İslâm iktisadı emeğe, kapitalizm sermayeye dayanır. Kapitalizm refah üretmeden zenginlikler ve zenginler yaratırken insanların emeğini kullanıyor. Gerçekte bu zenginliklerde bunları üreten emek sahiplerinin hakları vardır.
Ahlâkın temelinde insan, dolayısıyla emek vardır. İnsanın başkasına muhtaç olmadan, kendi emeğiyle geçimini sağlaması ahlâkın esasıdır. İktisadın ahlâka bağlanması insanlığı esirlikten kurtarabilir. Küçük sanayi içinde, iktisadın bir din ve ahlâk hayatına bağlı olması medeniyetimizin önemli bir unsurudur.
İslâm iktisadı emeği en yüce değer olarak görür, kanâati ön planda tutar, servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılmasını sağlar, sosyal refahı gerçekleştirmeyi amaçlar. Böylece ekonomimiz emeği en yüce değer olarak gören ve üretimle ticareti ibadet haline getiren bir anlayışa dayanırsa ahlâk temeli üzerine yükselebilecektir.
Emek temel değer kaynağı ve üretim faktörüdür. İslam’a göre kazancın dolayısıyla mülkiyetin en kutsalı el emeğinin mahsulü olandır.
Emeksiz kazanç asgarî seviyede tutulmaya çalışılmıştır. Ribânın yasaklanışının temel sebebi bu olmalıdır. Belirtilen istisnalar dışında, emek-kazanç dengesinin bozulması konusunda büyük bir duyarlılık gösterilir. Haramlık şüphesi bulunmayan kazanç el emeğinin ürünü olan kazançtır.
Bugün iş ahlâkından ayrılmış olan bir iktisadî hayat kapitalist medeniyetin temelidir. Sermaye sahipleri insanların emeğiyle kendilerine saltanatlar kuruyorlar. Emeğin aşağılanması büyük sermaye ve servetin, sınıf farklarının ve bütün zorbalıkların kaynağıdır. Kendi emeğiyle yaşamayı önemseyen insan zorbalık yapamaz.
Teşebbüs (girişim de emek kavramı içerisinde ele alınır. Bir iş ve hizmet üreten esnaf ve sanatkârlar da bu kavrama dahildir. Bu yüzden İslâm’daki ‘işçi’ kavramı çağdaş ‘işçi’ kavramından daha geniştir.
Yine İslâm farklı emeğe farklı ücret ödenmesinden yanadır. Fakat emekçi ile onun emeğini kiralayan arasında hayat standardı farkı olmamalıdır. Teşebbüs faktörünün kapitalizmdeki hayati rolü dolayısıyla ayrı bir üretim faktörü olarak ele alındığını biliyoruz.
Helâl yollardan elde edilmiş mülkiyeti gasb ve hırsızlıktan korumak, bu suretle helâl olmayan kazançlara mani olmak emeğe olan saygının bir ifadesidir. Yine bu sebepten meşru mülkiyet korunmuştur ve onu müdafaa hakkı verilmiştir ve Peygamberimiz “Malının önünde öldürülen kimse şehittir” buyurmuştur.
Gerçek anlamda emek sarfederek geçimlerini sağlayanlar toplumun örnek gösterilmesi gereken insanlarıdır.
Ahilik ve ahilerin oluşturdukları küçük sanayi sistemi emeğe verilen önceliğin ekonominin temel kurumlarından birini oluşturmasının ispatıdır. Sermayeye genellikle emekle birlikte üretim faktörü olma şansı tanınmış, üretim cihazının dışında âtıl kalmaması öngörülmüş veya üretime bir kredi kaynağı olarak katılarak faiz gelirine bağlı kalmaması istenmiştir. Emeğe verilen önem sebebiyle emeksiz kazançların başında yer alan ribâya cephe alınmasına yol açmıştır.
Bu ad altında toplanan her türlü faiz, zamanla oluşan rant ve spekülatif kazançlar yasa dışı kabul edilmiştir. Buna karşılık kâr güdüsü girişim 115 özgürlüğüne paralel olarak çok geniş çapta kullanılmıştır. Ribânın asgariye indirilmesinin yolu öz sermayeye dayalı bir ekonomi kurulması ve kredi kullanımının azaltılmasından başka bir şey değildir. Bu da (az sayılı) ortaklıkların teşviki ile olur. Yine servetin âtıl bırakılmaması, harcamaların (infâk) teşvik edilmesi ribâ ortamının doğuşunun önlenmesine katkıda bulunur.
İslam iktisadındaki emek önceliği sermayeye dayalı sistemin (kapitalizmin) dışlanması demektir. İslamın ticarete verdiği önem “İslam kapitalizmi” diye adlandırılmamalıdır. Sermaye emekle veya işletme rizikosuyla (daman) birlikte bir üretim faktörü olarak kabul edilebilir.
Günümüzde emeğin hor görülmesinin temel sebebi insanın hor görülmesidir. İnsan bir beşerî sermaye, bir kaynak, bir işçi, bir tüketici, bir müşteri vs. gibi ele alınabilir ama bir “insan” olarak ele alınmaz. İnsanın insan yerine konmaması emek sömürüsünün de yoğun olmasının göstergelerindendir. İslâm ülkelerinde bu daha da çok belirgindir.
Emeğiyle geçinenlerin gelirleri, kutuplaşmanın olduğu bir düzende bir hiç mesabesindedir. İş-hizmet ilişkisi kopunca topluma verdikleriyle uyumlu olmayan bol kazanç sağlayanların el üstünde tutulduklarını görüyoruz. Üstelik hak edilmeyen yüksek kazançlar ahlâksızlık göstergesidir.
İslâm ülkelerindeki işçi ve emek meselesine İslâm’ın öncelikli yeri vermesi gerektiğini savunmalıyız. Çünkü Batı dünyasında sendikalaşma süreci içerisinde belli bir dengeye ulaşmış bulunan işçi meselesi, İslâm ülkelerinde adaletsiz bir görünümdedir. Bu adaletsizliğin unsurlarını işveren sömürüsü, sendikacı sömürüsü ve dış sömürü oluşturmaktadır. Gerçekten, özellikle Türkiye’de, bir taraftan işsizlik, bir taraftan da bu işsizlerle alay edercesine istenen veya fiilen ödenen yüksek ücretler ile birlikte emek karşılığı olmayan yüksek haksız kazançlar söz konusudur.
Bugün emeğiyle geçinenlerin gelirleri azalıyor. Zengin daha zengin fakir daha fakir hale geliyor. Küreselleşme ile dünya ekonomisinde üretimin payı azalıyor, finans sektörünün payı artıyor. Bir başka deyişle üretim fakir ülkelere bırakılıyor, ileri kapitalist ülkeler ise finans sistemine sahip olup dünyanın geri kalan kısmını kontrol ediyorlar.
Geçmişte para üretimle yakından ilgiliyken finans piyasalarını ellerinde tutan kapitalist ülkeler elinde bağımsız bir faktöre dönüştü. Parayı 116 kazananla kullanan farklılaştı. Bugün özellikle petrol ülkelerinin tasarruflarını finans piyasalarını kontrol eden kapitalist sistem kullanıyor. Yine Türkiye’nin yıllık ihracatının, 2008’de 120 milyar dolara kadar çıkması bir açıdan Batı kapitalizminin sanayi ve üretimi nisbeten geri ülkelere bırakıp dünya finans sektörüne hakim olmasıyla yani dizginleri tamamen ele geçirmesiyle açıklanabilir.
Günümüzde Türkiye gibi ülkelerde emek sömürüsü farklı boyutlarda ele alınmalıdır. Bunun en önemli sebebi, iktisadî kalkınmanın tasarruf eğilimi yüksek üst gelir gruplarının görevi olarak görülmesidir. Bu sistem Tanzimat’la birlikte, Batılılaşmanın iktisadî boyutunun gerçekleştirilmesi yani burjuva sınıfı oluşturulması niyetleriyle başlamıştır. Böylece emekçilerin tasarrufları da üst gelir gruplarının finansmanına yönlendirilmekte, vergiler ve enflasyon bu zümrelerin teşvik kaynakları olmaktadır. Böylece, zengini daha zengin, fakiri de daha fakir yapan bir sistem oluşturulmuştur. Oysa İslâm’ın üst gelir gruplarını değil, alt gelir gruplarını teşvik eden ve iktisadî faaliyete sokan bir iktisadî sistem getirdiğini biliyoruz.
İnsanın kendi emeğiyle hayatını sürdürmek istememesi kadar emeğin hakkının verilmemesi de ahlâksızlıktır.
Çalışma ibadettir. En kötü şartlar altında çalışma başkalarına yük olmaktan üstün tutulmuştur. Çalışma ahlâkının esası insanın emek sarfederek geçimini sağlamasıdır. Sömürü iş olmadığı gibi işsizliğin ve ahlâksızlığın temelidir.
Günümüz ekonomilerinin temel sorunu ahlâkî sefaletlerin en önemli kaynağı olan ve emek israfından başka birşey olmayan işsizlik sorunudur. Çoğunluğunu İslâm ülkelerinin oluşturduğu az gelişmiş (daha doğru bir deyişle az kapitalistleşmiş) ülkeler ise daha da kötü durumdadırlar. Enflasyondan daha çok göze çarpan ve sıkıntı kaynağı problem olan işsizlik sanayi kapitalizminin bir ürünüdür. Kitlevî üretimin bir sonucu kitlevî tüketim, bir diğer sonucu da kitlevî işsizliktir. Bir başka deyişle işsizlik, en önemli kaynak ve emek israfıdır. Batı’da kitlevî üretimin bir sonucu olarak daha fazla arttırılamayan talep, malların satılamamasına, fabrikaların kapanmasına dolayısıyla işsizliğin artmasına yol açıyor.
İşsizliğin bir başka sebebi de insanların artık meslek sahibi olmaya önem vermemeleridir. Bir başka deyişle işsizlik daha çok mesleksiz ve vasıfsız insanların meselesidir. Kalifikasyon yükseldikçe işsizlik azalmaktadır. Meslek sahibi olmak o kadar önemlidir ki Mezopotamya ve Roma gibi bazı ilkçağ uygarlıklarında her tanrının bir mesleği vardı. İslamî dönemlerde kaleme alınan eserlerde meslek pîrleri peygamberlerdi. Bu bir yönüyle ekonominin din içerisinde yer aldığını da vurgulamaktaydı. İslam insanların ihtiyaçlarını giderebildiği bir ekonomi oluştururken, bir yandan da onların meslek sahibi olmalarına önem verir. Ahilik’in temel fonksiyonu budur. Her insanın meslek sahibi olması, emeğiyle geçinmesi şarttır.
Kapitalist ülkeler kalkınmalarını büyük ölçüde emek (önce köle sonra işçi) sömürüsüyle sağlamışlardır. İslâm ise emeği en yüce değer olarak gören, kanâati ön planda tutan, servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılmasını sağlayan, sosyal refahı gerçekleştirmeyi amaçlayan bir sistem kurmuştur. Bu sistem içerisinde fiyatları ve ücretleri etkileyen tekelci eğilimler ile kaynağı büyük ölçüde emeğiyle geçinenlerin tasarrufları olan işverenleri teşvik kredileri yer bulmamıştır.
Avrupa işçi sefaletini büyük ölçüde XIX. yüzyıl sonlarındaki sendikalaşma süreciyle birlikte ile aşmıştır. Görüldüğü gibi sendikalaşma, koalisyon hakkı veya bir başka deyişle toplu sözleşme düzeni Sanayi Devriminin bir sonucu olup sınıflı bir içtimaî-iktisadî yapıdan kaynaklanmıştır. Bu dönem Avrupasında işçilerin toplu olarak hak aramaları ve birleşmeleri, serbest rekabete aykırı olduğu için kanunen yasaktı. İşte bir noktada verimliliği düşüren bu sefaletin giderilmesi için adım adım, bazan uluslararası andlaşmalarla, sendikalaşma, toplu pazarlık ve sözleşme hakları tanındı.