Anasayfa Araştırma Ahilikteki Ahlaki Değerlerin İslam Öncesi Arabistan Yarımadasındaki Temellerine Bir Bakış

Ahilikteki Ahlaki Değerlerin İslam Öncesi Arabistan Yarımadasındaki Temellerine Bir Bakış

by

İnsan, hayatını idame ettirmek için maddî ve manevî vesilelere ihtiyaç duyar. Bunu da tek başına değil, diğer insanlarla birlikte yaşayarak başarır. Birlikte yaşama zarureti, beraberinde karşılıklı hak ve vazife kaidelerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsanlar bu kurallara uydukları sürece huzur ve güven içinde yaşamışlardır. İslâm öncesi dönemde Arabistan’da insanlar bir kabile düzeni içinde yaşıyorlardı. Bu yaşantı tarzında utanç verici davranışlar olduğu gibi aynı zamanda erdemli davranışlar da vardı. İslâm, utanç verici davranışları yasakladı ve faziletli davranışları teşvik etti. Cömertlik, iyilik, cesaret, yiğitlik, dürüstlük, misafirperverlik, kardeşlik gibi bu güzel değerler, İslâm’da insanların hayat biçimi olmuştur. Zamanla bu ahlâkî değerler “Fütüvve” teşkilatı ile sistemleştirilmiş ve Abbâsîlerin devlet telakkisi haline gelmiştir. Dönemin halifesi tarafından yapılan davetle Anadolu Selçuklu Devleti de bu anlayışı benimsemiştir. Daha sonra Anadolu’da “Ahilik” olarak adlandırılan bu anlayış, “Fütüvve” teşkilatının mirasçısı olmuştur. “Kerem, fütüvvet, mürüvvet ve uhuvvet” kavramları Ahiliğin temel ahlâkî değerleri olmuştur. Ahilik, Anadolu insanı için güzel bir kardeşlik deneyimi olmuştur.

İnsanoğlu dünyaya ayak bastığı an itibariyle kendisini sürdürmesi gereken bir hayatın içinde bulmuştur. Hayatını idame ettirmek için maddi ve manevi vesilelere ihtiyaç duymuştur. Bunu da tek başına değil, kendi gibi hemcinsleri ile birlikte yaşamak suretiyle başarmıştır. Diğer insanlarla birlikte yaşama zarureti, beraberinde karşılıklı hak ve vazifeye dayanan kaidelerin oluşmasını sağlamıştır. İnsan toplulukları bu hak ve vazifelere riâyet edilen yerlerde ve zaman dilimlerinde huzur içinde yaşamayı temin edebilmişlerdir. Aksine durumlarda ise zulüm ve karışıklığa muhatap olmuşlardır. Dünya tarihi bu hak ve vazifelere riâyet edildiği yer ve zaman dilimlerine sahne olduğu gibi bu kaidelerin çiğnendiği birçok yer ve vakaya şahitlik etmiştir. Konumuzla ilgili olarak ele alacağımız bölge Arabistan yarımadasıdır. İslâm öncesi Arabistan’da sürdürülen hayat tarzını ele aldığımızda; hususen Hicaz bölgesinde insanların kabile hayatı sürdürdüğü, kabilenin koyduğu kaideler çerçevesinde hayatın şekillendiğini görüyoruz. Bu kaide ve temayüllerin bir kısmı insanlık şeref ve haysiyeti ile bağdaşmıyordu. Bunların bir kısmını sıralayacak olursak; putperestlik, kan davaları, zorbalık, çapul ve yağmacılık, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek, insanları soylarından dolayı ayıplamak veya üstün görmek, insan haklarının çiğnenmesi, içki, kumar gibi kötü alışkanlıklardır. Kaynaklarımızda bu yakışıksız, çirkin davranışlar ‘Mesâlibu’l-Arab’ (Arapların ayıpları) başlığı altında ele alınmıştır. İslâmiyet’in bölgeye hâkimiyeti sonrasında bu olumsuz davranışlar ortadan kaldırılmıştır. Bunların yanında İslâm öncesi dönemde Arapların yüzyıllar boyunca oluşturdukları güzel davranışları da vardı. Bunlara ise; ‘Fezâilu’l-Arab’(Arabların faziletleri) denilir. Kerem, cömertlik, şecaat, mürüvvet, yiğitlik, ahde vefa, zayıfı himaye, misafirperverlik, zorluklara karşı sabır, kanaatkârlık vs. bunlardandır. İslâmiyet bu ve benzeri güzel davranışları kabullenerek övmüş, bir kısmına da yeni anlamlar yükleyerek, insanlığın hayrına olan eğilimleri teşvik etmiştir. İslâmiyet’in Arabistan ve civar memleketlere yayılmasıyla birlikte eşzamanlı olarak oluşan İslâm ahlâk nizamı, fert ve toplumu kucaklayarak nesiller boyu Müslümanların şiarı olmuştur.

İslâmiyetin doğduğu ve ilk yayıldığı bölgelerde yaşayan insanlar, toplumlar beşerî ve maddî kaynaklar açısından kendilerinden önce bu coğrafyada yaşamış kadim Babillilerin, Mısırlıların, İbranilerin, Farisilerin ve onların değişik komşularının medenî geleneklerinin devamı durumundaydılar. Mevcut olan kültür ve gelenek çok daha kadim miraslar üzerine kurulmuştu. Toplum hayatı, İslâm’ın gelişinden hemen önceki asırlar boyunca Samî ve İran dillerinde ifadeye kavuşturulmuş olan geleneklerin mirasçısıydı. Dahası Müslümanlar, söz konusu bölgedeki atalarının sıkıntılarını, fırsatlarını ve geleneklerini de büyük ölçüde tevarüs etmişlerdir. İslâm’ın gelişi ile toplum hayatında iyi ve güzel sayılan değerlere dokunulmamıştır. Devam ettirilen bu değerler, zaman içerisinde tedricen İslâmî bir üsluba bürünmüşlerdir. Bu dönemin anlayışı için temel kaynaklarımız; özellikle Arabistan yarımadası için Câhiliye şiiri, Arap atasözleri, Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, Hz. Peygamber’in hadisleri ve Asr-ı saadet döneminde yaşayan insanlardan rivâyet edilmiş olan haberlerden ibarettir.

Peygamberimiz ve dört halifeden sonraki asırlarda Arabistan’da tedricen oluşan teşkilatlı ‘Fütüvve’ hareketinin kökleri de, İslâm öncesinde Arapların seciyesine yer etmiş güzel temayüllere dayanır. Fütüvve anlayışına kaynaklık etmiş olan ve bilahare Ahiliğe de geçmiş olan en temel ahlâkî ilkelerden bir kısmını ele aldığımızda ana hatlarıyla; kerem, mürüvvet, fütüvvet ve uhuvvet değerleri şeklinde sıralayabiliriz. Diğer ahlâkî hasletler, bir anlamda bu ana kavramların tamamlayıcı parçası olarak devam etmişler, fakat bir sosyal harekete ilham kaynağı olacak şekilde tebarüz edememişlerdir.

1. Kerem

Sözlük anlamı;’ كرم / k-r-m’ kökünden, ikram etme, ihsanda bulunma, misafirperverlik, asîllik, nezaket, af, bağış gibi anlamlara gelir. Câhiliye Arapları bu hususta adeta yarış yaparlardı. Bu meziyetleriyle iftihar ederler veya başkalarına övgüde bulunurlardı. Bir kişiye misafir geldiğinde devesi dışında hiçbir şeyi olmayan adam misafiri için o biricik devesini keser ikramda bulunurdu. İkram vesilesi olarak içki içmek ve kumar oynamakla da övünürlerdi. Çünkü içki içmek bolca harcamak, kumar oynamak da kazanan kişinin kazancından yoksullara dağıtması sonucunu veriyordu. Bu sebeple bolluk ve çokluğu ifade için, üzüm ağacına ‘kerm’ ve üzüm şarabına ‘bintü’l-kerm’ adını veriyorlardı. Üzüm, meyve olarak tane ile değil salkım şeklinde ikram edildiğinden, iyiliğin, cömertliğin çokluğundan kinaye olarak kullanılmıştır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm içki ve kumarın cüz’î, kıymetsiz de olsa bu yönünü inkâr etmemiş fakat “o ikisinin (içki ve kumarın) günahı faydasından büyüktür.” şeklinde izah getirmiştir. Yine Araplardan bazılarının sadece insanları doyurmakla kalmayıp dağlardaki kuşlar ve vahşi hayvanlar için buralara yiyecek bıraktıkları kaydedilmiştir. Bunlardan Hâtem et-Tâi’nin cömertliği dillere destan olmuştur. ‘Kerîm’ sıfatının eski Arapça’da sınırsız cömertlik ve asâlet fikirlerinin tam bir bileşimi olduğunu hatırlamamız gerekir. Yani ‘kerîm’ o kişidir ki, kendi asil soyluluğunu sınırsız cömertçe davranışları içinde müşahhas olarak ispatladığı için, herkes o şahsın asil olduğunu kabullenmiştir.

Kerm/kerem, aslında bütün iyi hasletleri ve sıfatları bünyesinde barındıran yelpazesi geniş bir kelimedir. Faziletlerin başında gelir. Câhiliye şiirinde ‘kerem sahibi, halîm, güzel vasıfları kendinde toplamış, bu iyiliklere rağbet eden kişi’ saygın ve makbul insandır. ‘Kerm-kerem’ sadece insanlar için değil hoşa giden eşya ve başka canlılar için de kullanılmıştır. Mesela, ‘ahcâru’l-kerîme/الأحجارالكريمة‘’-(kıymetli taşlar), ‘keremü’l-feres’/كرم الفرس’’-(asîl at), ‘keremü’s’sehab/كرم السحاب ‘-(Bol yağmurlu bulut) vb. bunlardan bir kaçıdır. Câhiliye kültüründe,’kerm’ kökünden türemiş daha birçok kelime vardır. Gerek isim, gerekse fiil olarak faal bir şekilde kullanılan bu kelimeler mahiyet itibariyle iyilik, asâlet, güzellik ifade etmekle birlikte, anlamlar arasında derece farkı vardır. Kerem, kerîm, kirâm, küremâ, kerâmet, kerrâm, ekrem, ikrâm, mükrim, mekremet, mükerrem, mekârim, mükâreme, tekerrüm, tekrîm vb. sadece bunların bir kısmıdır. Kerem sahibi kişilere övgü mahiyetinde ‘kerîm’ sıfatı verilmiştir. Bunun zıddı olarak da ‘leîm’ sıfatı, yermek için kullanılmıştır.

İslâmiyet’in gelişi ile Arapların bu hasleti, iyi yönde âyet ve hadislerle teyit ve teşvik edilmiştir. Şu kadar var ki bu kavram İslâmî dönemde eski gösteriş, gurur gibi duygulardan arındırılarak içi takva ve tevazu ile doldurulup yeniden tanzim edilmiştir. ‘Kerîm’ kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de şerefli, değerli anlamında Cibrîl’in, Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’in, iyi ve bol anlamında bitkilerin, rızkın, mükâfatın, şerefli anlamına Hz Yusuf’un, iyi bir mevki ve makamın sıfatı olarak kullanılmıştır. Allah’ın sıfatı olarak iki âyette geçmiştir. Her iki âyette de insanın Allah’a karşı isyan ve nankörlük durumu karşısında Allah’ın ‘kerem’ vasfı hatırlatılmıştır. Allah’ın ‘kerem sahibi’ olduğu, yine aynı şekilde ’celâl ve ikrâm sahibi’ olduğu, bir başka âyette de bu lütuf ve ikram vasfı ‘ekreme’ fiiliyle ifade edilmiştir.

Hz. Peygamber ise bir hadisinde; “Allah kerîmdir, keremi sever.” buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber, sahâbenin üzüm ağacına ‘kerm’ demesi üzerine, “Üzüme kerm demeyin, fakat üzüm ve hale deyin, çünkü ‘kerm’ müminin kalbidir.” iyilik ve faydalarının çok olması dolayısıyla buna üzüm ağacından çok, mümini kalbi layıktır şeklinde bir izah getirilmiştir. “Ben mekârim-i ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” hadisiyle Hz. Peygamber ahlâkı keremle ilişkilendirmiş ve bu kavrama verilen ehemmiyete ışık tutmuştur.

Bu konu ile ilgili uygulamalara baktığımızda dikkate değer olaylardan birisi; Mekke’nin fethi sonrasında vuku bulmuştur. İslâmiyet’in yayılışında en mühim hamlelerden birisi Mekke’nin Müslümanlar tarafından feth edilmesidir. Mekke müşriklerinin Müslümanlara ellerinden gelen her türlü eza cefayı yapıp, doğup büyüdükleri Mekke’de yaşamalarına dahi imkân vermeyip, Medine’ye hicretlerine sebep olduklarını biliyoruz. Müslümanlar hicretin sekizinci yılında, Mekke’yi fethettiğinde Hz. Peygamber’in Mekkelilere hitaben: “Bugün size nasıl muamele edeceğim/davranacağım, düşünceniz nedir?” şeklinde soru yönelttiğinde; Mekkeliler: “Güzelce muamele bekleriz, Sen kerim bir kardeşsin ve kerim bir kardeşin oğlusun,” diye cevap vermişlerdir. Hz. Peygamber ise “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.” diyerek hepsini affetmiştir. Bu çok hassas bir anda, mağlup olmuş bir topluluğun, galip komutandan ’انت اخ كريم وابن اخ كريم‘ şeklinde medet beklemeleri, ‘kerem’ kavramının ‘af’ unsurunu da ihtiva ettiğini ve bu kavrama yüklenen derin ve köklü manayı bilmeleri dolayısıyla olsa gerektir.

Ayrıca yine mevzumuzla alakalı olarak; Mekke’nin fethi dolayısıyla, İslâm’ın ve Müslümanların amansız düşmanlarından İkrime b. Ebû Cehil ve Safvân b. Ümeyye, Hz. Peygamber’in onları öldürteceğini düşündüklerinden Mekke’den kaçmışlardı. İkrime için hanımı Ümmü Hakîm bint Hâris, Safvân için de amcaoğlu Umeyr b. Vehb, Hz. Peygamber’den eman aldılar. Umeyr, Cidde limanında Safvân’a yetişmiş, Hz. Peygamber’in kendisine eman verdiğini söylediğinde, Safvan’ın inanamayışı üzerine; ‘O senin sandığından daha hâlîm, daha kerîmdir’, diyerek amcaoğlunu ikna etmiştir. Ümmü Hakîm ise firar eden kocasına Yemen’de yetişmiş ve ona hitaben; “İnsanların en halîm ve kerimi olan zâttan senin için emân aldım.” diyerek, eşinin Mekke’ye dönüşünü sağlamıştır. Bir başka olay ise, Fetih sonrası Mekke’de şair İbn-i Zibe’râ, Müslüman olurken Hz. Peygamber’i metheden bir şiir söylemiştir. Bu şiirin sonuna doğru: “Şehadet ettim ki, senin dinin doğrudur, haktır. Sen ise kullar arasında yücesin, büyüksün. Allah şahit olsun ki, Ahmed seçilmiştir, salihler arasında beklenmektedir ve kerimdir.” mısraları ile onu övmüştür.

Görüldüğü üzere henüz Müslüman olmuş insanlar, Hz. Peygamber’den ve ahlâkından bahsederken, Hz. Peygamber’in ‘kerîm’ sıfatını ve ‘mekârim-i ahlâkını’ ön plana çıkarmaktadırlar. Bu konuda fert ve toplum şuurunda, maşerî vicdanda çok derin ve geniş bir mutabakatın olduğu ortaya çıkmaktadır. Kerem ahlâkı, bir anlamda insanların itirazsız, müşterek buluşma noktası ve teminatı olmaktadır. Arapların İslâm’ı kabullerini müteakip ‘mekârim-i ahlâk’ mevzuu değerini kaybetmemiş, bilakis en mühim meselelerinden biri olmuştur. Daha sonraları bu konuda çok şümullü eserler vücuda getirilmiştir. İnsanların bir kavramı garipsemeden kolaylıkla benimseyip intibak etmeleri ve bir ülkü haline getirebilmeleri, o kavrama yatkınlık ve kültürün o mefhumun yeşerip gelişmesine müsait, ortamın da hazır olmasıyla izah edilebilir.

Fütüvvet’le ilgili ilk eserlerden birisini telif eden Sülemî’nin (ö. 412/1021) ‘Kitâbu’l-Fütüvve’ deki konu başlıklarından birisi ‘İsti’mâlu mekârim-i ahlâk/’استعمال مكارم الاخلاق dır. Bu eser daha sonra Ahiliğin el kitabı mahiyetindeki ‘Fütüvvetnâme’lere kaynaklık etmiştir. Fütüvvetin önemli şartlarından biri olan kerem/ikram ahlâkı, bilindiği üzere Ahiliğin olmazsa olmaz şartlarından birisi olarak devam etmiştir. Ahinin kapısının ve sofrasının misafire, elinin muhtaca açık olması cömertlik ilkesinin öne çıkarılması, kerem ahlâkının eseridir. Uzun yüzyıllar boyu ticaret, imalat, ilim-irfan ve toplumun her sahasında faal bir şekilde yer alan, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında önemli hizmetleri görülen Ahiliğin dilimiz ve kültürümüze kazanılmasında katkıda bulunduğu kavramlardan birisi olan ‘kerem’ kelime ve mefhum olarak çeşitli kullanımlarıyla hayatımızda yer bulmuştur. Mesela; Allah’ın lütfu keremi, Allah’ın izni keremi, Allah’ın inâyet ve keremi, kerem etmek/eylemek/kılmak, kerem sahibi, keremin var/bol olsun, kerem buyurun, ikram etmek, ikramiye, âyet-i kerîme gibi günlük konuşmalarımızda sık kullandığımız tabirlerdir. Yine ‘kerîm’ kelime olarak Ahilikte önemli bir yer tutan ‘civanmertlik ve âlicenâplık’ kavramları ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Ahiliğin sadece Anadolu’da değil, Türkistan’a kadar yayıldığını ve o yöreleri de etkilediğini biliyoruz. Türkistan Kaşgar’da XIII. asrın ilk yarısında manzum olarak kaleme alınan ahlâk kitabı ‘Atabetu’l-hakâyık’ın bir bab başlığı ‘Kerem, hilim ve diğer iyilikler’ hakkındadır. Bu başlık altından örnek olarak; “Keremsiz insan meyvesiz ağaç gibidir, meyvesiz ağacı kesip ateşte yak.” mısraı zikr edilebilir. Osmanlı Türkçesinde; lütf u kerem, cûd u kerem, kerâmet, keremdîde, keremgüster, keremkâr, keremkârane, keremperver, kerempîşe, keremver, mükrim, mekremet, tekrîm, tekerrüm kelimeleri de yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bu tabirlerin bir kısmı hala kullanılmaktadır.

2. Mürüvvet

Kelimenin aslı ‘el-Murûa’dır. Türkçe’ye mürüvvet olarak geçmiştir. Sözlük anlamı “mer’/مرأ” kökünden “erkek” demektir. Terim anlamı kişilik, erkekliğin kemal noktası, insaniyetin kemale ermesi, kişinin kendinden beklenen iş ve iyi hasleti icra etmesi vb. anlamlara gelir. Câhiliye edebiyatında ahlâk kelimesinden ziyade bir ölçüde iyi ahlâk mânasını ifade etmek üzere mürûa (mürüvvet) tabirine daha çok rastlanır. Câhiliye Arap şiirinin en mühim mevzularından birisi medhtir (övmek). Medh edilen şahsın övülmeye vesile olan vasıfları cesaret, kahramanlık, cömertlik, himaye, hilm, sebat ve iffettir. Bu hasletlerin mühim bir kısmını mürûa içine alıyordu. Mürüvvet kavramı üzerine uzun bir tahlil yapan meşhur müsteşrik I. Goldzıher (ö. 1921), sonuç olarak ‘mürûe’nin Arapların fazileti anlamına geldiği, Latince ‘virtus/fazilet’ kelimesinin lafız ve etimolojik olarak mürüvvet anlamında olduğunu söylemiştir. Goldzıher’i inceleyen B. Fares (ö. 1963) ise bu konuda Goldzıher’in fikrine katılmayıp, ‘Câhiliye devri Araplarının ahlâkî prensiplerine göre, ırz (şeref, izzet-i nefis) tabirini mürûe ile birlikte teklif etmiş, mürüvvet karşılığı olarak Almanca ‘mensch/adamlık’ kelimesi üzerinde durmuştur. Muhtemelen bu tahlilleri gören T. İzutsu’ya (ö. 1993) göre ise mürüvvet; bedeviler arasında en yüksek ahlâk fikrini, faziletini, daha da doğrusu çölün tüm faziletlerinin bileşkesini simgeler. Câhiliyenin en yüksek ahlâk idealinin ‘mürüvve’ olduğunu ve bunun cömertlik, yiğitlik, cesaret, sabır, güvenirlik ve doğru özlülük gibi değişik faziletleri ihtiva ettiğini ifade ettiğini, İngilizce ‘manness/erkeklik’ kelimesinin mürüvvetin muadili olabileceğini söylemiştir. Arap Ahlâkî Aklı üzerine oldukça hacimli bir eserinde El-Câbiri, mürüvvet üzerine bir bölüm ayırmış, geniş tahliller neticesinde; saf Arap aklında yani Câhiliye ahlâkında merkezî değerin mürüvvet olduğu, daha çok kişinin iç dünyasını temsil ettiği, orta yaş ve yaşlılara has meziyetleri ifade ettiği noktasında karar kılmıştır.

Araplar kendilerini yaratılış itibariyle şehamet ve mürûet sahibi olarak kabul ederler, güçlünün zayıfı ezmesinden hoşlanmazlardı. Hz. Peygamber’in risaletle görevlendirilmeden önce Abdullah b. Cüd’an’ın evinde çeşitli kabile mensuplarından oluşan heyetle bir araya gelerek; Mekke’de veya Mekke’ye dışardan gelenlerin haksızlığa uğraması halinde, mağdurun hakkını alıp icra edilen haksızlığı giderinceye kadar mücadele etmek üzere sözleşme yapmaları (Hılfu’l-Fudûl) bu tür davranışlardan birisidir.

Mürüvvet hasleti İslâm’dan sonra da makbul davranış olarak muamele görmüştür. Hz. Ömer’in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte: “Müminin keremi takvâsı, dini asaleti, mürüvveti ise ahlâkıdır.” diyen Hz. Peygamber, keremi takva ile mürüvveti ise ahlâkla irtibatlandırmıştır. Yine Hz. Ömer, halifeliği sırasında Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye gönderdiği bir mektubunda; “İnsanlara Arapça’yı öğret, zira Arapça, (bedii, beyan, fasahat yoluyla) aklı ziyadeleştirir ve (nezaket, edep ile) mürûeti gerçekleştirir.” şeklinde tavsiyede bulunmuştur. Tabiînden meşhur kumandan ve edip Ahnef b. Kays’a mürûetin ne olduğu sorulduğunda; “İffet ve hırfet’tir.” şeklinde cevaplamıştır. Mevzumuz ile alakalı olarak bu söz üzerinde durulması gerekiyor. Zira Ahiliğin en mühim unsurlarından birisi, mensuplarını ‘iffet ve hırfet’ sahibi olarak yetiştirmeleridir. Ahinin elinin ve eteğinin temizliği, bir başka deyişle eline, diline, beline sahip olması iffeti; helalinden geçimini temin edecek bir zanaata, hünere sahip olması ise hırfeti ifade eder. Ahiler asırlar boyunca ‘ehl-i hıref/zanaat ehli’ olarak anılmışlardır. Zanaatı olmayan zaten Ahiliğe kabul edilmez idi. Herif kelimesi, tabir olarak; esnâf, bir san’at veya zanaatı olan, kendini ispatlamış saygın kişiye denirdi. Herhangi bir ahinin, davranışlarında bir iffetsizlik veya zanaatında hile ve sahtekârlık tespit edilmesi, tecziye ve duruma göre meslekten ihraç edilme sebebi idi.

İslâmî dönemde ‘mürüvvet’ kavramı, İslâm ahlâkının ihtiva ettiği bütün faziletleri içinde barındıracak şekilde anlam genişlemesi kazanmıştır. Ayrıca mürüvvet, fütüvvet hareketinin en önemli kaidelerinden biri olarak kabul edilmiştir. ‘Mürüvvet’ kavramı, zaman zaman fütüvvet ile yakın veya eş anlamı ihtiva etmiştir. Sadece Ahilik değil, İslâm tasavvuf kollarının hemen hepsi tarafından benimsenmiştir. Anadolu’da maya tutan birçok tasavvufî anlayışa kaynaklık etmiş olan Hoca Ahmed Yesevî’nin (ö. 1166) Hikmet’lerinde Hz. Peygamber’i överken ‘Geceleri yatıp uyumaz, tilavetli Muhammed; Garip ile yetime mürüvvetli Muhammed’ şeklinde ‘mürüvvet’ hasletine atıfda bulunmuştur. Ahiliğin Anadolu’da yayıldığı dönemde yaşamış olan Mevlânâ Celâleddin (ö. 1273), bir şiirinde: ‘Ey hâce-i fütüvvet dîbâce-i nübüvvet; Vey husrev-i mürüvvet pinhan menûş helvâ’ beytinde fütüvvetle mürüvveti bir arada anmıştır. Ahilikte ise; fütüvvet ehline göre mürüvvet, fütüvvetin esasıdır. Fütüvvet ise mürüvvetin sonudur. Bu bakımdan her mürüvvet ehli, fütüvvet sahibi değildir, fakat her fütüvvet ehli mürüvvette en ileri dereceye ulaşmıştır.

Anadolu Ahiliğinin önemli kaynaklarından Radavî Fütüvvetnamesi’nin sual-cevap kısmında; ‘Suâl etseler: Başında ne var ve kulağında ne var? … el-Cevab:‘Başımda mürüvvet ve akıl vardır ve kulağımda üstadımın nasihatı vardır…’ şeklinde mürüvvete atıf yapılmaktadır. Ahilik kültürü ile yoğrulan dilimizde mürüvvetle başlayan, insaniyet, yiğitlik, mertlik, lütuf, ihsan vb. anlamlarına birçok tabir ve deyim vardır. Mesela, ‘mürüvvetli/siz, mürüvvetmend, mürüvvetşiar, mürüvvet etmek, mürüvvetini görmek, mürüvvette endâze olmaz’ bunlardan bir kısmıdır.

3. Fütüvvet

Fütüvvet kavramı, “Fetâ/فتي” kökünden türetilmiştir. “Fetâ” sözlük anlam itibariyle “genç, yiğit, cömert” demektir. Fetâ kelimesinin çoğulu “fitye ve fityân”dır. Fütüvvet ise gençlik, kahramanlık, yiğitlik, mertlik, diğerkâmlık, fedakârlık, affetme, tevazu, ağırbaşlılık, tahammül etme, liderlik eğilimi vb. güzel ahlâk sahibi olmak anlamlarına gelmektedir.

Fetâ kavramının ilk olarak ne zaman kullanılmaya başlandığı konusunda kesin bir kanaate varılamamakla birlikte, İslâmiyet öncesi Câhiliye devrinden itibaren İslâm tarihi boyunca çeşitli dönemlerde anlam ve muhteva değişikliklerine uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. ‘Fetâ’ kelimesinden türetilmiş fütüvvet ise zaman içinde kurumlaşma ve teşkilatlanmaya doğru yol almıştır.

İslâm öncesi dönemde, bilhassa Arabistan’ın Hicaz bölgesinde devlet denilebilecek bir örgütlenme mevcut değildi. Kabileler halinde yaşayan, reisleri tarafından yönetilen büyük veya küçük yerleşim birimlerinde hayatın tabii seyri içinde, iyi meziyetlere büyük önem veriliyordu. Yiğitlik, cömertlik, kahramanlık vb. özelliklere olumlu vurgu yapılıyordu. Câhiliye Araplarının çirkin davranışlarına karşın, bu güzel hasletlere sahip insanlar, bilhassa gençler itibar görüyorlardı. Fütüvvet, Arap gençlerinin ahlâkındaki merkezî değer olma özelliğini koruyor idi. Fetâ diye isimlendirilen bu gençler, toplumda bir kurumlaşmayı değil, münferit bir kişiliği temsil ediyordu. Câhiliye devrinde Hâtem et-Tâî, Halid b. Velid, Muhammed b. Abdü’l-Aziz b. Züraretü’l-Killabi, Mus’ab b. Zübeyr vs. kimseler fütüvvetleriyle tanınmışlardır. Tabiatıyla Câhiliye devrinin takdirine mazhar olmuş bu gençlerin, o devrin icaplarına göre bir ahlâka sahip olduklarını teslim etmek zorundayız. Cahiliyye devri fütüvvetini en özlü bir şekilde şiirinde anlatan Tarafe b. Abd (ö. 569?); “Kavmim, ‘içinizde feta kimdir?’ dediklerinde, beni kast ettiklerini düşündüm, hemen koştum, ürkek ve korkak davranmadım. Ne zaman yardım isteseler, imdatlarına yetiştim. Her kabile kendi fetâlarının kahramanlığına muhtaçtır. Fetâ da kendi kahramanlığına ihtiyaç duyar…” dedikten sonra, devam eden beyitlerde hayatın gayesinin; ‘şan, şeref ve şaraptan ibaret olduğunu’ ifade ederek mevzuu hülasa etmiştir. Eğlence, sarhoşluk ve zenginliğin Câhiliye fetâsının ahlâkî renkleri arasında olmasına rağmen en yerleşik ve en önemli nitelik olarak, cömertlik, yiğitlik, diğerkâmlık, fedakârlık, kendini arkadaş grubuna veya topluma feda etme gibi Araplarda adamlığın ölçüsü olan hasletler ve övgüye değer vasıflar bulunmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’e bakacak olursak; Kur’ân’da fütüvvet kelime olarak geçmemekle birlikte, “Fetâ” kelimesi iştikakıyla birlikte on yerde geçmektedir. Sözlük anlamıyla bile olsa Kur’ân-ı Kerîm’in bu kadar sık işaret ettiği bir kelimenin, toplumda yaygın bir karşılığı olduğu akla gelmektedir. Bu âyetlerden bilhassa Hz. İbrahim’den ‘fetâ’ şeklinde bahsedilmesi, dikkate değerdir. Çünkü Mekke şehri, Kabe’nin inşası, Kureyş kabilesinin hikayesinin her safhası, Hz. İbrahim’le alakalı hatıralar taşımaktadır. Bu hatıralar fert ve toplum nezdinde olumlu çağrışımlarla en azından Hicaz bölgesindeki insanların zihinlerinde diri tutuluyordu. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamber’in Hz. İbrahim’e olumlu vurguları, dönemin İslâm karşıtları tarafından itiraza uğramamıştır. Bu denli geniş ve olumlu kabul gören örnek şahsiyet Hz. İbrahim’in, diğer vasıflarına ilaveten ‘fetâ’ olarak takdiminin, insanları müspet yönde etkilediğini düşünüyoruz. Kur’ân içine nazil olduğu cemiyetin, sağlam unsurlarına atıf yaparak irtibat kurup, mevcut müşterek noktalardan yeni müştereklikler inşasına doğru yol almıştır. Fakat burada üzerinde durulması gereken nokta, ‘feta’ kelimesinin bir teşkilatlı birimi değil, münferit bir şahsiyeti temsil etmesidir.

Konu ile ilgili kayda değer bir başka olay ise; hicretin dördüncü yılı, Adal ve Kâre kabilelerinden bir heyet, Medine’ye gelerek kabilelerinden İslâm’ı kabul eden kişilerin bulunduğunu söylemişlerdir. Bu vesile ile İslâm’ın esaslarını öğretecek bilgili kişilere ihtiyaçları olduğunu Hz. Peygamber’e iletmişlerdir. Hz. Peygamber de, bu kabileye İslâm’ı öğretecek altı kişilik bir irşat heyeti görevlendirmiştir. Ancak bu şahıslar, Reci’ adı verilen bir noktada Müslüman heyete hıyanet ederek tutuklayıp Mekkelilere satmak istediler. Altı Müslüman muallim kılıçlarını çekip bunlarla çarpıştı. Dördü şehit oldu, diğer iki kişi tutuklanıp Mekkelilere satıldı. Bu iki kişi Mekkelilere en ufak bir tezellül emaresi göstermeyip kahramanca tavır sergiledikleri için öldürüldüler. Olayın Medine’de duyulması büyük bir üzüntüye sebep oldu. Bu hüzün ile Peygamber şairi Hassan b Sâbit, Mekke’de öldürülenler için söylediği ağıtta Hubeyb için ‘yiğitler yiğidi /فتي الفتيان‘ ‘ tabirini ve şehit olan diğer arkadaşları için de yine ‘fetâ’nın çoğulu ‘fityan/فتيان’ kelimesini kullanmıştır. Bu vakadan anladığımız, ‘fetâ’nın, yiğit, kahraman tiplemesi olarak toplum nezdinde hâla kabul gördüğü ve Hz. Peygamber döneminde de bu hususun devam ettiğidir.

İfade edildiği üzere, Araplar, İslâm’dan önce kültürlerinde var olan ‘fütüvvet anlayışını’ İslâm’dan sonra İslâmî değerlerle geliştirerek devam ettirmişler ve İslâmiyetle birlikte İslâm dünyasına yaymışlardır. Münferit ‘fetâ’dan, müşterek teşkilatlı ‘fütüvvet’e doğru bu anlayışın kurumlaşması, İslâm’ın Arabistan’da yerleşip, komşu coğrafyalara da hâkim olmasını takip eden yüzyıllarda gerçekleşmiştir. Fütüvvet anlayışı, bilhassa buhran dönemlerinde gençler için bir mefkûre halini almıştır. Gençlerin dışında, yukarıda da temas edildiği üzere, mürüvvet kavramında olduğu gibi, fütüvvet kavramı da İslâm sûfî çevrelerinde samimiyetle benimsenmiştir. III/IX. asır sonrası tasavvufî alanda ‘Fütüvvet’ üzerine zengin bir edebiyat oluşmuştur. Bu durum bize, fütüvvet anlayışının, cemiyetin çeşitli tabakaları üzerinde müspet ve umumî bir tesir bıraktığını göstermektedir. Sonuç olarak, İslâm beldelerinde ahlâk, safiyet, yiğitlik vb. birçok renk ve kalıpta tezahür eden fütüvvet anlayışı, zamanla teşkilatlanarak, Abbâsîler zamanında resmî devlet telakkisi ve altında toplanılan şemsiye fikir olarak kabul görmüştür. Abbâsî halifesi Nâsır Lidinillah (1180-1225) zamanında gerçekleşen bu durum sonrası, bizzat halife tarafından, bütün Müslüman ülkeler ‘Fütüvvet’e dahil olmaya davet edilmiştir. Fütüvvet anlayışı Anadolu’ya bu resmî davet yoluyla girmiştir. Anadolu Selçuklu sultanı I. İzzeddin Keykavus (1211-1220) döneminde fütüvvetin kabul görmesinden sonra, yüzyıllar boyunca devam edecek olan Anadolu fütüvvet hareketi de diyebileceğimiz Ahilik, bünyesinde yazılı, sözlü ve fiili olarak muazzam bir karşılık bulmuştur.

Ahiliğin el kitabı mahiyetindeki fütüvvetnâmelerde, fütüvvetle ilgili birçok unsur vardır. Zaten edebiyatımızda bir tür olarak yerini alan bu eserler, baştan sona dînî, ahlâkî öğütler veren metinlerden ibarettir. Ahiler her şeyden önce kendilerini ‘ehl-i fütüvvet’ olarak görürler. Türkçe fütüvvetnamelerin birçok yerinde; ‘ehl-i fütüvvet olanlara lazımdır ki…’, ‘ehl-i fütüvvet der ki…’ şeklinde başlayan çokça ibare vardır. Bu fütüvvet nişanesi olarak kabul edilen her davranış, her tavır, doğrudan bir peygamber veya Hz. Peygamberimiz ile irtibatlandırılarak, İslâm ahlâk kaideleri, birer fütüvvet prensibi olarak Ahilik içinde yerini almıştır. Mesela Radavî Fütüvvetnâme’sinin daha ilk sayfasında; “… Hâtemü’l-Enbiyâ vel mürselîn ve alâ âlihi ve ashâbihi ecmaîn buyurmuşdur ki; Fütüvvet üç kısımdır. Evvelen: Allah emrini hıfz etmekdir; ikinci: Sünnet-i Rasule riâyet etmekdir; üçüncü: Ehlullah ile sohbet etmekdir.”

Radavî’nin bir diğer nüshasında ‘Fütüvvet hırkası’nı Cebrâil’in Hz. Âdem’e giydirdiği, Hz Âdem’den peygamberler yoluyla Hz. Muhammed’e intikal ettiği ve Hz Peygamber’in de ‘Fütüvvet libâsı’nı Hz. Ali’ye giydirdiği, ondan da diğer sahâbîlere emanet edildiği’ ifade edilmiştir. Bir diğer fütüvvetnamede, fütüvvetin Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e ulaştırılması, “Âdem’den Hâtem’e, Hâtem’den de bu deme…” şeklinde özetlenmiştir.

Ahiliğin benimsemiş olduğu fütüvvet ilkeleri, günümüzde ‘Esnaf ve Ticaret Odaları’ tarafından her yıl çeşitli kutlamalarla gündeme getirilerek yaşatılmağa çalışılmaktadır. Bu doğrultuda birçok ilimizde çeşitli dallarda esnaf ve vatandaşa,‘Fetâ Ödülleri’ dağıtılması gelenek halini almış durumdadır. Yine ülkemizdeki sendikaların bir kısmı, kendi tarihî altyapılarını ahilikteki fütüvvet ile irtibatlandırmaktadırlar. Bu ve benzeri eğilimler, fütüvvet ilkesinin kültürümüzde köklü bir yere sahip olduğunu göstermektedir.

4. Uhuvvet

Uhuvvet kavramı, kelime olarak, “a-h-v/اخياخو” kökünden türetilmiştir. “Ahi” kelimesinin sözlük anlamı, nesep itibariyle “kardeş/im” demektir. Çok yakın samimiyetten dolayı yakın dost ve arkadaş için de kullanılır. Ahi kelimesinin, ‘ihve ve ihvân’ şeklinde iki çoğulu vardır. İhve’nin daha çok kan kardeşleri için, ‘ihvân’ ise kan bağına bakmaksızın aynı inancı, ülküyü paylaşan kimselerin, manevî yakınlığını ifade için kullanılmıştır. Uhuvvet, kardeşlik anlamında ‘ahi’ kelimesinden türetilmiştir bir kavramdır.

Her insanın fıtrî olarak aynı aile ve hatıraları paylaştığı öz kardeşine yakınlık duyması en tabii bir durumdur. Dünyanın her yerinde belki derecesi farklı olmakla birlikte, mahiyeti itibariyle nesep kardeşliği en yakın alaka olarak kabul edilir. Denilebilir ki, kardeşlik alaka ve sevgisi, zaman ve coğrafyaları aşan bir bağdır. Bu tabii durum Câhiliye Araplarınca bir derece daha ileri götürülerek aynı soydan gelen şahıslardan meydana gelen fertlerin birbirine kan, nesep yoluyla bağlandıkları örfî ve ictimaî karşılığı olan ‘kabile’yi oluşturmalarını netice vermiştir. Arap toplumunda kabile en büyük birlik olup, bu topluluk en küçük alt kollarına kadar çeşitlenir. İslâm’dan önce, bilhassa Hicaz bölgesinde fertlerin hukukunu koruyacak merkezî bir devletin olmaması, çöl hayatının ortaya çıkardığı şartlar, fertlerin müşterek menfaatlerini elde etme, tehlikelere karşı korunma, sosyal dayanışma, dâhili ve harici anlaşmazlıkların çözümü, kabile nizamı ile sağlanmıştır. Bu sebeple ister bedevî ister hadarî olsun, her Arap nesebini korumaya özen gösterir, kabileye sıkı sıkıya bağlı olarak yaşardı. Kabile nizamının esasını oluşturan şuur asabiyettir. Ferdî oluşumlara imkân tanımayan ve müşterek hareketi esas alan asabiye şuuru, Câhiliye devrinin hemen bütün faaliyetlerine mührünü vurmuştur. Asabiye, üyelerin kabîlelerinin şan ve şerefi için savaşmak, ölmek, servetini harcamak, sınırsız ikramda bulunmak, eğlence tertiplemek, kendi kabile üyelerinin hukukuna azami derecede dikkat etmek ve kabileye mutlak adanıştaki müthiş ihtirastan ibarettir. Kabile anlayışı, Arap toplumunun üzerine bina edildiği tüm ahlâkî fikirlerin ve değerlerin de menbaı idi. Kendi kabilesini yücelten Câhiliye Arabı, düşman veya rakip kabileye her türlü kötü muameleyi hak görebiliyordu. Kabileler arası hasmâne tavırlar, ancak aralarında birbirlerine eman verme, hilf, civar ve ittifak anlaşmaları ile sükûnet bulabiliyordu.

Asabiye anlayışını Câhiliye devri cengaver şairi Düreyd b. Sımme’nin (ö. 8/630) şu beyti açık bir şekilde anlatır; “Ben Gaziyyeliyim, Eğer o yolunu şaşırır ise ben de şaşırırım yolumu, ve şâyet Gaziyye doğruya yönelirse, onunla birlikte ben de yönelirim.” Yine asabiyenin zihinlerdeki karşılığını bir başka şair Cündeb b. Anber et-Temimi; “Ey dirençli kerim kişi, zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” şeklinde dile getirmiştir. Buradaki kardeşten maksat kabile mensubudur. Bu söz Araplar arasında darb-ı mesel haline gelmiştir. İslâmî dönemde Hz. Peygamber de bu sözü söylediği zaman, ashâb; “Ya Resûlallah! Mazluma yardım ederiz, fakat zalime yardım nasıl olur ?” diye sorduklarında, “Onu zulümden alıkoyarsın.” diye cevap vermiştir. Şüphesiz Hz. Peygamber’in kastettiği kardeş tabiri Müslüman din kardeşidir.

Hz. Peygamber de kendisine verilen İslâm’a davet görevini açıkça ifa etmeye başladığı ilk zamanlar tabii olarak yakın aile, çevre ve akrabasından işe başlamıştır. Aile, akraba ve kabile dayanışma ruhunu göz ardı etmemiştir. Hz. Peygamber’e olumlu cevap verenlerin yanında, amcası Ebû Leheb’in dışında çoğunluk, hemen Müslüman olmasa da açıkça muhalefet etmemişlerdir. Yine Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, hayatının hiçbir safhasında İslâm’ı kabul etmemiş olmasına rağmen, asabiye gereği yaşadığı sürece ona sahip çıkmıştır. İslâm’a karşı çıkan Mekke müşriklerinin, Müslümanların günden güne çoğalması karşısında yaptıkları birçok hamlenin sonuç vermemesi onları, Müslümanlar ve henüz Müslüman olmamasına karşın Hz. Peygamber ve çevresini himaye eden Haşimoğullarını dışlayıp, sosyal ve iktisadî bağları keserek üç yıl süren bir boykota gitmelerine sebep olmuştur. Bi’setin yedinci ve onuncu yılları arasına tekabül eden bu boykot hareketinin delinmesi ve ortadan kaldırılması da yine Haşimoğullarına anne tarafından akraba olan Mekke’lilerin itirazı ile mümkün olabilmiştir. Bu boykot hadisesi boyunca asabiye ilkelerinin karşılıklı bir şekilde uygulandığına şahit oluyoruz.

Hz. Peygamber’in Mekke’deki davet döneminde, İslâmî hareketi engellemeye çalışanların önde gelenlerinden Velid b. Muğîre’nin başkanlığında müşrikler, özellikle çölden Kabe’yi ziyarete gelenleri Hz. Peygamber’le temas ettirmemek adına yaptıkları toplantıda, uzun müzakereler sonunda Hz. Peygamber için “Baba ile anneyi, karı ile kocayı, kardeşle kardeşi, kişi ile kabilesinin arasını ayırıyor.” şeklinde yine Arapların hassas olduğu asabiyeye vurgu yaparak, müşterek bir fikirde karar kılmışlardır.

Asabiye anlayışını aksettiren bir başka dikkat çeken olay ise İslâm tarihinin önemli bir noktası Bedir vakası sırasında meydana gelmiştir. Hz. Peygamber ve arkadaşlarının Mekke’de kalamayacak derecede tazyik edilmeleri sonucu, Mekke’den Medine’ye hicretleri dahi, Mekkeli müşriklerin Müslümanlara olan öfkesini dindirmemişti. Düşmanlığın sürmesi sonucu patlak veren Bedir Harbi (2/624) sonunda başta Ebû Cehil olmak üzere yetmiş Mekkeli öldürülmüştü. Bedir’de öldürülen Mekkeliler için ağıt yakan Hâris b. Hişâm öldürülen Mekkelileri övüp, karşı taraftaki Müslümanları kötülerken, tamamı asabiye anlayışına misal olacak bir mersiye söylemiştir. Bu da o günün insanının hayatında asabiyenin ne kadar mühim bir yer tuttuğunu göstermektedir. Şair, Kureyş ölüleri için “Asil savaşçılar olarak öldüler ve aşîreti satmadılar” derken; Müslümanlar içinse “Ama siz ne yaptınız? Gassan’ı dost tutup bizi sattınız, bu nasıl bir iştir?” dedikten sonra ‘Müslümanları hıyanet, cürüm ve akrabalık bağlarını kesmekle suçlamış, bunun akıl almaz bir durum oluğunu’ tasvirle kendince Câhiliye örfüne uygun bir şekilde, asabiye bağlarına atıfta bulunarak Müslümanları en ağır bir dille hicvetmiştir.

Câhiliye döneminde, asabiyeye riayet etmeyen kişiler dışlandığı gibi topluluklar da ayıplanmıştır. En bariz misali Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicreti ile burasını mekan tutup tebliğine devam etmesi ve İslâmiyetin Medine’den Arabistan’a yayılması, Medinelilerin, yani Evs ve Hazrec kabilelerinin o zamana kadar pek alışılmadık bir şekilde Mekkeli Müslümanlara sahip çıkmaları ve her şeylerini paylaşmaları Araplar (ın en azından bir kısmı) arasında kabul görmemiştir. O dönemde yaşamış olan şaire Asma b. Mervân el-Hatmî tarafından Medine’de yaşayan kabileler tavırları sebebiyle hicvedilmiştir. Şiirinde esefle; “Mâlik, Nebît, Avf ve Hazrec oğulları! Sizin dışınızdan gelen yabancı birine uydunuz ki o ne Murad ne de Mezhic’e mensup değildir.” derken yine asabiyeye vurgu yapmakta, şiirin devam eden kısmında ‘Medinelilerin sonunda asabiyeye riayet etmedikleri için pişman olacağını, umduklarına ulaşamayacaklarına’ işaret ederek, kendince asabiyenin önemi ile ilgili uyarıda bulunmuştur.

Buraya kadar anlaşılacağı üzere, İslâm öncesi kabile kardeşliği ve çıkarını hedefleyen asabiye anlayışı, İslâm dininde olumlu karşılık bulamamıştır. İslâm dini, fıtrî bir bağ olan aile, akraba ve yakınların gözetilmesini, alakanın kesilmemesini öğütlerken, insanlara iyilikle muameleyi ve iyilikte yardımlaşmalarını, hatta yarışmalarını tavsiye etmiştir. Kötülük ve düşmanlıkta ise birbirine destek vermeyi yasaklamıştır. Câhiliye devrinde olduğu gibi sadece kan ve nesep bağının, tek başına bir hareket gerekçesi olamayacağını beyan etmiştir. Zira İslâm dini, ahlâkî değerleri, akide birliğini esas alan bir inanç toplumunun temellerini atmıştır ve oluşturmaya çalışmıştır. Önemli olanın, kan bağı ve nesep değil, inanç ve bu inancın gerektirdiği ahlâkî faziletler olduğunu vurgulamıştır. İnsanların aynı atadan meydana geldikleri, kimsenin, kimseye kanıyla, kabilesiyle, ırkıyla üstünlüğünün olamayacağı, gerek Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, gerekse Peygamberimiz’in hadîsleri ile müteaddit kereler açıklanmıştır. Üstünlüğün, kerem ve asaletin Allah katında kötülüklerden korunma, iyilikleri kuşanma yoluyla elde edileceği ifade edilmiştir. İslâm dini ve Peygamberimizin uygulamasında gördüğümüz; “Müminler ancak kardeştir.” âyeti doğrultusunda kardeşlik ilkeleri şekillenmiş ve hukukunun çerçevesi çizilmiştir. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in Medine’de oluşturduğu nizam, yeni bir kardeşlik düzeni üzere birbirine kenetlenmiş değerlerin bir araya getirdiği inanç merkezli bir cemiyettir. Bu cemiyetin çekirdeğini de, ilki Mekke’de ikincisi Medine’de gerçekleştirdiği, Müslümanlar arasındaki özel olarak kardeşleştirme/muâhat akitleriyle oluşturmuştur. Bu kardeşleştirme akdinin ilkinde bir azatlı köle ile Kureyş asîlzâdesi kardeş ilan edilmişti ki bu hareket başlı başına bir zihniyet inkılabının habercisi idi. Ahilikte de mesleğe kabul edilen çırak için yapılan merasimde, ‘yol atası’ ve ‘yol kardeşi’ tayin edilmesi, İslâm tarihindeki ‘kardeşleştirme’ olaylarından ilham alır.

Ahiliğin en mühim unsurlarından birisi olan uhuvvet anlayışının, kanaatimizce Câhiliye devrinin salt kan ve kabileyi önceleyen asabiye anlayışı ile alakası bulunmamaktadır ve özü itibariyle bu anlayışla bağdaşmamaktadır. Aksine asabiyenin ıslah edilmiş haliyle, İslâm dininin kardeşlik esaslarını ön plana alan inanç ve ahlâkî değerler manzumesinden ilham alan bir anlayış ile oluşumunu tamamlamıştır. Ahilik teşkilatındaki uhuvvet anlayışı, İslâm kardeşlik ilkelerinin, millî seciyeye tatbikinden ibarettir. Selçukluların sonuna doğru, Haçlı ve Moğol istilaları ile zaafa uğramış toplum yapısı için, bilhassa Moğol orduları önünden kaçarak Anadolu’ya sığınmış büyük halk kitlelerinin, daha önce yerleşimini yapmış yerli ahali ile kaynaşmasında Ahiliğin, dolayısıyla uhuvvet ilkesinin büyük payı olmuştur. Bir misal verecek olursak, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışından, Osmanlı hâkimiyetine kadar Ankara ve çevresinde ortaya çıkan yönetim boşluğu, Ahi şeyhleri tarafından doldurularak halkın mağdur olmasının önüne geçilmiştir. Uhuvvet anlayışı, Anadolu’da kitlelerin herc ü merc yaşadığı o dönemde birleştirici unsurlardan birisi olmuştur. Ahiliğin, dolayısıyla uhuvvet esaslarının, Osmanlının kuruluşunda ve güçlenmesinde de faal bir rol oynadığı, artık bilinen gerçektir.

SONUÇ

İslâm’dan hemen önceki Câhiliye dönemi insanları, atalarından devraldıkları örf ve âdetleri yaşatan nesiller idi. Takip ettikleri örf ve âdetlerin içinde kötü ve yakışıksız kabul edilen davranışlar olduğu gibi, insanlık fıtratına ters düşmeyen iyi davranış ve değerleri de mevcut idi. İslâmiyet bu iyi davranışları ya aynen alarak ya da ıslah ederek devam ettirmiştir. Câhiliye devrinden miras alınan müspet değer ve davranışlar, İslâmî dönem boyunca muhtevalarını zenginleştirerek toplumda yaşatılmıştır. Yeni fethedilen komşu coğrafya ve yeni Müslüman olan milletlere de bu değerler aktarılmıştır. Bu değerler aktarılırken karşılıklı etkileşimler elbette olmuştur. Fütüvvet anlayışının intikali de aynı yolu izlemiştir. Fütüvvet anlayışının Anadolu’daki devamı mahiyetinde olan ‘Ahilik Teşkilatı’ bünyesinde barındırdığı ahlâkî kaide ve değerler manzumesi, İslâmî dönem ve öncesi ile bir devamlılık arz etmektedir. Bu yönüyle ahilik, insanlığın ortak mirası olarak tarihte bir iyilik hareketi işlevi görmüştür. Yine Anadolu’da bir kardeşlik tecrübesi olarak büyük hizmet ifa etmiştir. İnsanların birbiri ile kaynaşmasını sağlayan ahilik, mensuplarını hayat boyu eğiterek, İslâm ahlâk nizamını yaşanan hayat tarzı olarak benimsetmiştir. Bu başarıyı da, kerem, mürüvvet, fütüvvet ve uhuvvet değerlerini, asgarî hayat düstur ve şiarı olarak vermek suretiyle gerçekleştirmiştir. Geri kalan ahlâkî değer ve ilkeleri bu ana kavramlar ile mezcederek, önce iş hayatını düzenlemiştir. İş hayatından, halkalar halinde aile ve cemiyet hayatına uzanan, topyekûn bir hayat tarzı tasarlanmış ve uygulamaya geçilmiştir. Bu uygulamalar Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı devirleri boyunca faydalı neticeler vermiştir. Yüzyıllarca yaşanmış bu tecrübe, mazide kalmış, olmuş bitmiş bir olay değildir. Bugün kültürümüzün yaşayan birçok ögesi ahilikten izler taşımaktadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki; ahilik, bünyesinde barındırdığı birçok değeri ile asırlar boyunca, nazarî ve tatbikî unsurlarıyla milletimizin kültürüne olumlu katkıda bulunmuştur. Hal ve istikbalimiz için, aynen olmasa bile, benzer işlevi görebilir.

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun