Anasayfa Makale İslam Ekonomisinde Bölüşüm

İslam Ekonomisinde Bölüşüm

by

GİRİŞ

Kapitalizm teknik sınırlarına yaklaştığı nispette alternatif arayışları da çoğalmaktadır. Sistemi yeniden üretmek yolundaki çabalar emek cephesindeki sorunları derinleştirirken alternatif arayışlar çoğunlukla sosyal adaletçi söylemler üzerinden geliştirilmektedir. Bu çerçevede, gündeme gelen kimi revizyonlar da çoğu zaman alternatifmiş gibi değerlendirilmektedir.

Oysa, üretim ve mülkiyet ilişkilerini göz ardı ederek geliştirilen düzenleyici politikaları “kapitalizme alternatif” olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır. Çünkü, tarihsel süreç sosyal adalete ilişkin belli mekanizmalar sisteme entegre edilmediği ölçüde kapitalizmin işleyişi konusunda ciddi sorunlar yaşandığını ortaya koymaktadır.

Buna karşılık, sistem içi bile olsa, daha adil seçenekler; işçi sınıfının günlük refahı açısından olduğu kadar örgütlü hareketin uzun dönemli etkinliği bakımından da önem taşımaktadır. Kaldı ki; refah devleti politikaları küreselleşme koşullarında düşünüldüğünde, sermaye açısından önceki rejimin yapısından kaynaklanan avantajları da oluşturmamaktadır. Bu durumda, en azından günümüz koşullarında, bu politikaları ütopyaların sonu olarak değerlendirmek de doğru olmayacaktır.

Farklı refah tedbirlerinin her biri; bu tedbirleri geliştiren yaklaşımlar açısından politik bir sonuç niteliği taşımaktadır. Bunların etkin olabilmesi için de sistemli bir işleyişe ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sistematiğin oluşmasında, o yaklaşımın, iktisadı ve bölüşüm sorunun tanımlama yöntemi belirleyici olacaktır. Dolayısıyla, her politik sonuç uyarlayıcı mekanizmalarıyla birlikte belli bir metodolojinin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu durumda, bölüşüme ilişkin önlemlerin ne ölçüde alternatif ve/ veya etkin olabileceğini değerlendirebilmek için, öncelikle, bu önlemleri geliştiren yaklaşımların perspektifini ortaya koymak gerekmektedir. Bu düşüncelerden hareketle, bu çalışmanın amacı da; İslam iktisadının endüstri ilişkileri alanındaki açılımlarını kendi metodolojik tutarlılıkları kapsamında biçimlendirdiği sınıfsal perspektif çerçevesinde değerlendirmeye çalışmaktır.

I. İslam İktisadının Metodolojisi

İslam İktisadının kökeninde; İslam realitesinin yalnız bir ritüeller dizisinden ibaret olmadığı görüşü yer almaktadır. Buna göre; bu dinin sadece vicdanlara indirgenebilecek bir inanç sistemi olmadığı belirtilmekte ve tümüyle bir yaşam biçimi olarak İslam’a dönüşün pratik karşılığını teşkil edebilmek için de; pek çok disiplinin İslami versiyonu teşkil edilmektedir.

Örgütlenen bu İslami disiplinlerin her biri “bütünün parçaları” olarak değerlendirilmektedir. Bu parçaların belli bir ahenk içinde işleyebilmesi de İslamın ahlaki prensipleri çerçevesinde faaliyet gösterildiği ölçüde mümkün hale gelmektedir. Dolayısıyla, toplumsal hayatı düzenlemeye talip olan İslami disiplinlerin ortak perspektifi; İslamın öngördüğü ahlaki değerleri yapılandıracak olan kural ve hükümlerde somutlaşmaktadır.

Bu genel metodoloji iktisat disiplini çerçevesinde değerlendirildiğinde; örneğin, Nasr, ekonomiyi “uygulamalı ahlak” olarak tanımlamakta ve ahlaki ilkeleri uygulamayan bir ekonominin İslami açıdan mümkün olamayacağını belirtmektedir. O’na göre ekonomi; İslamın ahlak prensiplerinin özel bir insani faaliyet alanına tatbikini ifade etmektedir.

 Zaim de iktisadı; “İslamın ahlaki ve ideolojik bir alt birimi” olarak tanımlamaktadır. Buna göre, iktisat disiplini kendi ayrı varlığına sahip olmakta ancak sistemin bütünlüğü içinde bir alt birim olma özelliği taşımaktadır.

Çekmegil ise, İslamın, iktisadi meseleleri kifayetsiz insan aklına terk edecek kadar önemsiz bulmadığını belirtmektedir. İktisat disiplininin de; ahlak, hukuk, politika gibi İslam dininin emir ve himayesi altında faaliyet gösterdiğini ve onun kontrolüne bağlı olduğunu ifade etmektedir. Bu çerçevede, iktisadı imanın bütününden ayrı düşünmenin mümkün olmadığı belirtilmekte ve bu yaklaşımın sınırları; “ibadet olarak değil de hayatı idame ettirmek amacıyla yapılan ekonomik faaliyetin müslümanları şirke götüreceği” anlayışına kadar genişletilmektedir. 4

Sistemi tümüyle değer yargıları ekseninde biçimlendiren metodoloji; İslami kesim açısından sistemin adil işleyişini güvence altına alan yegane unsuru teşkil etmektedir. Bununla beraber, bu yöntemin İslam iktisadını seküler iktisattan ayıran temel özelliklerden biri olduğu belirtilmekte ve seküler alanda faaliyet gösteren disiplinler değer yargılarını dışlamış oldukları gerekçesiyle eleştirilmektedir.

İktisadın ideolojik işlevi göz önünde tutulduğunda, bu alanda faaliyet gösteren disiplinlerin değer yargılarını dışlayan bir tutum sergilemelerini eleştirmek doğru bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Nitekim, bu çalışmanın hazırlanması esnasında benimsediğimiz yaklaşım da; kurulan teorilerin gerisindeki felsefi düşünce sisteminden etkilendiği yönündedir. Bu çerçevede, Kazgan’ın da belirttiği gibi, öncülüğünü Myrdal’ın yaptığı bu yöntemin iktisat teorisinin gerçek niteliğini ortaya koyduğu yönündeki düşünceler tarafımızdan da paylaşılmaktadır.

Ancak, İslami yazın bu yolla yalnızca ortodoks iktisadın benimsediği bir metodolojiyi tüm seküler alana teşmil etmekte böylece de; ahlak ve adalet mekanizmalarının yalnızca din alanı içinde ve dini yöntem ile gerçekleşebileceği tezini gündeme getirmektedir. Sistemin adil işleyişi ahlakın bir fonksiyonu olarak değerlendirilirken ahlakın da dinin bir fonksiyonu olduğu varsayımı benimsenmektedir. Bu yaklaşım seküler alanın “değer yargılarından arınmış” olduğu düşüncesi ile birleştiğinde ise, kaçınılmaz olarak, din alanı dışında bir ahlak ve adalet mekanizması tanımlanamayacağı sonucuna ulaşılmaktadır.

İslami yazında, İslam iktisadı incelenirken kullanılacak olan usul; vahiyden kaynaklanan ilkelere dayandırılmakta ve akıl yoluyla ulaşılacak sonuçların bu ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. 7 Bu ilkeler doğrultusunda faaliyet gösterecek bir iktisadi yapının daima ahlaki prensipler çerçevesinde işleyecek olması ise; İslam dininin düalist hayat felsefesinden kaynaklanmaktadır.8 Buna göre; İslamiyet dünyevi ve uhrevi meseleleri birlikte ele almaktadır. Dünyevi hayatın uhrevi alemde değerlendirilecek bir “imtihan” olduğu inancı ise, sistemin daima ahlak doğrultusunda işleyecek olmasının güvencesini oluşturmaktadır.

Lenin’in; toplumsal eşitsizliklerin her gün yeniden üretilmesi yolunda bir “ruhsal içki” yahut “afyon” işlevi gördüğünü ifade ettiği bu inanç sistematiği; ahlakı sadece din alanında tanımlayan anlayışı daha da daraltmakta ve yalnızca bahsedilen düalist hayat felsefesi sınırları içinde bir ahlak mekanizması yapılandırmaktadır. Buna karşılık, kimi araştırmacı ise aynı sistematiği demokrasinin İslami sistemdeki tecellisi olarak değerlendirmekte ve dünyevi gücün kullanımının ilahi gücün kontrolü altında gerçekleşmesinin güç kullanımını sınırlandırdığını ileri sürmektedir. Bununla beraber, kontrol yetkisinin bir başka dünyevi güç yerine ilahi güce bırakılması ise “hakiki demokrasi” olarak nitelendirilmektedir.9

İslami iktisat yazını, İslam dininin öngördüğü ekonomik işleyişin yerleşik sistemlerin tümünden daha üstün olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre; İslami ekonomik düzen Allah’ın teklif ve realitesinden kaynaklanmakta, dolayısıyla da, beşeri hiçbir unsurun tasarımı olma özelliği taşımamaktadır.

Bu çerçevede değerlendirildiğinde; İslami yaklaşım, iktisadi sistemlerin ilahi ya da beşeri bir tasarım ürünü olduğu fikrini taşımakta, dolayısıyla, zihinsel düzlemde oluşturulmuş bir teorinin işleyişi biçimlendirdiği bir metodoloji benimsenmiş bulunmaktadır. Teorinin oluşumu ise, değer yargılarının hakimiyeti altında biçimlenmekte ve nihai olarak sistemin ne ölçüde adil işleyeceği; doğrudan tasarımı yapan öznenin değer yargıları ve ahlak anlayışı ile ilişkilendirilmektedir.

Nitekim, İslami yazındaki kapitalizm analizlerinde de; Batının öncelikle zihinsel düzlemde “homoeconomicus” olgusunu yaratmış olduğu belirtilmekte ve sürekli kişisel menfaatleri ve kar maksimizasyonu güdüsüyle hareket eden bu insan tipinin de burjuvazi ve kapitalizmi yarattığı ileri sürülmektedir. Buna karşılık; İslami modelde diğergam (altruist) bir insan tipi tanımlanmış olduğundan kapitalizmin yol açtığı adaletsizliklerin bu sistemde olmayacağı iddia edilmektedir. Tanımlanan insan tipinde birey; toplum yararını kendi çıkarından üstün tutmakta, üstelik müteşebbis fakat kanaatkar bir nitelik taşımaktadır.11

Buna göre; “bir iktisat süjesi olarak müslüman, Allah’a inanan, rasyonel davranıp Allah’a güvenen, sebeplere başvurup Allah’a tevekkül eden, Allah’ın kullarına hizmet şuuru içinde müteşebbis, kul hakkına saygı gösteren, muhteris değil kanaatkar bir insandır.”

İslami yaklaşımın, insana bir iktisat süjesi olarak yüklediği ahlaki değerler; tanımlanmış ideal müslüman ahlakının, ekonomi alanındaki izdüşümlerini teşkil etmektedir. Dolayısıyla da, belirtilen özellikler; “idealize edilmiş” olan nitelikleri ifade etmektedir. Bu manada; İslami metodoloji içsel bir tutarlılık sergilemekte ve sistemsel işleyişin sorumluluğunu bireysel davranışa yüklediğinden, bireyin mükemmel ahlaki değerlerle donatıldığı bir insan tipi tasarlama çabası içinde bulunmaktadır.

Her inanç sisteminin öncelikle bir ahlaki öğreti olduğu düşünüldüğünde, ahlaklı insan yaratmak ve/ veya insan davranışının ahlaki prensipler çerçevesinde belirlenmesi amacında olmak yalnızca İslamiyet’e özgü bir nitelik taşımamaktadır. Bununla beraber, her din idealize ettiği ahlaki prensipleri biçimlendirirken, kuşkusuz ki, kendi inanç öğretisine atıfta bulunacaktır. Ancak, tüm dinler açısından ortak kabul edilebilecek bu eğilimler İslami iktisadın metodu ile birleştiğinde ise; sosyal adalet mekanizmalarının işletildiği bir iktisadi sistemi teşkil etmenin tek yolu toplumun “müslümanlaştırılmasından” geçmektedir.

Nitekim, kimi İslami araştırmacının ekonomik kalkınma konusunda geliştirdiği en somut önerilerin; tarikatların geliştirilip yaygınlaştırılmasıyla sınırlı olması da bu savı desteklemektedir. Çünkü; bu düşünceyi savunanlar, özellikle bilgi çağında beşeri sermayenin artan önemini vurgulamakta, bu nedenle “örnek insan”a duyulan ihtiyaca dikkat çekmekte ve tarikatların İslamın örnek insanlarını yetiştirmek konusundaki işlevselliğini gündeme getirmektedir. 13 Görüldüğü gibi, bu yaklaşım, bilgi çağında yetişmiş işgücüne duyulan ihtiyacı “örnek müslüman yetiştirme ihtiyacı” olarak değerlendirmekte ve bu yönüyle de, aslında, metodolojik bir tutarlılık arz etmektedir. Ancak; bu yaklaşım, aynı zamanda, İslami iktisadın neden seküler bir alternatif olamayacağının gerekçelerini de bünyesinde barındırmaktadır.

Kaldı ki; gerek İslami gerekse batılı birçok araştırmacı da, İslami yaklaşımın yönteminden hareketle, bu konuda fikir birliğine varmışlardır. Örneğin, Tabakoğlu, İslamın öngördüğü ekonomik düzenin anlamlı bir alternatif olabilmesi için kültür ve zihniyet bütünlüğünün önemine dikkat çekmektedir. İslami ilkelerin ancak kendi çizdikleri ortam içinde anlamlı olabileceğini ifade etmekte, ortamı ise; “hayat tarzı” olarak değerlendirmektedir.

Kuran ise, İslami metodoloji ışığında, ekonomik adaleti sağlamanın yöntemsel bir soruna indirgendiğini belirtmekte15 ve bu çerçevede, İslam ekonomisinin iktisadi perspektifinin yalnızca İslami karaktere bağlandığına dikkat çekmektedir. Buradan hareketle, bu doktrinin yaygınlaşmasını siyasal İslamın yaygınlaşması olarak değerlendirmekte ve İslam iktisadı disiplininin ekonomik olmaktan ziyade sosyal ve siyasal bir önem taşıdığını ifade etmektedir. Kuran’a göre; nüveleri 1940’larda biçimlenen ve 30 yıllık bir çalışmanın ardından, çeşitli ekonomilerde farklı ağırlıklarda, uygulama alanı bulan İslami ekonomik model; iktisadi kaygılardan ziyade müslümanların dini kimliğine ve geleneksel kültürüne sahip çıkmak için geliştirilmiş bir projedir. Çünkü; İslami iktisadın ayrı bir disiplin olarak teorize edilmesi görece çok yakın bir geçmişe dayanmakta bu durumda da; İslami kesimin öne sürdüğü “geri kalmışlıkla mücadelede alternatif arayışı” savı bu doktrinin ortaya çıkışını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu çerçevede, Kuran, İslam ülkelerinin uluslararası ekonomide etkinliklerini kaybetmeye başlamalarının yaklaşık bin yıl önceye dayandığını belirtmekte buna karşılık, İslam ekonomisi disiplininin birkaç on yılla ifade edilen yakın tarihine dikkat çekmektedir.

Benzer şekilde, Amin de, başta iktisat olmak üzere birçok İslami disiplinin yapılandırılmasına katkıda bulunmuş olan Mawdudi’yi “politik İslamın mucidi” olarak nitelendirmekte ve amacının; müslüman toplumların yalnızca İslami devlet yönetimi altında yaşayabileceklerini ispat etmek olduğunu öne sürmektedir.

Nitekim, İslami hareketi araştıran kimi sosyolojik çalışmada da; İslami ekonomik modelin toplumsal alanı İslamlaştırma projesinin bir parçası olarak kullanıldığı sonucuna ulaşılmıştır. Örneğin, Ismail (2004); İslamcı politikaların bir siyasal ideoloji gerektirdiğini belirtmekte ve bu ideolojinin de; şeriat hükümleri doğrultusunda faaliyet gösteren bir İslami yönetimin şart olduğu fikrine eklemlenmiş olduğunu ifade etmektedir. Bu çerçevede, toplumsal hayatın önemli alanlarını İslami geleneğe ait sembol ve işaretlerle donatma çabalarına dikkat çekerken, aslında İslami hareketin aktivisti olmayan birçok müteşebbisin de İslamlaştırma çabası kapsamında kullanılan aktörlerden olduğunu belirtmektedir. O’na göre; İslami ekonomik modelin uygulayıcısı durumundaki bu müteşebbislerin işlevi politik olup, kimlik politikasının temel stratejilerinden birini teşkil etmektedir.

Nilgün TUNÇCAN ONGAN

Kaynak: Çalışma ve Toplum

Makalenin Tamamını Okumak İçin Tıklayınız

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun