Anasayfa Makale İslam İktisat Düşüncesinde ve Ahilik Geleneğinde Piyasa ve Devlet Odaklı Politikalar Üzerine Bir İnceleme

İslam İktisat Düşüncesinde ve Ahilik Geleneğinde Piyasa ve Devlet Odaklı Politikalar Üzerine Bir İnceleme

by

Modern Dünyada Piyasa ve Piyasa Ekonomisinin Temel Dinamikleri ile İşleyiş Mekanizması

Piyasa, malların ve hizmetlerin alınıp-satıldığı bir ortamdır. Bu ortam bazen fiziki bir mekandır, bazen de sanal bir ortamdır. Piyasanın temel fonksiyonları şöyle özetlenebilir (Savaş, 2000, 12-14):

  • Alıcıların ve satıcıların ihtiyaç duydukları bilgilere dair haberleşmeyi sağlar.
  • Malların piyasa fiyatı sonucunda kimlerin alacağına dair dağıtımı sağlar.
  • Alıcıların ve satıcıların kendi menfaatleri doğrultusunda gerçekleşen mübadele ekonomik etkinliği sağlar.
  • Hangi malların, nasıl, ne miktarda ve kim için üretileceğini kendiliğinden organize eder (koordinasyonu sağlar).
  •  Alıcıların ve satıcıların durumlarını optimize ederek, menfaatleri dengeler.
  • Mübadele, fiyat ve dağıtım mekanizması karar birimlerinin hür iradeleri ile gerçekleştiği için, demokratik karar almayı sağlar.

Yukarıda bahsedilen özelliklere sahip bir ekonomik modele piyasa ekonomisi diyoruz. Piyasa ekonomisi kavramı, zaman zaman fiyat mekanizması, serbest piyasa ekonomisi, liberal ekonomi ya da kapitalist ekonomi gibi kavramlarla da ifade edilebilmektedir. İktisat biliminde, piyasa ekonomisinden bahsedildiğinde, şu unsurlar akla gelir (Taylor, 2004, 16):

  •  Fiyatların serbestçe belirlenmesi.
  • Mülkiyet haklarının ve buna dönük teşviklerin sağlanması.
  • Ferdiyetçilik ve rasyonellik.
  • Yurt içinde ve yurt dışında ticaretin ve rekabetin serbest olması.
  • Devletin rolünün asli görevlerle sınırlandırılması.
  • Özel sektör kuruluşlarının belli bir rol üstlenmesi.

Yukarıdaki unsurlar, bir piyasa ekonomisinin temel ayırt edici özellikleridir. Böyle bir ekonomide, tüm piyasalarda mal ve hizmetler ile üretim faktörlerinin fiyatları, alıcılar ve satıcılar tarafından arz ve talebe göre serbestçe belirlenir. Devletin güdümünde yürütülen bir kumanda ekonomisinde, bu söylenenlerin uzun dönemde gerçekleşmesi mümkün değildir.

İslam İktisat Düşüncesinde ve Uygulamalarında Piyasanın ve Devletin İşlevleri

Bu kısımda İslam iktisat düşüncesinde ve tarihi süreçte piyasanın ve devletin rollerinin ne olduğu ele alınacaktır.

İslam İktisat Düşüncesinde ve Uygulamalarında Piyasanın İşlevleri

İslam geleneğinde serbest piyasa sürecine ve mübadeleye Hz. Peygamber ve Asr-ı Saadet döneminden itibaren büyük önem verilmiştir. Esasında, Kur’an ve sünnete ilave olarak İslam’ın temel kaynakları da piyasa kültürüne ve ticari mübadeleye dair esaslarla doludur. Buna göre, hem teorik yazın hem de tarihi müktesebat piyasanın ve mübadele hacminin olabildiğince büyük olmasına önem vermiştir. Zira bu durumda piyasada mal bolluğu olacak, tedarik zinciri kesintiye uğramadan süreklilik kazanacak, bunu yaparken de din ayırımı, cinsiyet ayırımı ya da yurtiçi ve yurt dışı alıcı ve satıcı kısıtlamasına mümkün olduğunca gidilmeyecektir. Böylece piyasada mal darlığı ve fiyat pahalılığı mümkün olduğunca görülmeyecek; hem büyüme daha sürdürülebilir olacak, fiyat istikrarı da daha kalıcı olacaktır. Fakat, İslam geleneğinde mübadelenin olmazsa olmaz şartları vardır, bu şartlar yerine gelmeden mübadele gerçekleşmiş sayılmaz. Pazar yerleri de sıkı düzenleme ve denetleme mekanizmalarına tabidir. Hisbe teşkilatı, ihtisap kanunnameleri, fütüvvet ve ahilik teşkilatlanmaları, geçmişteki kurumsal uygulamaların en çok bilinen örneklerindendir.

Nitekim Hz. Peygamber serbest mübadele sürecine ve fiyat mekanizmasına o kadar önem vermiştir ki, köylülerin ürünlerini pazara getirirken, satıcı daha pazar yerine ulaşmadan, bazı uyanık şehirliler (tüccarlar) tarafından yolda satın alınmasını kesin bir ifadeyle yasaklamıştır. Zira, değişik hadis-i şeriflerde “binek gelenleri karşılamayın!”, “celeb malı karşılamayın!”, “satılık malları karşılamaktan nehi buyurdu” ve “pazarı karşılamayın!” (Müslim, Büyu, 5; Davudoğlu, 1980/7, 606) şeklinde buyurulmuştur. Çünkü hem üreticilerin hem de geniş tüketici kitlesinin hakkını korumak ve çok sayıda alıcı ile çok sayıda satıcıdan müteşekkil rekabetçi bir piyasa modeli oluşturmamak; böylece hem üretici refahını hem de tüketici refahını ortadan kaldıracak ve daha az emekle spekülatif kar elde eden tekelci aracıları ortadan kaldırmak hedeflenmiştir.

Zaten İslam uleması, buradaki nehyin hikmetinin uzak yerlerden pazara mal getirenlerin (câliplerin) aldanmaktan korunması olduğunda ittifak etmiştir. Maziri (453-536) bunu hem satıcıların (bedeviler) hem de alıcıların (şehirli tüketiciler) refahı için oldukça net bir ifade ile şöyle açıklar: “Şehirlinin bedevi namına satış yapması, şehirlilere merhameten yasak edilmiştir. Burada bedevi zarar çekmektedir. Halbuki, celep karşılaması, bedevinin aldatılmaması için nehî buyurulmuştur. Bundan dolayıdır ki, Peygamber, ‘mal sahibi pazara geldiği vakit muhayyer olur’ buyurmuştur…. Bu gibi meselelerde şeriat insanların maslahatını gözetir. Maslahat, bir kişiyi cemaate değil, bilakis cemaati bir kişiye tercih eder”. Yine konuyla alakalı olarak “şehirli, bedevî namına satış yapmasın; bırakın insanları Allah birbirlerinden rızıklandırsın!” demiştir. İbni Abbas’a bunun ne anlama geldiği sorulduğunda ise, “simsarı olmaması” cevabını vermiştir (Davudoğlu, 1980/7, 606-608).

Yukarıdaki celep hadisinde dikkat edilirse, pazara mal getiren satıcı köylünün aldatılması durumunda, kendisine akdi fesih hakkı tanınmıştır. Bu hakkın, iktisat teorisinde tam rekabet şartlarından ‘tarafların mübadeleye konu olan mal veya hizmetle ilgili eşit ve tam bilgiye sahip olması’ ilkesinin daha o dönemdeki ifade şekli olarak yorumlanabilir. İslam, her meseleye hak ve adalet ölçülerinden baktığı için, piyasa şeffaflığının olmaması nedeniyle, taraflardan birinin bilgi asimetrisinden dolayı aldatılması, yani zulme uğraması, yasaklanmıştır. Buradan hareketle, İslam’ın rekabetçi piyasa koşullarında daha çok mübadeleden ve bu yolla halkın refah seviyesinin artmasından yana olduğu, serbest rekabet şartları altında belirlenen piyasa fiyatının âdil fiyat olarak kabul edilebileceği (Kallek, 1997, 163) rahatlıkla söylenebilir. Hatta bunu Adam Smith’in 1776’da Milletlerin Zenginliği’nde ifade ettiğinden asırlar önce vazettiğini söylemek herhalde yanlış olamayacaktır.

Yine, Hz. Peygamber’in serbest piyasada oluşan mübadele hacmini artırmak için pazar vergilerini kaldırdığı, yükselen fiyatlar karşısında narh koyması istendiğinde, “fiyatı ayarlayanın, bolluk, darlık ve rızık verenin Allah olduğu”nu söyleyip, piyasa fiyatını öne çıkardığı, şehirlerarası mal sevkiyatı sırasında alınan iç gümrük vergilerine (meks) izin vermediği, hatta bu vergileri toplayanları lanetlediği bilinmektedir. Buna ilave olarak, Hem Hz. Peygamber hem de Hz. Ömer Medine pazarına diğer uzak şehirlerden gelmek isteyen ticaret adamlarını teşvik etmişler, bunlara dönük övgülerde bulunmuşlar, savaşlarda muharip olmayan müşrik tüccarların öldürülmesini yasaklamışlar, yabancı tüccarların mallarını serbest piyasa koşulları altında satabileceklerini ilan etmişler, gümrük vergilerini ya tamamen kaldırmışlar ya da büyük ölçüde düşürmüşler, ticaret kervanlarının Medine’ye güvenli bir şekilde ulaşabilmelerini ve burada güven içerisinde kalmalarını sağlamak için gerekli tedbirleri almışlar, özellikle köylerden şehirlere dönük mal sevkiyatını teşvik etmişler, şehirler ve ülkeler arası serbest ticaretin yaygınlaşması için kanallar kazdırmışlardır.

Bunların yanı sıra, Hz. Ömer, ülkedeki darlık buhranını ve enflasyonist fiyat istikrarsızlığını aşmak için, yerli tüccarların ithalata yönelmelerini teşvik etmiş ve iş adamlarının diğer ülkelere ve şehirlere bu amaçla çıktıkları seyahati, hac ve umre için yapılan seyahate eşdeğer saymıştır. Zira, bu iş adamları kendi çıkarları doğrultusunda kâr amacı gütseler de ülkede darlık, enflasyon ve karaborsacılık gibi istikrarsızlıkları gidermek suretiyle halkın refah seviyesinin artmasına katkıda bulundukları için, aynı zamanda önemli bir kamu hizmeti görmektedirler. Nitekim, Hz. Peygamber’in şu hadisleri meseleyi oldukça net bir şekilde açıklamaktadır: “Calib (uzak yerden mal getiren tacir) rızıklandırılmış, karaborsa ise lanetlenmiştir” (İbn Mâce, Ticarat, 12). “Kim Müslümanların beldelerinden birine yiyecek [maddesi] getirir ve cari fiyattan satarsa, şehit sevabı alır’ buyurduktan sonra, ‘… Allah… bir kısmınızın Allah’ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacağını, diğer bir kısmınızın ise Allah yolunda çarpışacağını bilmektedir…’ (Müzzemmil, 20) ayetini okudu”.

Bu hadisler, gayet açık bir şekilde Peygamber’in bizzat kendisinin ve büyük halife ve devlet adamı Hz. Ömer’in ekonomik krizlerin yaşanmaması, kaçınılmaz olduğunda da aşılabilmesi ve toplumun refah seviyesinin artırılabilmesi için, serbest mübadeleye ve rekabete ne kadar önem verdiklerini göstermektedir. Hatta, buradan anlıyoruz ki, İslam kültüründe piyasa, Allah’ın insanları birbirleri vasıtasıyla rızıklandırma mekanizması olarak telakki edilmektedir.

Yine, İslam geleneğinde piyasa sadece Müslüman alıcı ve satıcılara ait değildir. Nitekim, İslam geleneğinde şehirler, biri din esaslı, diğeri ise ekonomik esaslı olmak üzere, iki merkezli olarak kurulmuştur. Birisi, büyük câmi ya da ulu câmi (câmi-i kebir) ve medreselerin bulunduğu merkez, diğeri ise, çarşıların bulunduğu merkezdir. Bunlardan birincisinde sadece Müslümanlar, ikincisinde ise din ayırımı olmaksızın herkes bulunabilirdi. Şehirlerde halkın dünyevi faaliyetlerini gerçekleştiği ve yüzünün dışa açıldığı mekanlar çarşılar olmuştur. Bu gelenek, Osmanlı döneminde de devam ettirilmiştir. Şehirlerinde mahallelerin oluşumunda mahremiyetin sağlanmasına, dini ve mesleki birliğin korunmasına dikkat edilmiştir. Buna karşılık, çarşılar dışa açık tutulmuştur. Böylece, çarşılarda inanç esasına göre değil, meslek esasına göre bir düzenleme yapılmıştır (Karatepe, 1999, 28).

Piyasalar da bu çerçevede sıkı düzenleme ve denetlemeye tabidir. Örneğin, mülâmese (alıcı ve satıcı tarafların mala dokunmasıyla mübadelenin gerçekleşmesi), münâbeze (iki tarafın malı birbirine atmasıyla mübadelenin gerçekleşmesi) ve taş atımı gibi müşteriyi aldatmaya dayalı satış yöntemleri kesin olarak yasaklamıştır (Müslim, Büyu, 1; Davudoğlu, 1980/7, 588; Hammad, 1996, 249-52). Çünkü, bu tür satışlarda iki tarafın rızası, mal hakkında yeterince bilgi sahibi olması, icap ve kabulün yerine gelmesi söz konusu değildir. Modern iktisat deyimiyle, rekabetçi piyasalarda geçerli olan simetrik bilgi, bu tür piyasalarda yerini asimetrik bilgiye bırakmıştır. Böylece, alıcı ve satıcı taraflar, mübadeleye konu olan mal ya da hizmet hakkında eşit düzeyde bilgiye sahip değildirler. Böylece, daha çok bilgiye sahip olan taraf, diğeri aleyhine haksız bir kazanç elde etmiş olmaktadır.

İslam İktisat Düşüncesinde ve Uygulamalarında Devletin İşlevleri

İslam iktisatçılarının ekonomik hayatla ilgili devletin rolü ve temel vazifelerine dair şu hususlardan bahsettikleri görülür (Erdem, 2010, 21; Çapra, 1977, 96-116; El-Mübarek, 1978, 144-171; Khan ve Mirakhor, 1992, 11):

  • Adaleti sağlamak ve haksızlığa mâni olmak.
  • Kanun ve nizamın korunması, fertlerin can ve mal emniyetinin korunması.
  • İş ahlakının tatbik edilmesinin sağlanması.
  • Piyasa mekanizmasını bütün fertlerin menfaatine yönelik çalıştırmak.
  • İktisadi hayatı düzenlemek ve kurallar koymak.
  • Kamu mallarının sevk ve idaresinin yapılması.
  • Kamu hizmetlerini yürütmek.
  • Sosyal güvenliğin sağlanması.
  • Gerektiğinde fertlerin belli işlerin yapılmasına zorlanması

Adalet, İslamiyet’in adeta temel direğidir ve varoluş gayesidir; zira İslam her alanda zulmü ortadan kaldırmak ve adaleti hâkim kılmak için vardır. Bir devleti uzun dönemde ayakta tutan ana unsur adalettir. Nitekim, ünlü İslam bilgini Suhreverdi’ye göre, “mülk küfürle yok olmaz, zulümle yok olur”. Hz. Ömer de vefatı esnasındaki etrafındakilere şöyle der: “… benden sonra yerime gelecek halifeye yapılan akitler ve şartnameler mucibince, Rasûlullah’ın zimmilerine haklarının tam olarak verilmesini, can ve mallarının emniyeti uğrunda icap ederse savaşılmasını, takatlerinin fevkinde yükler yüklenmemesini tavsiye ederim…” (Ebu Yusuf, 1973, 203). Kur’an-ı Kerim’de de şöyle denir: “Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız, adaletle hükmetmenizi emreder…” (Nisa, 58).

İbn Haldun’a göre adalet, Allah’ın yaratıkları arasında kurulmuş bir ölçüdür ve Allah bu ölçünün başına bir idareci (devlet, devlet idaresi) getirmiştir. Bu idare halkın özel mülkiyetine, özel teşebbüsüne hükmetmemelidir. Zira, o mülkler fertlerin (özel sektörün) elinde daha etkin olarak işletilmekte, istihdam sağlanmakta ve devlete buralardan vergi ödenmektedir. İbn Haldun’a göre, devlet haraç ve vergi ödeyenlere de zulmetmemeli (Haldun, 1986, 78). İbn Haldun ister devlet ister özel şahıs tarafından yapılsın, birinin mülkünün elinden alınmasını, işinin ücretinin eksiltilmesini ve haksız vergi toplamayı zulüm olarak değerlendirmiştir (Haldun, 1986, 80).

Hz. Peygamber Veda Hutbesi’nde, “mallarınız ve canlarınız bu hac günü gibi mukaddestir” buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, “bir Müslümanın malik olduğu can, mal ve servet, öteki Müslümana haramdır” denilmiştir. Şu hadis ise, İslam’ın bu konuda devlete biçtiği rolü daha net olarak sergilemektedir: “Hira’dan Kabe’ye tek başına seyahat eden bir kadın öyle emniyet içinde olmalıdır ki, yolda Allah’tan başka korkacak kimse bulunmasın” (Çapra, 1977: 97). Hz. Ömer hilafeti döneminde Medine’ye gelen bir gayri Müslim ticaret kafilesini Mescitte misafir etmiş ve Abdurrahman b. Avf’la birlikte olası bir hırsızlık vakasına karşı sabaha kadar nöbet tutmuştur. Halife Ömer’in özellikle şu ifadesi çok meşhur olmuştur: “Irak’ta bir katırın ayağı sürçse, ‘niçin yolunu genişletmedim’ diye kendimi kıyamet gününde Allah’ın huzurunda mesul görürüm” (El-Kardavi, 1975, 153). Hz. Ömer’in adalet konusundaki hassasiyeti Akif’in Kocakarı ile Ömer şiirinde şöyle ifade edilir (Ersoy, 1977, 97-98):

Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu; Gelir de adl-i İlahi sorar Ömer’den onu!

Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes’ul! Yetimi, girye-i hursan alır, Ömer mes’ul’

Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse; Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!

Zemine gadr ile bir damla kan dökünce biri; O damla bir damla girdap olur boğar Ömer’i

İslam geleneğinde, genel olarak yapılan iş temel İslami kurallara uygun olduğu müddetçe devletin müdahalesi düşünülmez; çünkü esas olan, iş hayatında teşebbüs hürriyetinin tanınmasıdır. Ancak, temel ahlaki kurallara riayet edilmediği takdirde, devlet belli bir kurumsal çatı altında kurallar çerçevesinde gerekli denetimi yaptıktan sonra piyasaya müdahalede bulunur. İslam geleneğinde piyasaların düzenlenmesinden ve narh uygulamalarından sorumlu kuruma Hisbe Teşkilatı denir. Bu teşkilat, etkinlik düzeyi değişse de ilk dönem İslam toplumlarından Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını korumayı başarmıştır. Teşkilat adına piyasa kontrollerini yapan kişiye muhtesip denir (Oğuz ve Tabakoğlu, 1991, 73-74). Muhtesiplerin bir kısmı, işin tam mı eksik mi yapıldığını; bir kısmı, zanaatkârların doğru ve güvenilir kimseler olup-olmadıklarını, diğer bir kısmı da yapılan işin iyi mi kötü mü olduğunu kontrol eder.

Osmanlı döneminde de tıpkı yukarıda anlatılan esaslara benzer ama daha geliştirilmiş şekilde uygulamalar yapılmıştır. Piyasaların kontrolü, hem Ahi birliklerinin kendi iç kuralları ile hem de devletin hisbe (ihtisab) kurumu vasıtasıyla yapılmıştır. Hatta narh uygulamaları, narh nizamnameleri veya narh kanunnameleri şeklinde resmileştirilmiştir. Özellikle II. Bayezid döneminde (1481-1512), 1502 ile 1507 tarihleri arasında hazırlanan ve 100’den fazla maddeyi içeren Bursa, Edirne ve İstanbul Şehirleri için çıkarılan İhtisab Kanunnameleri, Osmanlı döneminde devletin piyasayı nasıl düzenlediğine dair önemli ipuçları vermektedir.

Kamu hizmetlerini yürütmekten maksat ise, halkın genel refah seviyesini yükseltmeye yönelik yol, köprü, baraj, su kanalları, elektrik, telefon ve internet hatları gibi fiziki altyapı yatırımlarının yanı sıra, eğitim ve halk sağlığı alanlarında sosyal alt yapı yatırımlarının devlet tarafından planlanması ve gerektiği kadarını bizzat kendisinin üstlenmesidir.

Sosyal güvenliğin sağlanması ve yoksulluğun önlenmesi bakımından ise, İslam elinden geleni yaptığı halde fakirliğin pençesine düşmüş vatandaşların geçiminin temin edilmesinde, devlete mutlak yükümlülük getirmiştir. Ünlü İslam düşünürü Yusuf El-Kardavî, fakirlik sorununun tedavisinde İslam’ın getirdiği çözüm yollarını şöyle sıralar (El-Kardavi, 1975): Kişinin kendisinin çalışması, zengin akrabaların himayesi, zekât, devlet yardımı, zekâttan başka vacip haklar (komşuluk hakkı gibi) ve serbest sadakalar ve ferdi ihsan. Bu sıralamaya dikkat edilirse, İslam’da esas olan kişinin alın terinin kazancını yemesidir. Miskinlik, tembellik ve dilencilik her zaman yerilmiştir. Veren el alan elden üstün tutulmuştur. Çalıştığı ya da çalışmak istediği halde geçimini sağlayamayan insanların kendi haline terk edilmemeleri gerektiği vazedilmiştir.

Son olarak, devlet gerektiğinde fertleri belli işlerin yapılmasına zorlayabilir. Bunlar özellikle savaş ve ağır doğal felaket durumlarında halkın acil ihtiyaçlarının karşılanması bakımından devletin müdahalesi kaçınılmaz hale gelebilir.

Ahilik Geleneğinde Ekonomide Piyasanın ve Devletin İşlevleri ve Politik Çıkarsamalar

Bu kısımda İslam-Türk geleneğinin bir uygulama biçimi olarak fütüvvetnâmelerin ve Ahilik uygulamalarının devlet-odaklı ve piyasa odaklı iktisat politikaları konusunda nerede yer aldığı üzerine bir değerlendirme yapılacaktır.

Fütüvvetnâmelerde Piyasaya ve Devlete Bakış

Fütüvvetnâmeler ahilik kurumunun inanç esaslarının, hayat felsefesinin ve ahlak anlayışının referans kaynağı olarak kabul edilebilir. Günlük hayatta her Müslümanın uyması beklenen adap ve erkanı içeren kurallardan oluşan fütüvvetnâmeler, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren varlığını korumuş, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de iktisadi hayatın tanziminde önemli bir yer tutmuştur. Dolayısıyla, esas olarak Kur’an’ı, sünneti ve ehl-i beytin söz ve davranışlarını referans olarak kabul eden bu belgeler 10. yüzyıldan itibaren önce Arapça, ardından Farsça ve 11. yüzyıldan itibaren de Osmanlı Türkçesi olarak yazılmaya başlanmış ve İslam toplumlarının iktisadi hayatında önemli bir yer edinmiştir. Bu kısımda amaç, söz konusu fütüvvet belgelerinin İslam iktisat düşüncesinde ve tarihsel uygulamada devlet-odaklı ve piyasa-odaklı iktisat politikaları konusunda nerede durduğunun tespit edilmesidir.

Burada açıkça şu tespiti yapmak mümkün: Fütüvvetnâmelerdeki bilgilerden hareketle esas olarak devlet merkezli bir ekonomik model mi yoksa serbest piyasa merkezli bir ekonomik model mi önerildiğine dair net bir kanaat belirtmek kolay değildir. Ama belgelerin ruhundan özel mülkiyetin ve teşebbüsün geçerli olduğu ama belli ahlaki kaideler çerçevesinde kamu otoritesinin denetimine tabi olduğu anlaşılmaktadır. Başka bir ifade ile, tam anlamıyla serbest piyasanın işleyişini çağrıştıracak bir anlayıştan çok, belli ahlaki normal çerçevesinde hareket eden ve kontrollü-müdahaleci bir iktisadi anlayışın hâkim olduğu söylenebilir. Esasında fütüvvetnâmelerin amacı da buna pek uygun değildir. Zira bu belgelerin hedef kitlesi ağırlıklı olarak esnaf kesimi olarak bilinse de toplumun tamamıdır; esas olarak İslami normlar çerçevesinde daha erdemli bir toplum inşa etmektir. Bu hususta bir kanaat edinmek için iktisadi uygulamalarda fütüvvetnâmelerin örneğin, adalet meselesine nasıl baktığına bakıldığında, bu hususta da doğrudan bir bilgi yer almamaktadır. Ama bu konuda da net olarak devlet-odaklı bir iktisadi politika önerisinin olmadığı anlaşılıyor; zira metinlerin içeriğinde İslam düşünürlerinin bu konudaki hassasiyetleri ile tenakuz oluşturacak bir ifade ve tavır da söz konusu değildir.

Kaldı ki, bu kitapları yazan kişilerin müktesebatının genel olarak bu tarz makro düzeyde sosyal ve iktisadi politikalar üretmeye yeterli olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Zira bahsi geçen konular üzerine hüküm inşa etmek ve buradan politikalar geliştirmek ileri düzeyde Kur’an, hadis, fıkıh/muamelat ve toplum bilimleri ve olayları konularına vakıf olmayı ve belli düzeyde ilmi salahiyeti gerektir. Oysa bahsi geçen eserlerin müelliflerinin ayet ve hadis metinlerini bile kaynaklarına riayet ederek düzgün bir şekilde veremedikleri, yer yer ayetlerle hadisleri karıştırdıkları, hadislerin kaynağına ve sıhhatine hiç dikkat etmedikleri, pek çok uydurma sözü hadis niye naklettikleri, baskın bir şekilde dönemin Alevi Bektaşi söyleminin tesirinde kaldıkları görülmektedir (Gölpınarlı, 1955- 1956; Gölpınarlı, 1949-1950). Kısacası, fütüvvetnâmelerin ne müelliflerinin düzeyi ne de hitap ettikleri kitlenin düzeyi ne de sahip oldukları siyasi ve kültürel zihniyet burada cevabı aranan sorunun cevabını vermeye yetkin ve yeterlidir.

Osmanlı Döneminde Ahilik Sistemi Uygulamalarında Piyasanın ve Devletin İşlevleri

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, Kayseri ve Konya gibi Anadolu’nun pek çok yerinde bugünkü anlamda meslek-temelli küçük sanayi siteleri diyebileceğimiz yerel ekonomik kümeleşmelerin oluştuğu  bilinmektedir. Örneğin, Kayseri’de o dönemde birçok çarşının faaliyette olduğu ve buralarda üretilen halı ve kilimlerin İstanbul ve diğer Rum şehirlerine ihraç edildiği belirtilmektedir. Kayseri gibi pek çok Anadolu şehri, ticaretteki merkeziyet konumunu, daha önceki devirlerde olduğu gibi, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de büyük ölçüde devam ettirmiştir. Özellikle Selçuklular, izledikleri başarılı ticaret politikaları sayesinde, Kayseri gibi ticarete uygun şehirleri, Anadolu’nun ve dünyanın önemli bir ticaret merkezi haline getirmişlerdir.

Bu çerçevede, 12. ve 13. yüzyıllarda uluslararası bir pazar ya da fuar yeri konumundaki Yabanlu Pazarı, adını bu pazardan aldığı iddia edilen Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinin Pazarören köyünde kurulmuştur. Devrinin önemli bir pazar yeri durumundaki Yabanlu Pazarı’nda sadece yerel ve ulusal üreticilerin ve tacirlerin malları değil, aynı zamanda diğer devletlerden üretici ve tacirlerin malları da pazarlanmakta idi. Burada, Anadolu tüccarı, ürettiği gümüş, bakır ve demir madenini, kitre, sakız, reçine ve kuru meyveyi, yapağı, tiftik, deri ve deriden mamul malları, diğer ülkelerden gelen mallarla değiştiriyordu (Erdem, 2009, 43; Sümer, 1985, 14).

Piyasaların kontrolü ya da narh uygulamaları, Hz. Peygamber’in döneminden itibaren aşağı yukarı tüm İslam toplumlarında uygulama bulmuş bir politikadır. Amaç, tamamen tüketicinin haklarının korunmasıdır. Zira yöneticilerin (devletin), sorumlulukları altında bulunan vatandaşlarının tüm hak ve hukuklarını koruma gibi kutsal sayılan bir görevleri vardır. Bu anlayıştan dolayıdır ki, bizzat Peygamber’in kendi döneminden itibaren “devletin (piyasaya) müdahalelerini gerçekleştirecek devlet organı” olan Hisbe Teşkilatı, tüm İslam toplumlarında yer almıştır.

Osmanlı döneminde Hisbe Teşkilatını andıran uygulamalar yapılmıştır. Piyasaların kontrolü, hem Ahi birliklerinin kendi iç kuralları ile hem de devletin hisbe (ihtisab) kurumu vasıtasıyla yapılmıştır. Hatta narh uygulamaları, narh nizamnameleri veya narh kanunnameleri şeklinde resmileştirilmiştir. Mesela, esnaf ve sanatkârların meslekleri ile ilgili hususları düzenleyen 1630 yılından önceye ait olduğu sanılan bir belgede şöyle denilmektedir:

… ve yalan yere şahadet edenler ve tezvir hüccet (yalan belge) verenler ve onunla amel edenler, kadı katında sabit olduktan sonra muhkem haklarından geline. Ve şer’an muamele edenleri (faizcilik), onu  on birden ziyade verdirenleri ve ribayı (tefecilik) dahi kat’a ettirmiyeler.” (Erdem, 2004: 17).

1502 ile 1507 tarihleri arasında Bursa, Edirne ve İstanbul Şehirleri için çıkarılan İhtisab Kanunnameleri, Osmanlı döneminde devletin piyasayı nasıl düzenlediğine dair önemli ipuçları vermektedir. Örnek olarak, bunların bazılarını aşağıda verilmiştir (Akgündüz ve Öztürk, 1999: 126- 7):

Ve kile ve arşun ve dirhem gözlenile; eksüği bulunanın hakkından geleler… Ve mahkeme kararıyla yiyecek ve içecek ve giyecek ve hububat ki; çarşıda ve pazarda vardır, gözedilüb her meslek sahibi teftiş oluna. Eğer terazuda ve kilede ve arşunda eksük bulunursa, muhtesib (belediye başkanı) haklarından gele. 

Ekmekçiler, standard olarak alınan ekmeği narh üzere pak işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Ekmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa, tahta külah uralar veyahud para cezası alalar. Ve her etmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Ta ki, aniden bazara un gelmeyüb müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhalefet edecek olurlarsa, cezalandırıla.

Aşcılar bişürdükleri aşı pak bişüreler ve çanakların pak su ile yuyalar ve tezgahlarında kafir olmaya. Ve iç yağiyle nesne bişürmeyeler. Ve bir akçelik eti her ne narh üzere alurlar ise beş pare olur. Bir akçelik aş alanın aşına bir pare koyalar. İki pulluk dahi etmek vereler. Bir akçelikten artuk alsalar ya eksük alsalar, bu hisab üzere vereler. Cem’i Edirne’nin aşçıları ittifakiyle teftiş olundı.

Ve sirke ve yoğurda su koymayalar. Su katılmış olub bulunursa, teşhir edeler veyahud tahta külah uralar, gezdireler… Ve hamallar nalsuz at istihdam etmeyüb ve dağ yükünün iki yükünden ziyade götürmeye… Ve her sanatı aydan aya kadı ile teftiş ede ve dahi göre ve gözede. Her kangısı kim tayin olunan narhdan eksük sata, muhtesib hakkından gelüb teşhir ede.”

Yukarıdaki ihtisab kanunnameleri, aynı zamanda birer narh defteridir. Çünkü, zikredilen malların içeriklerinin ve niteliklerinin yanı sıra, bunların fiyatları da yer almaktadır. Bu uygulama, İmparatorluğun ilk yıllarından itibaren Ahilik teşkilatlarında olduğu gibi, daha sonraki dönemlerde lonca tipi esnaf teşkilatlanmasında da devam ettirilmiş; kalite kontrolü konusunda esnaf müteselsilen birbirine kefil yapılmıştır. Tesbit edilen standardlara uymayanlar, esnaf idarecileri (kethüda, yiğitbaşı) tarafından uyarılmış; devamı hâlinde ise, konu kadıya götürülmüştür. Kadı, suçun niteliğine göre, örneğin, ustalıktan kalfalığa indirme cezası veya kürek cezası verme yetkisine sahiptir (Erdem, 2009, 80-81; Kütükoğlu, 1999, 24-25).

Osmanlı’nın ilk dönemlerinde ise, muhtesiplerin işlevlerini büyük ölçüde Ahiler yerine getirmiştir. Ahi birlikleri, bir yandan üreticiler arasındaki haksız rekabeti ve tekelci eğilimleri önlemeye çalışırken, diğer yandan tüketici haklarının korunmasına yönelik düzenlemeler yapmışlardır. Bu amaçla, esnafın ihtiyaç duyacağı hammaddelerin temininde tahsis siyaseti benimsenmiştir. Bu yolla hem esnaf hammadde sıkıntısı çekmemiş hem de tekelcilik ve ihtikar (spekülasyon) büyük ölçüde önlenmiştir (Erdem, 2009, 87; Erdem, 2004, 17).

Ahilik sisteminde aynı meslek erbabı aynı çarşıda yan yana faaliyet gösterdiği için, ürünlerin kalite ve fiyatları bakımından tam bir rekabet söz konusudur. Hatta piyasa kendi kendini kontrol mekanizmasına sahiptir. Öyle ki, kaliteli mal üretme ve satma konusunda hileli iş yapan esnaf piyasada kendiliğinden ve düzenli kontrollerde kolaylıkla fark edilebilmekte ve teşhir edilebilmekte idi (pabucun dama atılması). Dolayısıyla, rekabetçi piyasalarda aranan standart mal ve simetrik bilgi özellikleri bu tür çarşılarda büyük ölçüde sağlanmış oluyordu (Erdem, 2009, 86-87).

Ekrem ERDEM

(Bu metin makaleden alıntıdır. Makalenin tamamını okumak için kaynaktaki bağlantıyı tıklayabilirsiniz.)

 

Kaynak: Dergi Park

Ahilik ile ilgili diğer yazılar: 

Ahilikteki Ahlaki Değerlerin İslam Öncesi Arabistan Yarımadasındaki Temellerine Bir Bakış

Ahilik ve Anadolu Toplum Hayatına Etkisi

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun