet olarak, İslam iktisadı ahlakidir, kıymet hükümlerine dayanır. Hem pozitif, hem de normatif yönü vardır.
4. Fark

Dördüncü fark, Batı modeli insan yapısıdır, akılla geliştirilmiştir. Bu sebeple değişkendir. Tenkitle gelişmesi, gelişme süreci bakımından faydalı, fakat daima yeniden tenkide açık olması itibariyle mahzurludur. İslam iktisadının temel kaideleri ise Allah yapısıdır. İlahi prensiplere dayalıdır. Motivasyonlarımızı, içgüdülerimizi, davranışlarımızı, fonksiyonlarımızı o ilahi emirlerle irtibat halinde tutmanın yollarını aramak mecburiyetindeyiz.

Batı modeli, bir yanda mutlak bırakınız yapsınlar (laissez-faire) esasına dayalı liberal ekonomi ile, diğer yanda mutlak bir kolektivist güdümlü, ekonomi modeli ile iki ekstrem (uç) arasında çeşitli ara modeller sergilemektedir. İslam iktisadı ise mutlak bir laissez-faire modelini kabul etmediği gibi, mutlak bir güdümlü otoriter veya kolektivist modeli de reddeder. İslam ekonomik modeli müslüman insanların oluşturduğu toplumda, Müslüman bir yönetim içinde, sosyal ve ahlaki normlara dayalı toplumun refahını hedef alan bir Pazar ekonomisidir. İslam iktisadı modeli her türlü aşırılıktan uzak dengeli bir toplum idealini hedef alan gerçekçi bir modeldir.

5. Fark

Beşinci fark, seküler modelde, iktisadî adamın mutlak üstünlüğü vardır. Yani fert kendi menfaatini sağlamak için davranışlarını düzenleyeceğine göre, bunu sağlamada mutlak serbestliğe sahiptir. Her ne pahasına olursa olsun, her ne şekilde olursa olsun helal, haram, meşru, gayri meşru her yoldan iktisadi menfaatini maksimize etmeğe çalışacaktır. Tıpkı siyasetteki Makyavelizm gibi, çünkü davranışları meta-ekonomik prensiplerle sınırlı ve mukayyet değildir. Hâlbuki İslam İktisadında ferdi menfaatler sosyal denge ile sınırlanmıştır. Mesela Kapitalist sistem dünya görüşüdür, burada devamlı büyümeye çalışan büyümenin sonu olmayan bir müteşebbis tipi bir insan modeli söz konusudur. Kapitalist sistemin hem başarısı hem de kusuru burada yatar. Bu sonu olmayan bir koşu gibidir. Devamlı bir iktisadi büyüme ile ekonomik sosyal denge bozulması ortaya çıkar.

6. Fark

Altıncı fark, Batı modelinde, teoride ferdi menfaatle toplumun menfaati arasında bir ayniyet olduğu farz edilmiştir. Kapitalizm daha ziyade Protestanlık ile birlikte gelişmiştir. Bu görüşte puritan Protestan ahlakının tesiri vardır. Kapitalizmin doğuşunda, rasyonel adam tipi kadar kuzey yarım küresinde gelişen Protestan ahlakının tesiri olduğu hem Alman Max Weber hem de İngiliz Tawery tarafından belirtilmiştir. ABD’de kapitalizmin öncüsü olan bu puritan protestanlar dindardır. Bugünlerde Batılılar tarafından müslümanlara “fundamentalist” (kökten dinci) denişi gibi puritan protestanlar da Hristiyan fundamentalistlerdir. Yani dindar ve ahlaklı insanlardır. 18. asırda Amerikan hayatı ile ilgili bir kitapta, halkın dini ölçülere uyduğu ve “dinimize göre yaşamak için buraya geldik” dedikleri görülür. Anglosaksonların gelişmesinde puritan ahlak düzeni öncülük yapmıştır. Kapitalizmin ilk müteşebbis tipleri dindardır. “Hz. İsa’nın, şeriatında iktisadi kaideler yoktur. Ama ahlaki kaideler vardır. Puritanlar bu, ahlaki prensiplere uymuşlar ve Protestanlık onların elinde gelişmiştir. Bilahare bu durum değişip, seküler ahlak sistemine dönüşünce kapitalizm yozlaşmıştır. Puritan ahlak sisteminde zengin insan akıllı insandır. Akıllı insan kendi zengin olduğu gibi topluma da faydalı olur. Ferdi menfaatle toplum menfaati arasında bir ayniyet ve denge olduğu kabul edilir. Zamanla müteşebbisler bu puritan ahlak çizgisinden uzaklaşınca zenginin menfaati ile toplum menfaati arasında çatışmalar başlamıştır. Bu sistemde ferdi menfaati ön plana alıp toplumun menfaati geri plana alınınca dengeler bozulmaktadır. Thomas Carlyle’in tabiriyle “19. asır Avrupası dev gibi bir iktisadi ve teknolojik gelişmenin beraberinde dev gibi sefaleti birlikte sürüklediği bir çağdır. Carlyle insanlık tarihinde her branştan bir kahraman seçer, Peygamberler içinde de Hz. Muhammed’i (sav) seçer ve onun şahsında İslam’ı öyle güzel anlatır ki (Allahu alem) müslüman gibi görünür.” Bu puritan ahlak çizgisinden uzaklaşınca, çocukların maden ocaklarında çalıştırılması, 18 saatlik mesai vs. gibi gayri insanî çalışma, şartları sonunda sosyalist sistemi hazırlayan ortam oluşmuştur. Bu dönem tek yönlü ve tek yanlı bir kalkınma dönemidir. İktisadi ve teknik gelişme yanında manevi ve ahlaki gelişme ihmal edilmiştir. İngiltere’de üç şeyin girmediği semtlerin ortaya çıkması bu devirde olmuştur. Bu üç şeyi, güneşin, kanunun ve Allah korkusunun girmediği “slum” denilen gecekondu semtleridir. Batı toplumunda bu sebeple fakirlik ile dinsizlik beraber gelişmiştir. Allah’a karşı isyan, Allah’tan uzaklaşma ve fakirlik sefaletle birlikte artmıştır. Zenginler ve entelektüeller ise mevcut maddi ve manevi değerleri muhafaza etmeğe çalıştıklarından “muhafazakâr” diye adlandırılmışlardır. Sosyalizm fakir semtlerde gelişirken fakirler ve okumamışlar ise Proleterya olarak mevcut değerlere karşı çıkıp reaksiyoner olmuşlardır. Kilise, ordu, sermaye üçlüsü ise muhafazakâr grubu oluşturmuştur.

Burada şunu belirtmek gerekir ki İslam dünyasında bu şablonun tam tersi görülür. Okumuşlar ve zenginler, yani sermaye, aydın ve ordu üçü bir arada dine karşı veya bigâne kalmışlardır. Çünkü zihnen Batı eğitimiyle yetişmişler ve fakat batıyı batılı yapan ana değerlerini temel ve esasını yakalayamadıkları için batılı olmak yerine batıcı olmuşlardır. Batının sosyo-kültürel temellerini anlayamamış, geri döndüklerinde orada satıhta gördüklerini ülkelerine taşımışlar, dini ve milli inançları zayıflamıştır. Yani Japonların yaptığını yapamamışlar, Batının rasyonel davranış metodlarını benimseyerek kültürel kimliklerini muhafaza etme başarısını gösterememişlerdir. Bizde kullanılan “sağ-sol” kavramları Batı kavramları olup bizim yapımıza uymaz. Mesela İstanbul’da en zengin lüks semtler olan Moda ve Şişli’de seçimlerde sosyalist partiler kazanır, buna mukabil Gaziosmanpaşa vs. gibi fakir semtlerde ise muhafazakâr partiler başarılı olur. Sebep şudur? Zengin semtlerdeki insanlar, dini ve kültürel bakımdan toplumda mevcut değerlere karşıdır. Bu sebeple manevi ve kültürel değerleri yıkmak isteyen devrimci partileri desteklerler. Buna mukabil maddi sahada, servetlerini muhafaza sadedinde muhafazakâr olurlar. Yani bu zengin gruplar maddi sahada muhafazakâr, manevi sahada devrimci olmaktadır. Fakir insanlar ise dini reaksiyon ve kültürel bakımdan muhafazakâr oluyor, madde sahasında ise devrimci olmaları gerekirken, manevi saha ağır bastığı için muhafazakâr partilere meyletmektedir. Dolayısıyla sağ-sol kavramlarını İslam dünyasında Batıdaki muhtevasıyla kullanmamak lazımdır.Başka tabirler bulmak gerekir. Özetlersek Batı toplumunda ferdi menfaatle, toplum menfaati beraber olduğu düşünüldüğü halde İslam iktisadında ferdi menfaatle toplum menfaatinin ilahi prensiplere bağlı olarak dengelenmesi asası getirilmiştir. Yani, ferdi menfaatleri ilahi prensiplere uygun olarak toplum menfaati lehine dengelemek söz konusudur. İslam iktisadında ne devletin, ne de ferdin mutlak hâkimiyeti söz konusudur. Her ikisinin de ilahi prensiplere göre, fonksiyonlarını yerine getirmesi mevzubahistir. İkisi de bağımsız ve müstakil değildir, fert nefsinin istikametinde, devlet otoritesi dünyevi kudreti istikametinde elindeki gücü sonuna kadar karşı tarafın zararına olacak şekilde, kullanmağa yetkili değildir. İki taraf mevcut imkânlarını, ilahi prensiplere göre sınırlamak durumundadır. Bu sebeple Osmanlı döneminde fetva sistemi ortaya çıkmıştır. Dünyevi gücü elinde tutan, ilahi prensiple kendini sınırlar. Burada bir nokta daha ortaya çıkar, o da İslam’da demokrasinin var olup olmaması meselesidir. Bu sualin cevabı demokrasinin tarifine bağlıdır.

Dünyadaki düzenleri üçe bölebiliriz.
a) İktisadi ve siyasi kudretin bir elde birikmesi hali,
b) İktisadi ve siyasi kudretin tecezzi etmesi, bölünmesi hali,
c) İktisadi ve siyasi kudretin muhtelif gruplar arasında dağılması hali.

Eğer bir toplumda iktisadi, siyasi ve hukuki kudret bir elde birikirse buna otoriter rejim denir. Bu güç tek parti, tek şahıs, tek grup, asker veya sivil iktidarı olabilir. Eğer bu kudreti elinde bulunduran grup veya şahıslar, ilahi prensiplere göre düzenlenmiş bir toplumda hükmetmiyorlarsa, insan eliyle düzenlenmiş seküler bir dünyevi kudreti temsil ediyorlarsa, ellerindeki bu gücü sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdir. Bugünkü düzende çeşitli gelir gruplarının menfaatleri birbiriyle çatışır. Belli bir grubu temsil eden parti veya şahıslar tek başına işbaşında ise onlar kendi menfaati istikametinde davranırlar ve ilahi prensipler de mukayyet olmadıkları için ellerindeki gücü sonuna kadar kullanmak isterler; bu, zulüm olur ve böylece hâkim guruplar diğer gruplara zulmetmiş olurlar. Otoriter rejimlerin kötülüğü buradadır.

Eğer otoriter rejimi beğenmez ve bunun zıddını düşünürsek otoriter rejimin tam karşıtı, iktisadi ve siyasi kudretin toplumun bölünebilen en küçük parçasına dağılmasıdır. Toplumun bölünebilen en küçük parçası da insan olduğuna göre, her insanın kendi başına buyruk olması hali otoriter rejimin karşıtı sayılır ve doktrinde bu duruma anarşizm denir. Anarşizm, toplumda devlet dâhil hiç bir kudreti kabul etmeyen, herkesin kendi başına buyruk olduğu bir halin adıdır; bu görüş düşüncede kalmıştır. Çünkü Cenab-ı Hakkın yarattığı insan fıtraten toplum halinde yaşamak üzere yaratılmıştır. Kimse Robinson misali kendi başına yaşayamaz.

Şu halde insanlar birinci halden memnun kalmamış, ikinci halde mümkün olmayan bir hal tarzı aramışlar ve kudreti gruplar
arasında dengeli olarak dağıtma halini bulmuşlardır. Batı demokrasisi bu görüşe dayanır. Buna göre sosyal, siyasi ve iktisadi kudret, gelir grupları arasında bölüştürülmüştür. Bu suretle hiç bir grup diğerlerine tahakküm edemeyecektir. Bu bölüşümün, mekanizması da şöyle kurulmuştur: Siyasi kudret siyasi partilere bölünür, her parti belirli grupları temsil ederek birbirini kontrol eder. Amaç hiçbirinin diğerlerine zulmetmesine imkân vermemektir. İktisadi sahada ise toplu pazarlık sistemi iktisadi kudreti dağıtan mekanizrna olarak ortaya çıkmıştır. İktisadi sahada özel teşebbüs karşısında sendikalar ortaya çıkarılmıştır. Galbraith’in (1952) (Countervailing power) dediği “mukabil kudretler nazariyesi” bu fikri ifade eder.

Buna göre, kapitalizmde Marksın belirttiği üzere rekabet yerine temerküz meydana gelip tekeller ortaya çıkmaktadır. Fakat bir tekeli bir başka tekel dengelemek suretiyle tekeller arası rekabet ortaya çıkmış, bu durum, dengelerin sağlanmasını temin ederek kapitalizmin Marksın tahmini veçhile çökmesini engellemiştir. Mesela demiryollarında hakim olan bir tekele karşı hava yollarında veya karayollarındaki başka tekellerin ortaya çıkması ulaşımdaki rekabet dengesini sağlamaktadır. Yine, mesela ABD de otobüsçülük sahasında Greyhound şirketi ABD çapında bir tekeldir. Fakat bu tekel havayolu ve demiryolu tekelleriyle rekabet halindedir. Üretimde hâsıl olan sanayi tekellerini, ticaret sahasında ortaya çıkan (chain store) denen zincirleme departman mağazaları tekelleri (Woolworth Kaufhof) gibi dengelemektedir. Bu ticaret zincirinin her vilayette mağazaları vardır. Buna karşı sendikalar bu ticari ve sınai tekelleri dengelemektedir. Bu durum batıda hâkim olan, maddi güce dayalı kudretler dengesini sağlamış olur. İslam iktisadında ise durum şöyledir. Dünyevi kudret imamda (lider) toplanır. Çok parti sistemi yoktur, çünkü tek doktrin ve ideoloji vardır, o da İslam’dır. Dünya görüşü tektir, o da Allah’ın görüşüdür. Herkesin görevi Allah’ın nizamını uygulamaktır. Seçim ancak şahıs veya grup, aile, kabile vs. için yapılır. Dünyevi gücü elinde bulunduran kim olursa olsun, bu gücü nefsinin arzusu istikametinde kullanamaz. O gücü ilahi prensiplere uygun kullanmak zorundadır. Fetva makamının fonksiyonu budur. Böylece İslam’da dünyevi kudret ilahi kudretle kontrol edilmektedir. Demokrasi eğer bir kontrol mekanizması ise bu manada bir demokrasi İslam’da vardır. Yani dünyevi güç kontrolsüz değildir. Kontrol vardır.

Şu farkla ki, bir dünyevi gücü bir başka dünyevi gücün kontrolü yerine, dünyevi gücün tamamı ilahi kudret tarafından kontrol edilmektedir ve edilebildiği ölçüde İslami demokratik devlet sistemi var demektir. Bu, hakiki demokrasidir. Böyle bir toplumda fert ve devlet İslam’ın prensiplerini birlikte uygulamakla mükelleftir. Hiçbiri, kendi nefsi ve dünyevi istikametinde ilanihaye bağımsız ve serbest değildir. Altıncı farkın, yani fert-toplum arasındaki kudret dengesinin özelliği işte budur.

7. Fark

Yedinci fark, Batı modelinde akıl esas alınmıştır. Rasyonalizasyon dediğimiz şey budur. Bütün ölçüler akla ve ilme dayandırılmıştır. İlim aklın eseridir. İslam iktisadında akla tabii ki önem verilir. Zira insanın eşrefü’l mahlûkat oluşu akıl sayesindedir. Mahlûkat içinde sadece insan yaptıklarından dolayı Allah’a karşı sorumludur. Çünkü sorumluluğu doğuran, onun akıl sahibi oluşudur. Bu sebeple akli dengesi bozuk olan insanın sorumluluğu da yoktur. Fakat İslam’da akıl putlaştırılmaz, çünkü bize aklı veren de Allah’tır. Bu sebeple aklın üzerinde Allah’ın varlığı, birliği, tevhid akidesi, vahdaniyet prensibi gelir. Zira bize aklı veren Allah’ın, aklımıza hitaben bize ilettiği bazı temel prensipler, ilahi göstergeler, vardır. İslam’da bu göstergelerin ışığında aklın üstünlüğü ve serbestliği söz konusudur. Bu sebeple, İslam dini itikatta akli değil, naklidir, fakat akla muğayir değildir. İslam dininin prensipleri bir insan veya insanlar tarafından akılla bulunmuş değildir. İslam kaideleri Peygamberimizin karihasından çıkmış değildir.

Bu sebeple İslam’a “Muhammedenism” demek yanlıştır. İslam, Allah’ın dinidir. İman eden, Allah dediği için iman eder, yoksa akılla doğruluğunu ölçtüğü için iman etmez. Ama iman ettikten sonra incelemelidir. Allah insana “Akıl verdim, düşün ve araştır” diye buyurmaktadır. İnsan, Allah’ın her emri üzerinde düşünüp araştırırsa akli delillerini bulur. İslam iktisadında temel ölçü akıl değil, imandır. O da Tevhid akidesidir. Allah’ın birliğine ve vahdaniyetine inanmaktır. İslam iktisadında bütün nizam, hayatın iktisadi, sosyal-siyasi, hukuki her safhası, insanın her davranışı tek bir fikri müdire (idareye) dayanır. O da Allah’ın birliği ve Allah’ın her şeye kadir ve her yerde nazır olduğu ve onun iradesi olmadan hiçbir hareketin meydana gelemeyeceği hususudur. Bu fikre Tevhid akidesi diyoruz. Seküler Batı modelinde ise insan aklı tek kaynak olarak ele alınınca, herkes kendi aklını beğendiğinden, aralarında devamlı mücadele olacaktır. “Ehli küfür, aralarında daima nifak halinde olur; sadece ehli İslam’a karşı birleşirler.” hükmü Kur’an’da belirtilmiştir. Batı, İslam ortadan kalkınca birbiriyle ihtilafa düşer, İslam ortaya çıkarsa ona karşı birleşir. Şu anda da kapitalist-sosyalist gruplar birleşince, istikametlerini İslam’a karşı yöneltmeğe, başlamışlardır.

8. Fark

Sekizinci fark, İslam iktisadı bu özellikleriyle diğer bütün modellerden farklıdır. Fakat İslam iktisadı kendisi İslami çerçevesi içinde bağımsız değildir. İslam’ın bütünü içinde yer alır, bütünden bağımsız değildir. Batıda ilimler birbirinden bağımsız olduğu halde İslam’da bütün ilimleri Tevhid akidesi içinde, dinin bütünü içinde yer alırlar.

9. Fark

Dokuzuncu fark, Batı modelinde üretim, tüketim ve bölüşümde insan unsuru mekanik bir unsur olarak telakki edilmiştir. Üretim faktörleri ayrı ayrı ele alınmış, bunlar matematik bir fonksiyon içinde düşünülmüş, üretim faktörlerinin her biri
bir mekanik zincirin birer halkası olarak kabul edilmiştir. Emek, sermaye, teşebbüs ve tabi kaynaklar olarak belirtilen bu dört faktörün ikisi insanla ilgilidir. Emek ve teşebbüs faktörleri sanki birer mekanik faktör gibi düşünülmüş, emeğin insanı temsil ettiği unutulmuştur. Emek-sermaye münasebetleri incelenirken emek ruhu, gönlü, iç dünyası olan bir insan gibi değil, üretime katılan bir vida gibi düşünülmüştür. İktisadi analizler bu düşünceye göre yapılmıştır.

Hâlbuki İslam’da, insan, eşrefü’l-mahlûkat olarak ele alınmıştır. İnsan yeryüzünde Allah’ın Halifesi olarak mütalaa edilmiş, emek erbabı ile müteşebbisin fonksiyonları İslam’ın prensipleriyle sınırlandırılmıştır. Batı modelinde olduğu gibi işveren,
İslam ekonomisinde işçiye karşı davranışlarında layüs’el (sorumsuz) değildir. Bu sebeple endüstriyel ilişkiler sistemi İslam
iktisadında Batı modelinden farklıdır. Batı modelinde işverenin işçiye karşı layüs’el davranışına mukabil, işçi grev hakkı ve toplu pazarlık mekanizmaları yoluyla maddi güç açısından dengelenmiştir. Bunun da başka yolu yoktur. Batıda maddi kudretler arasında dengeleme sistemi hâkimdir. İslam modelinde maddi kudretleri manevi kudretle dengeleme sistemi esas alınmıştır. Fakat bu hususlar, yani İslam’da endüstri ilişkileri modeli işçi-işveren münasebetleri nasıl olacaktır? gibi konular henüz detayıyla işlenmiş değildir. Bunların incelenmesine ihtiyaç vardır. Teoride bazı fikirler geliştirilmiş olsa da henüz, uygulamaya konmuş değildir.

10. Fark

Batı modelinde İktisadi faaliyetlerde ferdi planda menfaati maksimize etme hedefi vardır. İktisadi insan menfaatini geliştirmek için iktisadi hayatta serbest bırakılmıştır. “Bırakınız yapsınlar” prensibi ve iktisadi liberalizm bu esasa dayanır. Hâlbuki İslam iktisadında menfaati adalete dayandırma ve toplum çerçevesinde sosyal planda hasılayı maksimize etme prensibi uygulanır. Yeni Batı modelinde üretim faktörlerinden her biri faktör gelirini maksimize etmeğe çalıştığı ve ahlaki prensiplere de bağlı olmadığı için aralarında, devamlı bir çatışma vardır. Kapitalist sistem üretimde başarılı olmuş, fakat bölüşümü halledememiştir. Sosyalist sistem ise bölüşümde dengeyi sağlamaya çalışmış, fakat üretimde başarılı olamamıştır. Marksizm’in çöküşünün sebebi üretimde meseleyi çözememesidir. Bunu bizzat kendim müşahede ettim. Marksizm’in çöküşünden iki sene kadar önce idi.

Paris’te Uluslararası Ticaret Odasının Doğu-Batı komitesi toplantısına Türk delegesi olarak katılmıştım. Toplantıda bütün doğu ülkelerinin temsilcileri de hazır bulunuyordu. Dünya Bankası delegeleri de oradaydı. Şunu hayretle müşahede ettim. Dünya Bankası temsilcisi konuşurken Doğu Blokunda üretim teknolojisinin geri olduğunu, Batının bu ülkelere kredi veremediğini ve yatırım yapamadığını, çünkü paralarının başta ruble olmak üzere konvertibil olmadığını beyan etti ve şöyle dedi: “Mesela biz Bulgaristan’a yatırım yapsak, bu yatırımı niçin yaparız? Mamullerimizi Doğu bloku ülkelerine satmak için. Hâlbuki para konvertibil olmayınca biz o malı satamıyoruz; mal orda kalıyor. Bu sebeple yatırım yapamıyoruz. Batının doğu blokuna yatırım yapması ve teknoloji transferi için ilk şart, asgari, Sovyet parası olan rublenin konvertibil hale getirilmesidir. Sonra diğer doğu bloku ülkeleri de bu politikayı takip ederse, Batı bu ülkelere yatırım yapabilir.” Hayretle gördüm ki, Rusya başta, bütün doğu delegeleri bu tenkitleri başları öne eğik kabul ettiler. Doğu bloku ülkelerinin başarısızlıklarını resmen kabul edişlerini ilk defa ve hayretle müşahede ediyordum. Bu hadise ilk defa gerçekleşen Began Gorbaçov görüşmesinden sonra oluyordu. Aradan bir iki yıl geçince o andan itibaren beklenen çöküş süratle geldi. İslam modelinde ise üretim-tüketim dengesi esas alındığı için, ne “consumer sovereignty” denen tüketici hâkimiyeti kabul edilir, ne de üretici hâkimiyeti. Her grubun Allah’ın hâkimiyeti altında adalete dayalı olarak dengeleri sağlaması gerekir. Esasen menfaati peşinde koşan insanın iktisadi davranışlarına getirilen ilahi sınırlamaların fonksiyonu dengeleri sağlayıcı olmasıdır. İslam iktisadında tahlillerin bu çerçeve içinde yapılması icap eder.

  1. Fark

İslam iktisadında adalet tecezzi etmez (bölünmez). Batı modelinde kategorik adalet kavramları geliştirilmiştir. Mesela iktisadi sahada sosyal adaletten bahsedilir. İslam’da böyle tefrikler yapılmaz. Adalet, bir bütün olarak kabul edilir ve hayatın her safhasına uygulanır. Hukuki iktisadi, milletlerarası, vs. her sahada adalet üzere hareket gerekir. “Adalet mülkün temelidir” lafı oradan gelir. Mülk kâinat anlamına gelir. Kâinatın sahibi Allah’tır. Adalet kâinatın varlığının temelidir. Bir söz daha vardır. “Bir devlet küfr ile değil, zulm ile yıkılır” denir. Yani, gayri müslimler de adil hareket ederse devleti yönetirler, fakat zulum başlarsa, orada idare çöker. İslam iktisadının temelinde toplumun bütününe şamil bir adaletin uygulanması yatar. Esas olan Batı modelinde olduğu gibi diğer katmanlardan tecrit edilmiş bir sosyal adaletin sağlanması değildir. İslam’da hedef, tecezzi etmeyen bir adalet kavramının vahdet fikrine dayalı olarak mülkün tamamını içine alan bir uygulamaya ulaşmasıdır.

  1. Fark

Batı modelinde, evvelce belirttiğim gibi; hudutsuz kazanç prensibi hâkimdir, üretimde kârın sınırı yoktur. Üretici rekabet içinde de olsa kârı maksimize etmeğe çalışır. Gerekirse tekelliğe başvurur. Rakibini yok etmeğe çalışır. Spekülasyon, ihtikar, iddihar ve iktinaz, baht oyunu, kumar vb. her türlü vasıtalarla gelirini arttırmak peşindedir. Hâlbuki İslam’da hedef, maksimum kazanç yerine helâl kazançtır. İktisadi hayata helal-haram kavramları getirilir ve kazancın hedefi haramdan kaçınıp helal olacak şekilde ve o sınır içinde kazancı sağlamaktır. Yani İslam’da kâr, meta ekonomik bir sınırla takyit edilmiştir. Sınırsız değildir. Kazancın meşru sahalarda ve helal ölçüler içinde kazanılması gerekir. Bu sebeple İslam her çeşit piyasada tekelleşmeye karşıdır. İslam’da tekel ile birlikte ihtikâr (malı biriktirip saklamak), iktinaz (parayı biriktirip saklamak) men edilmiştir. Spekülasyon, kumar, baht oyunları yasaklanmıştır. İddihar’a zekât yoluyla negatif faiz konmuştur. Böylece, önce faiz gelirinin yasaklanması, ardından ihtikar ve iktinazın men’i yoluyla, paranın üretime şevki teşvik edilmiştir. Hukuki sahada ise bu yönde iki önemli fark görülür. Birincisi akitlerde tarafların dilediği gibi harekette serbest olmamasıdır. İkincisi, hükmi şahsiyetin onu kuran şahısların sorumluluğu dışında tutulmamasıdır. Batı modelinde açıkça men edilmeyen her şey mübah iken, İslam’da açıkça müsaade edilmeyen her şey men edilmiş veya şüphe ile bakılmıştır. Batı modelinde, kazanç için şart olarak ileri sürülen meta-ekonomik bir meşruiyet prensibi yoktur. Alkol de, sigara da, hatta kanun izin verirse uyuşturucu da üretilir ve satılarak kâr edilir. Çünkü seküler iktisatta fayda kavramı lâ-ahlakidir. İnsanın her türlü ihtiyacını karşılayan her türlü mal, insana bir haz verir bir tatmin duygusu sağlar. Buna “fayda kavramı” denir. Burada giderilen ihtiyacın, kullanılan malın meşruiyeti, ahlaki niteliği dikkate alınmaz. Çünkü seküler iktisat la-ahlakidir. Makyavelizm gibi menfaat sağlayacak her türlü vasıta meşrudur. Neticeler, vasıtayı mübah kılar. İslam’da ise üretimi meşru sahalarda yapmak ve helal ölçülerle kâr etmek gerekir. İktisadi fayda, ahlaki ölçülerle sınırlandırılır. Meşru hedeflere meşru yollardan varılır. Ahlaki sınırlamalarla, insanlara konan deruni frenler, kanunun ve polisin giremediği yerlerde fonksiyonlarını icra eder.

  1. Fark

Tüketimde, Batı modelinde her türlü insan ihtiyacını tatmin hedefi görülür. Tüketim gelirin fonksiyonudur. Geliri olanın tüketimini sınırlayıcı bir kaide yoktur. Hâlbuki İslam iktisadında tüketim, sadece gelirin fonksiyonu olmayıp, aynı zamanda meta ekonomik sınırlarla takyit edilmiştir. Kişi geliri olsa da, gayri meşru sahada tüketim yapamaz. Meşru sahalarda da zaruri ihtiyaçtan başlayarak hayatı kolaylaştırıcı ve en sonunda hayatı güzelleştirici ihtiyaçların tatminine yönelir. Bu suretle kaynaklar üretimde talep olan sahalara yöneltileceği için, zaruri ihtiyaçlar karşılanmadan üretim kaynakları daha az mahrem olan sahalara yöneltilmeyecektir. Kanaatimce bugün hâkim olan batı modelinde en önemli yanlışlık kaynakların dağılımında bu sıranın gözetilmemesidir. Bu sebeple büyük ve kalabalık halk yığınlarının zaruri ihtiyacını karşılayacak malların arzı yeterli ölçüde arttırılmadan esasen bozuk olan gelir dağılımı yapısı içinde yüksek gelirli grupların talebine cevap verecek ikinci ve üçüncü derecede önemli hatta haram olan sahalara kaynaklar yatırılmaktadır. Neticede sefaletle sefahat atbaşı yürümektedir. İslam iktisadında önemli olan üretim kaynaklarının ihtiyaç kademelerine göre dağılımını meta-ekonomik prensipleri benimseme suretiyle sağlamaktır. İslam’da sefahat önlendiği için sefalet de önlenmektedir. Tabiatıyla burada teorik modelden söz ediyoruz. Müslüman insan tipi toplumlarda hâkim olduğu ölçüde İslam İktisadı uygulama safhası bulur. Özetlersek İslam’da tüketimde ölçülere uygun davranış, meşruiyet, helal-haram ölçüsü zaruret derecesine gere ihtiyaçların sıralanması ve her kademede meşruiyet içinde israftan kaçınmak suretiyle miktar sınırlaması gerekir. Bu sebeple bizim kültürümüzde, meselâ yere düşmüş bir lokma ekmeği, yerden alıp öpüp kenara koyma âdeti, ekmeğin nimet olarak kabul edilip, israf edilmemesi ve horlanmaması esasına dayanır. Bugün ise bu İslami kültür kaybolduğu için lokantalarda, evlerde tonlarca ekmek ve yemek israf edilip heder olmaktadır. Eskiden İslam iktisat modeli, kültürümüzün, örf ve adetlerimizin içine sindiği için, halk o kaideleri İslami kaynaklı olduğunu bile fark etmeden töre, adet, örf ve kültür olarak benimsemiş bulunuyordu. İslami şuurun kaybolduğu dönemlerde dahi davranışlarımıza akseden İslami görüntüler bu hareketlerin kültür içinde erimelerinden ileri gelmiştir. Annelerimiz bize daha çocukken birtakım öğütlerde bulunurdu. Bu kaidelere de ilm-i hal denirdi. İlmi-hal, davranış kaideleri demektir. Bütün hareketlerimizi, fıkhi kaidelerden süzülmüş ilmi-hal esaslarına dayandırırdık. Bu kaidelerin birçoğu da iktisadi ve sosyal hayata taalluk eden İslam iktisadı ile ilgili hükümlerdir. Meselâ çocukluğumda hatırlarım, mahallemizde emekli bir mal müdürü vardı. Belli saatlerde camiye gidip gelirdi. Yolda bir taş görse eğilip alır, yolun kenarına koyardı. Buradaki amaç, birisinin ayağı takılıp düşmesin diye toplumun menfaatini gözetmektir. Çevre meselesini de bu çerçevede ele almak gerekir. İnsan, önce Allah’a ve sonra onun emirleriyle bütün çevresine karşı sorumluluk taşır. İnsan, çevresini, sırf kendi menfaati için toplum veya gelecek nesiller zararına istismar etmeye mezun değildir. İslam ekonomisinde iktisadi kaynaklar Allah’ın insanlara bir lütfu olarak kabul edilir ve insan eşrefü’l-mahlukat olarak, bu kaynakları, toplum için maksimum hâsıla sağlayabilecek şekilde en verimli kullanmak suretiyle, dünyada refaha ve ahirette felaha ulaşır. Cenab-ı Hakkın kulundan beklediği de budur. İktisadi faaliyeti motive eden faktör, nefsin tatmini değil, Allah’ın rızasını tahsildir.

  1. Fark

Bölüşümde dengeyi sağlamada, Batı modelinde otomatik denge prensibi kabul edilmiştir. Hem üretimde, hem bölüşümde rekabet içinde arz talep çerçevesinde denge sağlanacağı farz edilmiştir. Hâlbuki iktisadi adamın hâkim olduğu bir piyasa modelinde tam rekabet sağlanamamış ve bu denge de hâsıl olamamıştır. Seküler iktisatta, sosyal adalet ilkesi bozulan dengeleri düzeltme amacını güder. Zira milli gelirin üretim faktör gelirleri arasında dağılımı adil değildir ve sosyal adaletin de bir ölçüsü yoktur. İslam iktisadında ise, adaletin bütünlüğü prensibi hâkim olduğu için dengeleri otomatik olarak sağlayamayacağımızı biliyoruz. Her faktör, fert ve devletin bütün unsurları bu dengeyi sağlamakla görevlidir. İslam’da serbest piyasa modeli vardır; fakat piyasada müslüman adam modeli olursa, toplum İslami kaidelere uyarsa, devlet ve onun reisi Allah’ın emirlerine uygun bir yönetim sergilerse, serbest piyasa modeli İslam’a uygun şekilde işler. Bu sebeple, İslam devletleri ilahi prensiplere aykırı davranışları, demokratik bir sistem içinde yönlendirirdi. Meslek teşekkülleri, ahi, lonca teşkilatı içinde bu uygulamalar yapılırdı. Mesela dilimizdeki “pabucu dama atıldı” tabiri loncalardan gelir. Bursa Kadı Sicillerine göre Bursa’da, halk ayakkabısına mukavva karıştıran bir kunduracıyı loncaya şikâyet etmiş, kendisine ikaz edilmesine rağmen aynı suçu işleyince lonca bu adama meslekten men kararı vermiş ve bunun işareti olarak da o adamın yaptığı pabucu loncanın damına atmıştır. Böylece pabuç dama atılınca o adamın pabuç üretme hakkı bitmiş oluyor. Bu kararı veren devlet değildir; pabuççuların meslek teşkilatı olan loncadır. Mühim olan, adalet prensibi içinde sistemde ölçülerin gerektiğinde demokratik bir şekilde müeyyidelendirilerek uygulanmasıdır.

  1. Fark

Batı modelinde ferdi sorumluluk ve ferdi ahlak sistemi vardır. Fert yalnız kendine ve vicdanına karşı sorumludur. İslam’da ise toplum ahlakı vardır ve insanlar sadece kendi vicdanına karşı değil, önce Allah’a karşı ilahi sorumluluk taşır. Akif’in tabiriyle; “Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusuzdandır.” Bu Allah korkusu, sevgiyle karışıktır. Batı modelinde sorumluluk ferdi olunca, ferdin vicdanı sorumluluğu ile toplumun menfaati arasında zaman zaman çatışmalar kaçınılmaz olur.

  1. Fark

Batı modelinde ferdi sorumluluk seküler sorumluluk haline gelmiş, dini mahiyetini kaybetmiştir. Bu sebeple ABD’de 1990 yılında katıldığım bir kongrede Batıda dine karşı cereyanlar olarak iki tehlikenin varlığından söz edilmiştir. Bunların birisi Marksizm, diğeri de sekülarizmdir. Her ikisi de dine karşıdır, diye ifade edilmişti. Seküler sorumluluğun temeli menfaat sorumluluğudur. Kişi kendi menfaatini kontrol hususunda vicdani bir muhasebe yapar ve buna göre hareket eder. Sonuçta yine menfaatini maksimize etme hedefi ortaya çıkar. Hâlbuki İslam iktisadında ilahi sorumluluk vardır ve bunun ölçüsü ve vasıtası TEZKİYE sistemidir. Tezkiye ferdi ve içtimai manada temizlenme anlamına gelir. Hedef dünyada refah ve ahirette felah hedefine varmaktır. Bölüşümde zekât, fitre mecburiyeti ve üretimde faiz yasağı bir tezkiye aracı olarak karşımıza çıkar. Faiz yasağı haramın kazanca karışmasını önlüyor. Zekât ise, her ne şekilde olursa olsun kazanca karışmış mekruh ve haramları temizlemiş oluyor. Zekâtın fonksiyonu malın temizlenmesi, tezkiye edilmesidir. Her ikisi de bir tezkiye; kötülükten temizleme ve arındırma vasıtasıdır.

  1. Fark

Batı modelinde hedef geliri ve serveti arttırmak, biriktirmek ve büyütmektir. İslam iktisadında ise hedef insandır, insan ve bütün toplumun dünyada refahını, ahirette felahını sağlamaktır. Bunun yolu, ferdi zenginlik yerine, toplum refahını sağlamaktan geçer. Çalışıp kazanacağız, fakat hedef serveti yığıp biriktirmek değil, sosyal refah sağlayacak şekilde dağıtmaktır. Miras taksiminde hedef “servetin aynı gruplar arasında dağılımını önlemek”tir. Şu halde İslam’da esas, servetin dağılmasıdır. Zengin elde ettiği zenginliği toplum yararına dağıtacaktır. Zekât mecburi kılınmış, sadaka tavsiye edilmiştir. Allah sadaka olarak bir verene bin vereceğini vaat buyurmaktadır. Allah infak edenin kazancını hareketlendirir. Bir hadisi kutside şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğlu! (Allah için) infak et ki, sana da infak olunsun!”. Batı modelinde rasyonel davranışla zengin olmak hedeftir ve insan bu sonuca aklıyla eriştiğine inanır. Halbuki İslam’da Cenab-ı Hak, kimine rızkını bollaştırır, kimine daraltır. Rızkı Allah verir. Cenabı Hak kimini kimine üstün kılar, kimine hikmet verir, akıllı hareket etmesini sağlar, o insan zengin olur. Zenginlik Allah’ın bir takdiridir. Çalışan herkes kazanır, rızkını sağlar, fakat servet edinip zengin olmak çalışmak ve azm-ü gayretle birlikte Allah’ın bir takdiridir. İslamiyette devlet eliyle zengin olunmaz. Hz. Ali fakir geldi, fakir gitti. Halife idi, ama zengin olmadı. Hz. Osman zengindi, halife olmadan da zengindi, sonra da. Halife olduğu için zengin olmadı; Allah öyle takdir ettiği için oldu. Şu halde herkesin zengin olması şart ta değildir. Esasında zenginlik, kullar için dünyada bir imtihan şeklidir. Allah, herkesi bir şekilde imtihan eder. Kimini servetle, kimini fakirlikle, kimini şöhret veya ilim vererek imtihan eder. Zenginlikle azacak mı, şöhretle şımaracak mı, fakirliğe isyan edecek mi diye kullar imtihana tabi tutulur. Bu sebeple İslamiyet’te insanın “ağniyai-şakirin (şükreden zenginler) veya fukara-i sabirin (sabreden fakirler)”den olması, makbuldür. Böylece şükreden zengin ile sabreden fakir, imtihanını iyi veriyor, demektir. Yani şükreden ve şükrünün karşılığını eda eden zengin ile sabreden fakir Allah katında makbul insanlardır. Sonuç şudur: Bir insan zengin olmuşsa, bilecek ki, bu sadece onun sa’yının (çalışmasının) sonucu değil, Allah’ın bir lütfudur. Bu sebeple, ona bu zenginliği veren Allah’a karşı servetini Allah’ın emrettiği biçimde ve onun yolunda kullanmakla mükelleftir. Sosyal mesuliyetler maddi ve sosyal çevremize karşı sorumluluklar bu safhada başlar, İslam modelinde zengin insan nefsinin dilediği kadar tüketemez. Gösteriş için tüketim yapamaz. Hedef, ferdi zenginliği arttırmak olmayıp, refahı arttırmak olunca zengin müteşebbisin fonksiyonu, toplumu bu hedefe ulaştırmaktır.

  1. Fark

İslam’da, emek karşılığı olmadan, teşebbüsün kar-zarar riskine katlanmadan gelir sağlanamaz. Bu iki ölçü olmadan elde edilen gelir meşru değildir, faiz yasağı buradan çıkar. Münhasıran para karşılığında para kazanılmaz. Para ancak mübadele aracıdır, bizzat emek sarf etmek en hayırlısıdır. Peygamberimiz (sav) “İnsan emeğinin mahsulünden daha hayırlı bir şey yememiştir.” diyerek emeği teşvik eder. Bu sebeple bütün peygamberler bir meslek sahibi ve o mesleğin piridir. Sebebi rızkını emeğiyle sağlayacak insanlara örnek olmalarıdır. Mesela Sultan Abdülhamit de şahsi nafakasını emeğiyle yapıp sattığı dülgerlik, marangozluk ve möblelerden aldığı para ile sağlamıştır. Yıldız camiindeki tahta dekorasyonlarının hepsi Sultan Abdülhamit’in mamulatıdır. İslam’da kredi, ikraz, yatırım karakteri olmadıkça, gelir (faiz) sağlama amacıyla yapılmaz; ancak sosyal amaçla yapılır. Adı da karz’ı-hasen, güzel borçtur. Bu da Allah’ın rızası için yapılır. Gelir için yapılmaz. Halbuki kapitalist sistemin temeli faiz esasına dayanır. Batı modelinde faiz protestanlık tarafından meşru kılınmıştır. Katolik dininde mevcut olan faiz yasağı Protestanlık tarafından serbest bırakılıp meşruiyete kavuşunca, o ana kadar yahudi sarraflarca yapılan, faizcilik yerini bankacılığa bırakmıştır. Faizli bankacılığın doğup gelişmesi, sermaye birikimine yol açmıştır. Bilahare bu sistem kapitalizm diye adlandırılmıştı. Şu halde kapitalizmin Kuzey protestan dünyasında gelişmesi ve adeta kapitalizm ile Protestanlığın özdeşleştirilmesi, bu dinin faize ve faizli bankacılığa meşruiyet, zemin ve imkân tanımasından kaynaklanmıştır. Bu durum, iktisat teorisine de tesir etmiştir. Evvelce üretim faktörleri içinde teşebbüs ve sermaye, faktör gelirleri içinde de bunların karşılığı olan kâr ve faiz birlikte ele alınırken, faizin meşruiyet kazanmasıyla faktörler ve gelirler dörde çıkarılmıştır. İslam iktisadında ise faiz, yasağı sebebiyle üretim faktörleri emek, teşebbüs ve sermaye, tabii kaynaklar olarak üçe ayrılır. Bunların gelirleri de üç olup, sırasıyla ücret kar ve kiradır.

  1. Fark

Batı modelinde tasarrufları yatırımlara kanalize etmek üzere faizli bankacılık modeli yer almıştır. İslam iktisadında ise, tasarrufları yatırımlara kanalize edecek finans kurumlarının, zenginlerin kurduğu ve sadece zenginlerin mevduat ve ikraz yoluyla alış veriş yaptığı bir kuruluş olmak yerine tabana dayalı, büyük-küçük tasarruf sahiplerinin iştirakiyle kurulan ve faizsiz çalışan bir finans kuruluşu olması gerekir. Bu kuruluşlar kar ve zararı paylaşma esasına göre çalışır. Bugün biraz da galat olarak bu kabil kuruluşlara İslam bankası denmektedir. İslam bankacılığında faizin men’i iki sonuç doğurur. Birincisi işletmelerin finansmanında, yatırım meşrudur, fakat miktarı önceden tespit edilen bir faiz ile ikraz ve istikraz yasaktır. İkincisi, işletme finansmanında reel sermaye koymak meşrudur, fakat bu yatırılan sermaye önceden tespit edilen bir faiz sağlamak yasaktır. Faizli bankacılıkta, bankanın aldığı faizin içinde üç tali unsur bulunur. Bunlar,

  1. a) temel faiz miktarı,
  2. b) risk primi,
  3. c) idari masraflardır.

İslam bankacılığında, bu üç unsurdan sadece sonuncusu unsur olan idari masrafların alınması meşru olup, ilk ikisi memnu’dur. İslam bankacılığın iki temel fonksiyonu vardır. Bunların birincisi müşareke, diğeri de mudaraba’dır. Bu iki sistem içinde yedi türlü akit yaparak, projelerin ve yatırımların finansmanını sağlarlar. Bu iki temel fonksiyonun içinde İslam bankaları bugün en fazla ticaret (murabaha) ve biraz da kiralama (leasing) akitleri yapmaktadır. Esasında, İslam bankacılığında 4 türlü işlem yapılır. Bunlar, Mudaraba, Müşareke, ticaret ve kiralama şeklindeki işlemlerdir. Mudaraba kar ortaklığı (profit sharing)dır, Müşareke, şirket kurmak veya kurulmuşa ortak olmaktır (equity), ticaret mal alım-satımıdır (trade), kiralamak da menkul veya gayrimenkul bir malı tedarik ederek kirasını almaktır (leasing).

  1. Fark

Batı modelinde istihdam sadece gelir açısından ve ferdi planda ele alınmıştır. Çalışma arzu ve iktidarında olup da iş arayanlar işgücüne dâhil edilmiş, çalışma gücünde veya arzusunda olmayanlar işgücü dışında tutulmuştur. İşgücüne dâhil olanlardan ücret ve istihdam şartları içinde uygun iş bulamayanlar işsiz sayılmış ve toplum ve devlet ancak bunlara karşı sorumluluk üstlenmiştir. Tam istihdam hedefi, ancak işgücüne dâhil olanlara iş imkânı sağlamaktır. Geliri olan bir kimsenin işsiz dolaşması normal karşılanmakta ve bunlara rantiye denmektedir. Bu modelde bugün parasını bankaya yatırıp, faiziyle geçinen, atıl duran ve hiç bir iş yapmayan bir zümre oluşmuştur. Diğer yandan evlerinde ailenin yükünü çeken, çocuklarını yetiştiren anneler ev hanımı olarak işgücü dışında sayılmaktadır. Ücretsiz hayır işlerinde çalışanlar da iktisaden faal nüfusun dışında tutulmaktadır. Hâlbuki İslam iktisadı modelinde, iş piyasası, işgücü, istihdam ve işsizlik kavramları batı modelinden farklı bir muhteva arz etmektedir. İslam da çalışmak ibadet sayılır. Kur’an-ı Kerime göre “İnsan için çalışmasından daha iyi bir şey yoktur”. Hz. Ali’ye göre ”Çalışanlar fenalık düşünmeye vakit bulamaz; çalışmayanlar ise kendilerini fenalıktan kurtaramaz.” Bu sebeple İslam’da en basit işten, en büyük, makam olan devlet başkanlığına kadar, her türlü çalışma iş olarak kabul edilmiştir. İslam’da hastalık ve mutlak acz dışında boş oturma anlamında bir emeklilik kavramına da rastlanmamaktadır. Bu durumda tahsil dışında olan, rüşt çağından itibaren herkes işgücüne dâhil kabul edilir. İşgücüne dâhil olan herkesin de çalışması gerekir. Bunun içine ücret ve gelir mukabili çalışanlarla birlikte hayır hizmetlerinde gelir ve ücret mukabili olmadan çalışanlarla ev hanımları da dâhildir. Devlet ve toplumun görevi sadece çalışma arzusunda ve gücünde olanlara değil, herkese uygun ve münasip iş sahaları açmaktır. Bunların çoğu gelir sağlayan iktisadi faaliyetler olabileceği gibi bir kısmı da hasbi, hayri ve ilmi faaliyetler olabilir. Üçüncü sektör sayılan vakıflar vasıtasıyla çeşitli hizmet kurumlarında istihdam imkânları sağlamak mümkündür. Ayrıca, gelire ihtiyacı olmayan insanların da hayır işlerinde, çevre düzenlenmesinde, sosyal yardım faaliyetlerinde, eğitim hizmetlerinde, sanat faaliyetlerinde bulunmaları gerekir. Toplumun vakıflar ve devlet aracılığıyla fonksiyonu bu organizasyonları sağlamasıdır. Peygamberimizin Medine’de esirlere bir kişiye okuma öğretmesi karşılığında hürriyetlerini vadetmesi bu kabil istihdam imkânlarına bir örnek teşkil eder. Bugün ülkemizde ve dünyada, fikren en verimli çağında atıl duran nice emekli ordusu vardır. Bunların tecrübe, fikir ve bilgilerinden istifade etmek şarttır. Bu hizmetler bölgede verilemiyorsa, başka bölgelere gidilebilir. Mesela bugün Sovyetler’deki Türk Cumhuriyetlerinde bizdeki emekli yöneticilerden istifade edilmesi imkânı olduğu gibi. İslam iktisadında, geliri olduğu için çalışmayanlar zararlı kabul edilir. Konuya ferdi refah açısından değil, toplum refahı açısından bakmak gerekir. Geliri olsun veya olmasın, toplumun refahı yolunda herkesin yapabileceği bir iş bulunur. Bu işler, geliri olmayanlar için gelir mukabilinde yapılacağı gibi, geliri olanlar için hayri ve fahri olarak Allah rızası için yapılabilir. Bilhassa, dini, hayri, ahlaki, ilmi konularda bu hususun gerçekleşmesi mümkündür. Şu halde bir İslam toplumunda baştaki tarifimize uygun olarak işgücünün tamamının gelirli veya gelirsiz bir işi olması, geliri olanın da gelirli veya gelirsiz bir işi olması gerekir. Çalışmayı ve çalışarak kazanmayı yukarda belirtildiği gibi bütün peygamberler teşvik etmiştir. Peygamberimiz (sav) eli nasırlı yaşlı bir çiftçi sahabenin elini okşayarak “Allah’ın ve Resulünün sevdiği el budur.” diye buyurmuştur. İslam toplumlarında, tarihte, birçok hayırlı hizmetler ve eserler ücret ve gelir maksadı güdülmeden yapılmıştır. Bu hizmetler ve eserler daha ziyade geliri olan hayırsever zenginlerin desteği ile yapılmış ve yaşamıştır.İslam toplumlarında ne çeşitten olursa olsun, işsizlik mahzurlu telakki edilmiştir ve giderilmesi gerekir. İslam toplumunda hedef, gelirsiz ve işsiz insan bırakmamaktır. Geliri olduğu için işsiz, mesleği olduğu halde gelirsiz insanların var olduğu cemiyetlerde sosyal refah maksimize edilemez. Herkesin bir işi, herkesin de geçinecek kadar bir geliri olması İslam toplumunun idealidir. Hz. Ömer›e göre, “Kişiler bazen çalışması nispetinde, bazen da ihtiyacı nispetinde beytülmaldan (hazineden) pay alırlar.” İslam iktisadının sosyal hedefi, herkesin iş bulması, gücü olan herkesin vermesi veya ödemesi, ihtiyacı olan herkese verilmesi veya ödenmesi bunun toplum tarafından sağlanması, toplum sağlayamazsa devletin yardımcı olmasıdır. Çünkü İslam iktisadında nihai hedef, yalnız ferdi menfaat yerine fertle birlikte toplumun menfaatini maksimize etmektir.

Kaynak: İslam Ekonomisinin Temelleri/ Sabahattin Zaim

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun