İslam, din ve siyaset arasında bir ayrıma gitmemiştir. İslam, bu yapısı itibariyle hem dini hem de siyasi bir kurumdur (Ashker ve Wilson 2006: 30). Nitekim “… O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir)”. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir (İhlas 112/1- 4)”. Bu ayeti kelimeden de anlaşıldığı üzere Allah ve onun getirdiği kurallar her yerdedir ve değişmez. Bu bağlamda ekonominin işleyişinin belirlenmesinde Allah’ın emir ve yasaklarının olması da doğal olacaktır. Ancak her ne kadar İslam’da belirlenmiş kurallar olsa da İslam’ın uygun gördüğü şekilde toplum hayatının yürütülebilmesinde devlet politikalarının ekonomiye yön vermesi ön planda rol almaktadırlar. Bu durumda politik ekonomi, devlet siyasetinin, iktisat teorisinin ve yöntemlerinin politik ideolojiyi ve hükümetler tarafından alınan kararları, şirketlerin ve bireylerin, insan gruplarının veya toplumların faaliyet gösterdiği ekonomik ortamı nasıl şekillendirdiğini ve belirlediğini ele almaktadır (Gallego ve Schofield, 2016). Toplum her ne kadar İslam’ın emir ve yasakları çerçevesinde hayatını şekillendirecek olsa da, toplumun üzerinde olan devlet, belirlemiş olduğu kurallar çerçevesinde toplum hayatını yönlendirecektir. İslam ekonomik anlayışının sağlıklı işleyişinin sağlanmasının bir diğer yolu da İslam ekonomisinin uygulanışında süre gelen tartışmaların çözüme kavuşturulmasıdır (Falay, 1994: 222-236).
Toplum hayatının ekonomi içerisinde etkin bir şekilde işleyişine yönelik olarak büyük İslam düşünürlerinin de ekonomi ve devlet yapısına yönelik birçok tartışmaları ve önerileri olduğu, çeşitli görüşleri savundukları görülmektedir. Bunlardan birisi olan Gazali, piyasa mekanizmasını, arz ve talebe dayalı fiyatın piyasa koşullarına göre belirlendiği bir yapı üzerinde durmakla beraber piyasa aktörlerinin karşılıklı çıkarlarını temsil eden, iş bölümü ve uzmanlaşmayı sağlayan bir yapı olarak görmektedir. Piyasanın işlerliğini kaybettiği durumlarda ise devletin harekete geçerek kamu müdahalesinde bulunmasını öne sürmektedir. İbn Teymiyye doğrudan İslam’ın kurallarının her alanda hakim olduğu doğrudan İslami kurallara dayanan ekonomik faaliyetlerin gerçekleşebileceği bir sistemi savunmakla birlikte emeğe ve işbölümüne özellikle önem atfetmektedir. Sosyal ve ekonomik verimliliği ortaya çıkaracak piyasa mekanizmasının “hisbe kurumu” ile hileli ürünleri, ölçüleri, tartıları, fiyat kıranları, karaborsa yapanları kontrol ederek piyasada oluşacak arz-talep mekanizmasının bozulmasını engelleyecek bu kurum ile piyasayı düzenleyecek bir sistem önerisinde bulunmaktadır (Gölçek ve Gülşen, 2017: 585-587). İbn Haldun ise Gazali’ye benzer şekilde iktisadi hayatta devletin rolüne ilişkin görüşü daha çok devletin piyasa içerisinde üretimden kaçınarak piyasa da düzenleyici rol üstlenmesine yöneliktir. Bu anlayışa göre devlet piyasa da üretmek yerine adalet, güvenlik gibi temel ihtiyaçları karşılamalı işleyen piyasa üzerinden vergi gibi çeşitli gelirler elde etmelidir. Nitekim bu sistemin Klasik iktisadi görüşle de örtüştüğü görülmektedir.
İbn Haldun’un felsefesine göre iktisadi hayatın gelişmesinde bireysel ve psikolojik faktörler oldukça önemlidir. Bu konuyu değerlendirirken de sosyal, siyasi ve iktisadi şartları göz önüne almak suretiyle bir sonuca varmaktadır. İbn Haldun’un iddiası bir bireyin ve toplumun psikolojik yapılarının, kişisel özelliklerinin sosyal ve iktisadi hayatı etkilediğini ileri sürerken diğer taraftan da sosyal ve ekonomik yapının toplum ve bireyler üzerinde etkili olduğunu savunmaktadır. İbn Haldun siyasi baskı ve zulmün, insanlarda iktisadi faaliyette bulunma isteği üzerinde olumsuz etkisi olduğunu düşünmektedir (Kozak, 1985: 115). Haldun ekonomide bireysel ve psikolojik faktörlerin önemini şöyle ortaya koymaktadır:
Devletlerin ilk kuruluş dönemlerinde toplumu, yöneticilerle birbirine bağlayan en önemli bağ ortak değer ve idealler üzerine kuruludur. İlk kuruluşta yöneticiler toplumun hak ve özgürlüklerine saygılı ve isteklerine kulak veren bir yapıya sahiptirler. Şefkatli ve halkıyla ilgili bir yönetimin olduğu bir durumda halkın idealler çerçevesinde başarma, çalışma şevk ve arzusu artış göstermektedir. Bu durumda toplumda idealler çerçevesinde iktisadi faaliyetlerde bulunma ve kalkınma arzusu da paralel olarak gelişecektir. Ancak zamanla lüks ve israfa yönelen başarısız yönetim anlayışı sergileyen ve sonuç olarak halkından kopuk politikalar belirleyen bir yönetim anlayışına doğru gidildikçe toplumda iktisadi hayatta tutunma arzu ve isteği zamanla kırılacak, isteği kırılmayan birçok bireyde de yeni düzene adaptasyon süreci başlayacak veya bu sürecin içerisinde kalmaya mecbur bırakılacaktır (Haldun, 2016: 339-340). Toplumun mallarına karşılıksız, karşılığı olmayan değerde ya da kişinin rızası alınmadan el konulması, emeğin karşılığının zamanında ve ederince verilmemesi, adalete uygun olmayan yöntem ve miktarlarda vergi toplanması, toplumu angaryaya maruz bırakma, topluma uygun olmayan yönetim tarzı ve ekonomik sistemi belirleme gibi durumlar devlet yönetiminde etkin işleyişin aksamasına neden olacaktır. Böyle bir yönetim anlayışının hâkim olduğu bir devlet yapısında, üzerinde İslam ahlakı hâkim olan Müslüman toplum, İslam ekonomik sisteminin kurallarına uygun olarak yaşamayı yeğleyecek ancak siyasi ve iktisadi ortam onu değişmeye mecbur ya da maruz bırakacaktır.
İslami anlayışın güçlü olduğu bir ekonominin ortaya çıkması ya da İslam inancına tabi toplumun İslami emirler çerçevesinde iktisadi hayatını devam ettirebilmeleri için her şeyden önce ülkede siyasi istikrara ihtiyaç vardır. Siyasi istikrarın sağlandığı durumda ülkede herkesin özgürce hareket edebildiği bir güven ortamı gelişecektir (Genç, 2015: 146-148). Güven ortamının geliştiği bir toplumda, insanlar iktisadi hayatını dini ve ahlaki temellere oturtabilecekleri kendince bir ihtisaslaşmaya gideceklerdir (Genç, 2015: 150-152). Bunun yanında emeğe saygılı, eğitimli insanların hakim olduğu ve ahlaki temelleri güçlü ve bağımsız bir ekonomik yapıda İslam ahlakının etkinlik kazandığı ekonomilerin olmazsa olmazlarındandır (Özkılıç, 2006: 6-7).
Devletlerin piyasadaki iktisadi anlayışları, İslam ekonomisinin sağlıklı işleyişi açısından belirleyici bir husustur. Devlet ekonomik anlayış olarak batı tarzında bir ekonomi anlayışı belirleyecek olursa İslam’ın tüm öğretilerine rağmen yasaklanan iktisadi olaylara maruz kalmak kaçınılmaz olabilecektir. Bu konuda İslam toplumlarının en çok uğraş verdikleri konu Faiz’in ekonomik hayatın her evresinde karşılarına çıkıyor olmasıdır. Nitekim faiz Allah tarafından koşulsuz olarak yasaklanmış bir kazanç şeklidir12. Faiz’in bankacılık sektörünün ortaya çıkması ile daha da yaygınlaşmasıyla Müslümanlar bu duruma uzun bir süre çözüm üretmekten uzak kalmışlardır. Ancak zamanla faiz’i günlük ekonomik hayatlarında kabullenmek durumunda kalmışlardır. 20.yy’ın ortalarından itibaren mevduat bankacılığına alternatif arayışları başlamış ve 1963-66 yılları arasında Mısır’da faizsiz bankacılık modelini denenmeye çalışılmışsa da başarılı olamamıştır. 1974 yılında kurulan İslâm Kalkınma Bankası; yaşayan faizsiz bankaların ilki olarak kabul edilmektedir (TKBB, 2018: 47).
slami bankacılık anlayışı, faize alternatif olarak “kar payı” uygulamaya koymuştur (TKBB, 2018: 48). Bu uygulamaya göre maddi sermayesini bankaya yatıran kişi bankanın karı ve zararına ortak olmak suretiyle kar veya zarar edeceği kabul edilmektedir. Ancak Türkiye’deki 20 yıllık verilerin ortalaması incelendiğinde Kar Payı hesabının bugüne kadar genel olarak kar açıkladığı görülmektedir (TKBB, 2018: 44-45). Bu durum eleştirilere neden olmaktadır. Bu eleştirilere karşın Katılım Bankacılığı, “iyi yönetim” ve “iyi istihbarı bilgi” ile yatırımların doğru sektörlere ve şirketlere kanalize edildiğini zarar edeceği durumlarda ise erken müdahale ile zararın önlediği şeklinde savunma yapmaktadır (TKBB, 2018: 48). Diğer taraftan kar payı oranları ile piyasa faiz oranlarının birbirine yakın seyir izlemesini de (TKBB, 2012: 42), konvansiyonel bankalarıyla aynı piyasada ve ekonomide yer almaları sonucunda oluşan rekabet koşulları kaynaklı olduğunu görüşü de dikkate değerdir (TKBB, 2012). Böylece kar payına yönelen sermaye sahiplerinin piyasa koşulları ile korunması hedeflenmektedir. Bu hassasiyet ile başarılı bir İslami finans uygulamasının ortaya konulabilmesi için İslami finansa daha uygun olan Müşareke, Mudaraba ve Risk sermayesi, Selem vb. finansman teknikleri ile ortaklıklar yapmak suretiyle kazanç sağlanan yöntemlerin tercih edilmesi, daha uygun olacaktır (Terzi, 2013: 66-73). Ayrıca İslami bankacılıkta verilen faizsiz kredilerde de benzer özellikler görülmektedir. Müşterilerden herhangi bir yıllık faiz talep edilmemekle beraber serbest piyasa koşullarında İslami finans kurumlarının asgari düzeyde rekabet edebilmeleri için dosya masrafı, hizmet bedeli gibi çeşitli adlar altında kredi vadesine göre belirlenen faize yakın masraflar ortaya çıkarılmaktadır. Bu uygulama bize aslında batı ekonomisi kurallarının hâkim olduğu bir sistemde, İslam’a uyarlanmış bir ekonomik yapının, batı ekonomisi işleyişinin etkisi altında olduğunu göstermektedir.
Devlet siyasetinin İslam ekonomisine uygun işlemediği batı tarzı ekonomilerde İslami usullere uygun ekonominin etkin olamayacağına ilişkin diğer hususlardan bazıları şöyle özetlenebilir. İslam’da elde edilen kazancın atıl olarak elde tutulması uygun görülmemiş olup elde edilen kazancın bir an önce piyasaya sokularak yatırım amacıyla kullanılması öngörülmüştür. Ancak günümüzde spekülatif para talebi yöntemiyle gerek döviz piyasaları gerekse borsa üzerinden kazanç elde etmek meşru kabul edildiğinden öncelikle bu durum toplumu emeksiz kazanca yönlendirmekle beraber ayrıca emek ve sermaye piyasasında reel kazanç üzerinde istikrarsızlığa neden olmaktadır. Batı tarzı ekonomi sistemi ölçülülük, sosyal adalet gibi ilkeleri maksimum kar karşısında değersizleştirdiği için kayıt dışı ekonomi, kayıt dışı işçi gibi temel sorunlar ortaya çıkmakta emek ve sermaye mal ve hizmet üretiminin gerçek karşılığını bulamamaktadır. Özellikle mal ve hizmet sektöründe ekonomik sistemin aracıları kullanarak ticareti organize etmesi emek sahiplerinin hak ettiklerinin karşılığını alamamasının diğer bir nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla İslam ahlaki perspektife göre kazancın emeğe dayanması uygulamasından uzaklaştıkça toplumda haksız rekabet ortaya çıkmakta ve sosyal adaletin daha da bozulduğu görülmektedir.
İslam ekonomik sisteminin işlemediği bir toplumda ekonomik alanda aksayan bir diğer yön ise, zekât müessesesine işlerlik kazandırılamamasıdır. Zekât müessesesinin sosyal ve ekonomik faydalarından biri de zekâtın yoksulluğu gidermede etkin bir araç olmasıdır. İkincisi ise zekâtın servet diğer bir değişle atıl birikim üzerinden alınması nedeniyle ekonomiyi canlı tutmasıdır. Zekâta işlerlik kazandırılması halinde yastık altında atıl olarak kalan para, altın ve benzeri sermaye değeri olan nisablar kolaylıkla ekonomiye kazandırılabilecektir. Sonuç olarak İslam ekonomik sistemin bir bütün olarak uygulanmadığı bir düzende İslam ekonomik anlayışına uygun kısmi düzenlemeler kendisinden beklenen sonucu tam olarak vermesi beklenemez. Bununla birlikte bazı uygulamalara gidilmesi de faydadan ari değildir. Bir bütün uygulanmıyor deyip İslam iktisat sisteminin hiçbir müessesesinin de dikkate alınmaması tensip edilemez.
Mehmet Yüce & Muhammed Çelik
Editör Notu: Bu metin makaleden alıntıdır. Makalenin tamamına kaynaktaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Kaynak: Dergi Park
Görsel Kaynak: Perspektif