Polanyi’nin Modern İktisatın İnsan Anlayışına Eleştirileri ((Bu makale İnsan ve Toplum dergisinde yayımlanmıştır. Bu sitede yer alan metin makalenin ilk 3 bölümünü oluşturmaktadır. Makalenin tamamını okumak için tıklayınız.))
Seriyye Akan
“Yalnızca bizim Batı toplumumuz yakın zamanda insanı ekonomik bir hayvana dönüştürdü.” Marcel Mauss (Dalton, 1965, s. 1)
Giriş Platon asırlar önce evrenin dilinin matematikle yazıldığını söylemişti. Fakat Platon’un görüşünün dünya ölçeğinde kabul görmesi için öğrencisi Aristoteles’in canlıcı, holistik ve sosyal görüşünün Bilim Devrimine dek dünyaya hâkim olması gerekiyordu. XVII. yüzyılda gerçekleşen Bilim Devrimiyle dünya mekanik, ölçülebilir ve matematikselleştirilmiş bir dünya olarak tasavvur edilmeye, bilimler üzerindeki etkileri ise bir asır içinde görülmeye başlandı. Yeni algılayışa en fazla uyan bilim fizik en uymayanıysa biyolojiydi.
Doğa bilimleri bilim devrimi sırasında Avrupa’da çokça ilgi görmekteydi. Zamanla sosyal bilimler de doğa bilimlerinin kesinliğe ulaşma yönüne öykündü ve onun metotlarını kullanmaya heveslendi. İktisadın bilimleşme serüveni, yani önce bir sosyal bilim olarak tanımlanması, ardından giderek însani olandan uzaklaşması ilgi çekici bir çizgi izlemektedir.
İktisadın ayrı bir bilim olarak kabul edilişi geç sayılabilecek bir döneme denk geldi. 1776’da Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği kitabının basımıyla bağımsızlığını kazanan, o vakit sosyal bilim kategorisinde değerlendirebileceğimiz iktisat bilimi, 1870’lerde marjinal devrimle, ardından 1930-1950 arasında gözlemlenen matematikleşme hamlesiyle kendisini sosyal bilimlerden büyük ölçüde soyutladı. İktisat düşüncesinin temelini oluşturan rasyonalite, standart iktisat teorisinde hâkim görüş hâline getirildi ve ders kitaplarında yerini aldı. Bu durum bir yandan iktisadın teknikleşmesine yol açarken, diğer yandan insanın homo economicus yani ekonomik insan diye adlandırılan, rasyonel tercihlerde bulunarak çıkarını ençoklaştırmayı amaçlayan bir tip olduğu savı ortaya atıldı. ((Fizik ile iktisat arasındaki ilişkinin açıklayıcı bir incelemesi için Necip Çakır’ın Physics and Economics adlı doktora tezine müracaat edilebilir. Çakır fizik ile iktisat arasındaki güçlü ilişkinin iki temel üzerine dayandığını düşünür. Birincisi teknik ve metot, ikincisi ise geçmiştir. Bkz.: Çakır 1991: 2-3. İktisadın bilimleşme süreci tahmin edilebileceği gibi fizik gibi doğa bilimlerinin metodunu kullanan bir bilime metot açısından öykünmesiyle yakından alâkalıdır. Çakır, XIX. yüzyılda bile Neville Keynes’in iktisadın fiziğin metodunu kullanmasının mümkün olduğunu belirtse bile iktisadın ondan daha karmaşık bir bilim olduğunu teslim ettiğini ekler. Bkz.: Çakır 1991: 20-23.))
Buna itiraz eden bilim insanlarından birisi Karl Polanyi (1886-1964) idi. Bu çalışmada Polanyi’ye göre modern iktisadın insan anlayışı ele alınmıştır. Bu çalışmanın bölümlerinde Polanyi’nin sosyal antropolojiden yararlanarak insanın yapısının tarih boyunca aynı kaldığı tezi, ilksel ve arkaik dönemlerdeki iktisat anlayışı ve bunun piyasa ekonomisinden ne ölçüde farklı olduğu, ardından piyasanın oluşturulma süreci incelenmiştir. Bu tartışmaya, iktisadî rasyonalite kavramı ve Polanyi’nin görüşleri irdelenerek başlanmıştır.
Polanyi 1944’te yayımlanan Büyük Dönüşüm adlı çalışmasında liberal düşünürlerin aksine piyasa sisteminin laissez-faire ilkesi yerine birtakım kurumsal düzenlemelerle bilinçli olarak inşa edildiğini iddia etmiştir. Tezini söz konusu eserde yerleşiklik ve sosyal felaket gibi birtakım kavramları yeterince açıklamamak ve piyasaların oluşturulması konusunu dağınık bir biçimde tartışarak meseleyi sistemleştirememekle eleştirilmiştir. Polanyi, akademik hayatını adadığı piyasaların bilinçli bir biçimde oluşturulma konusunu daha sonraki eserlerinde sosyal antropolojiden yararlanarak incelemeye devam etmiştir. Polanyi, öncelikle insanın mizacının her dönem ve kültürde aynı kaldığını, dahası insanlık tarihi boyunca çizgisel ilermenin gerçekleşmediğini kabul etmiştir. Bu önkabullerle beraber eskiçağ halklarındaki iktisadî yapıyı incelemiş; söz konusu toplumlarda piyasa sisteminin görülmediğini belirterek piyasanın ve onun bugün hiç itiraz görmemecesine zihinlere kazınan insanın ekonomik çıkar ilkesi uyarınca davrandığı tezini reddetmiştir. Polanyi, eskiçağ toplumlarında, hatta ortaçağda bile îktisadi faaliyetlerin sosyal hayatın içinde mündemiç bulunduğunu, dolayısıyla hem atomik bakımdan hayatı parçalamanın hem de tarihî bakımdan medeniyetlerdeki sürekliliği ihmal etmenin yanlış analizlere sebep olduğunu belirtmiştir. Holizm Polanyi’de merkezî bir kavramdır ve teorisini bunun üzerine bina etmektedir.
Bu çalışmada Polanyi’ye göre insanın aynı kalışı tezi, ilkçağ toplumlarındaki iktisat anlayışı ile sanayi devrimiyle piyasa toplumunun kuruluşu ele alınacaktır. Bunlardan önce ise, “insanın aynı kalışı,” ilksel ekonomiler ile ilgili tartışmalar ve piyasa ekonomisinin kuruluşuyla son derece ilgili bir kavram olan rasyonalite üzerinde durularak tartışmaya başlanacaktır.
İktisat Özelinde Rasyonalite Kavramı
Esasında felsefî bir kavram olan rasyonalite kavramı iktisat disiplini içinde ilginç bir şekilde felsefî karakterinden ayrıştırılıp araçsallaştırılmıştır. Bu, daha bilimsel bir statü elde etmek gerekçesiyle yapılmıştı. Sosyal bilimler içinde disipliner sınırlarını en erken keskinleştiren ve disipliner meşruiyetini elde eden dal iktisattır. XVIII. yüzyılın son çeyreğinden XIX. yüzyılın son çeyreğine kadarki dönemde sınırları daha muğlak bir sosyal bilim dalı olan iktisat, sınırlarını belirlemeye çalışmıştır. Bu çabanın en büyük müşevviki şüphesiz genelde doğa bilimlerinin ve özelde fiziğin bilimsellik standartlarına duyulan hayranlıktı. Faydacı felsefeden alınan çıkarcı birey tipi tek başına keskin hatlı bir bilimsel tip imkânı sunmuyordu. Çünkü ardında felsefî bir yük taşımaktaydı. Bu bireyin matematik dilde faaliyetini ifade edebilecek tarzda sınırlanıp söz konusu felsefî yükten kurtarılması gerekmekteydi. Zira bu felsefî yük bilim öncesi dönemi temsil etmekteydi (Yılmaz, 2009, s. 8, 12).
Bu noktada rasyonalite kavramı imdada yetişmiştir. Rasyonalite kavramı, tedricî biçimde iktisat disiplinine yedirilip ardından diğer disiplinlere de örnek olmuştur. ((Özgün Burak Kaymakçı XVII. yüzyıldan itibaren bağımsız olarak varlık bulan iktisadın kendi sorularını ele alışının bir ‘rasyonalite’yi inşa ettiğini düşünür. Bununla beraber iktisadın incelediği yapıların sunduğu kırılganlıklarla karşıt yaklaşımlara sahip doğa ve sosyal bilimler arasında salınımlar gösteren iktisadî rasyonalitenin tek tipleştirilemeyeceğinin de altını çizer. Ona göre iktisadî düşünce tarihi bütün ortodoks ve heterodoks okullarıyla birlikte neredeyse bu çoğaltımın tarihidir. Bundan dolayı hem iktisadın bilim olma yolundaki etkileşim alanlarının belirginleştirilmesi hem de doğa bilimlerinin metodik ilkelerinin diğer disiplinlere aktarılmasına imkân tanıyan süreçlerin kavranabilmesi için bilim felsefesinin gelişim çizgisi önem taşır (Kaymakçı 2015: 52).)) İktisadın 1870’lerdeki marjinalist devrimi onun diğer sosyal bilimlerden ayrışma sürecini başlatmıştır. İktisatçıların fiziğe öykünmesi bu dönemde zirveye ulaşmış; 1930’lu yıllarda başlayacak matematikleşme hamlesinin de alt yapısını oluşturmuştur. Marjinalizmin doğuşunun hemen ardından Alman tarihselci okuluyla yöntem tartışmasının çıkmasına rağmen neoklâsik teori iktisat içinde hâkim konumunu elde etmiştir (Yılmaz, 2009, s. 8).
Neoklâsik teorinin marjinalist devrimden sonraki en büyük atılımı 1930’larda başlayıp 1950’lerde olgunluğuna erişen dönemde görülmüştür. Bu dönemde neoklasik teori dönemin hâkim pozitivist eğilimlerinden de beslenerek bilimsellik konusunda daha ileri bir metodolojik hassasiyete ulaşmıştır. Ordinalist devrim ile ‘açıklanmış tercihler teorisi’ iktisadın her türlü felsefi ardalandan kurtulmasını sağlamıştır. Rasyonalite kavramı, bu dönemde en araçsal formuna kavuşturularak aksiyomatize edilmiştir. Rasyonalite artık ikili bağıntılar şeklinde analiz edilen ve bu çerçevede içsel tutarlılık olarak tanımlanan bir forma dönüştürülmüştür. ‘Rasyonel seçim teorisi’ olarak formüle edilen bu yaklaşım, iktisadın içsel tutarlılığı son derece yüksek bir forma kavuşmasını sağlamış ve rasyonalite tartışması da yalnızca bu tutarlılık koşullarını oluşturan aksiyomlar üzerindeki bir tartışmaya dönüşmüştür (Yılmaz, 2009, s. 9).
Rasyonel seçim teorisi, iktisadın geçmişinden tevarüs ettiği bencil çıkar davranışıyla birleştirilince nihaî insan davranışı tanımına ulaşılıyordu. Bu davranış iki açıdan eleştirilmiştir. Amartya Sen bencil çıkarcı davranışın ahlakî olmadığını söylemiştir. Sen, Smith’in bir ahlak profesörü olduğunu belirterek onun insan varlığını geniş kavrayışının iktisat teorisince daraltılarak iktisadın ahlak ile olan bağının kopartıldığını söylemiştir. Sen, insanın şahsî çıkarının peşinde koşmasını bir iktisadî ilke olarak formüle eden Françis Edgewort’u eleştirerek savını oluşturur (Sen, 1977, s. 317-344). Sen’e göre Edgeword ve takipçilerinin iddia ettiği gibi davranan bir insan rasyonel olmaktan ziyade bir sosyal moron olmaya daha yakındır (Sen, 1977, s. 336). Dahası insan davranışlarını anlamak için tek bir ilkeye yaslanmak yanıltıcı çıkarımlara yol açacaktır çünkü insan davranışı, her zaman olduğu gibi, birçok farklı motivasyonun bileşkesiyle ortaya çıkar ve bunlardan biri de sosyalleşmedir. Sosyalleşme, Sen’e göre, birey davranışında etkilidir ve aileden arkadaş gruplarına, yerel topluluklardan sosyal ve ekonomik sınıflara kadar geniş bir yelpazede gözlemlenir. Bu gruplarda görebileceğimiz ailevî sorumluluk, iş ahlakı, sınıf bilinci gibi kavramlar ilgi kaynağıdır ve faydacılığı bir davranış teorisi olarak görmemiz bize tek seçenek olarak bencilliği bırakmaz (Sen, 1977, s. 318).
İkinci eleştiriyi dile getiren Walsh rasyonalitenin kendi kendini bozguna uğratabilen yönü olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda, oyun teorisi örnekleri ele alınarak irrasyonel seçimlerin daha iyi sonuçlara yol açtığı gözlenmiştir (Yılmaz, 2009, s. 126-127).
Buğra ve Irzık’a göre de iktisat düşüncesinin temelini oluşturan rasyonalite iki yönlü bir varsayımdır: İnsanların davranışlarını yöneten güdünün çıkar olduğu varsayılır ve insan “âlim-i mutlak” bir yaratık şeklinde kabul edilir. Yani insan, çıkarlarını maksimize edebilmek için gerekli bütün verilere sahiptir. Buğra ve Irzık bunun imkânsızlığından söz edip insanın çıkarları peşinde koşan yaratıklar olmadıklarını; bilakis insanın belirli alışkanlıkları ve ahlakî değerlerinin bulunduğunu ve davranışlarını buna göre şekillendirdiğini belirtmişlerdir (Buğra ve Irzık, 2008, s. 34).
Polanyi’nin iktisat tanımları bu tartışmanın izlenmesi bakımından ufuk açıcı olacaktır. Polanyi iki iktisat tanımı yapar bunlardan birincisi, kendisinin de doğru kabul ettiği özselci (substantive) tanımdır. Özselci tanım insanın doğasına ve hemcinslerine dayanır; onun doğal ve sosyal çevresiyle olan ilişkisine atıfta bulunur (Polanyi, 1965, s. 243). İkinci tanımsa onun biçimselci (formalist) dediği, bugün iktisat kitaplarında yerini korumaya devam eden tanımdır. Buna göre iktisadın tanımı sebep sonuç ilişkisinin mantıkî bir türevidir; sınırsız ihtiyaçları karşılamak amacıyla kıt kaynakların değişik kullanım alanları arasındaki dağıtım faaliyetlerine iktisat denir. Bu tanımın merkezinde nedret ve seçim olguları, daha doğrusu sınırsız ihtiyaçlarını karşılamak için seçimler yapan bireyler bulunmaktadır (Polanyi, 1965, s. 243). Polanyi’nin iktisadın tanımından başlayan bu ikil anlatımı ekonomiyle ilgili kavramları izahında da devam eder.
Sözgelimi Polanyi, faydacılara göre insanın iki bileşenden oluştuğunu kaydeder. Biri “açlık ve kazanç”a, diğeri “onur ve güç”e, biri “madde”ye diğeri “ideal”e, biri “ekonomik”e diğeri “ekonomik olmayan”a, biri “rasyonel”e diğeri “rasyonel olmayan”a tekabül eder (Polanyi, 1971b, s. 114). Ancak Polanyi, aşağıdaki alt bölümlerde ele alınacak holistik kabulü uyarınca, insanın bu şekilde bölünebileceği inancını reddeder. Faydacıların bu fragmentasyonu neticesinde iktisadî ve iktisadî olmayan işleri birbirinden ayırdığı bilinmektedir. Oysa ki Polanyi, ilkçağlardan piyasa ekonomisinin oluşturulmasına kadar iktisadî faaliyetlerin sosyal ilişkiler/işler içinde yerleşik olduğunu savunmuştur. Ayrıca Polanyi insanın mizacının çağlar boyunca da aynı kaldığına inanıyordu. Bugünün piyasa kurallarıyla zihni şekillenmiş insanların vardığı, geçmiş çağlardaki ilksel insan topluluklarının davranışlarının rasyonel ve dahi doğal olmadığı sonucuna varmasını Polanyi’nin doğru bulmadığı açıktır. Çünkü Polanyi’ye göre bugün rasyonel biçiminde tanımlanan kavram, geçmiş çağlardaki insan topluluklarının davranışlarını belirlemiyordu. İnsan çağlar boyunca aynı kaldığından bugün tarif edildiği mânâdaki “rasyonel” kavramı doğal ve insanî değildir. Çünkü bugün kabul gören çıkarcı birey davranışını rasyonel ve doğal kabul ediyorsak geçmişte gözlenen ve bugünkü rasyonel tercihlere sahip olmayan insan topluluklarını doğal kabul etmemek zorunda kalınacaktır. Polanyi XIX. yüzyılda ortaya çıkan iktisadî rasyonalite kavramının XVIII. yüzyıldaki siyasî rasyonalite kavramının torunu olduğunu belirtir ve onun atası kadar gerçek-dışı olduğunu iddia eder. Zira iktisadî rasyonaliteyi doğru kabul etmek insanı tüm derinliği ve zenginliğiyle sosyal ve tarihî ortamından koparmak demektir (Polanyi, 1977, s. 14).
“İnsan Çağlar Boyunca Aynı Kalmıştır”
Polanyi’nin ortodoks iktisadın insan anlayışına eleştirisinin temel taşlarından birisi insanın çağlar boyunca aynı kaldığı kabulüydü. Polanyi’yi bu kabule götüren ortodoks iktisadın insan anlayışındaki birtakım varsayımları reddetmek istemesiydi. Ortodoks iktisat temel analiz birimi olarak tarih ve toplumdan soyutladığı hayalî bir insan tipini kurgulamıştır. Bu düşsel iktisadî insan faydasını ençoklaştırmak için çıkarı peşinde koşar. Bu birey sonsuz ihtiyaçlar ile sınırlı kaynaklar arasında seçim yapmak zorunda olması sebebiyle optimizasyon yapar. Bu tercih teknik bir sorundur ve onu aşmak için rasyonel davranmak zorundadır. O hâlde iktisat dünyanın her yerinde rasyonel insanın tercih sorunudur ve onu amaç-araç ilişkisi bağlamında değerlendirmek mümkündür (İşgüden ve Köne, 2002, s. 99). Dahası özgürlük, yani tam rekabet içinde bulunan bireyler faydalarını maksimuma çıkarma, maliyetlerini minimuma indirmeye çalışırlarken farkında olmadan toplum yararı için çalışmış olmasıdır. Zevk, teknoloji, gelir dağılımın veri olduğu varsayımı altında, tam rekabet modelinin tüketim, yatırım ve çıktıda optimum sonuçları vereceği düşünülür (İşgüden ve Köne, 2002, s. 99). Polanyi’nin bu kurgulanmış insan tipiyle sorunları olduğu açıktır. Buna itiraz etmek için kullandığı bir metot antropolojidir ve buna dayanarak insanın çağlar boyunca aynı kaldığı tezinde ısrar eder. Zira ortodoks iktisat insanın rasyonel olduğunu iddia ederken Polanyi geçmişte yaşamış insanların bu paradigmaya göre “rasyonel” davranmadıklarını antropolojik verilerle kanıtlayıp ortodoks iktisatçıları çürütmek istiyordu. Bunun için insanın çağlar boyunca mizacının değişmediği savını işlemiştir.
Polanyi Büyük Dönüşüm’ün ek kısmında, insanın çağlar boyunca aynı kaldığı inancını Malinowski, Thurnwald ve Linton’dan aldığı alıntılarla okuyucuya yansıtır. İnsan Üzerine İnceleme adlı kitabında Linton okuyucuyu kişilik belirlenmesiyle ilgili psikolojik kuramlara karşı uyararak, gözlemcinin kültürel farklılıkların ötesine nisbette insanların “bizim gibi” olduğunu söylerken (Polanyi, 1986, s. 278), Thurnwald ise insanlar arasında, gelişmelerin bütün aşamalarında varolan benzerliğin üzerinde durmuş ve temel nitelikli kollektif duyguların, sosyal hayatta benzer şekilde karşımıza çıktığını ifade etmiştir. Bu duygular saygı görüp ödüllendirildiği nisbette genelleşecek ve toplumun üyeleri, bunun için gerekli nitelikleri geliştirecektir (Polanyi, 1986, s. 278). Polanyi Malinowski’nin de böyle düşündüğünü belirtmiştir (1986, s. 27).
Polanyi’nin görüşlerine başvurduğu Malinowski ve Turnwald’ın eserleri 1930’larda yayımlanmıştır. Ancak 1962’de Yaban Düşünce’yi yayımlayan, antropolojide yapısalcılığın kurucusu olarak geçen Lévi-Strauss’un bu konuyu daha yetkin bir biçimde sistemleştirdiği görülmektedir. Bu nedenle, bu alt bölümde Lévi-Strauss’un görüşlerine yer verilecektir.
Lévi-Strauss’a göre tüm insan tecrübesi ve faaliyeti insandaki temel düşünce yapısından kaynaklanır ve bu yapıyla sınırlıdır. İlkel denilen zihinsel toplulukların faaliyetleri eksiksizdir. Ona göre insan zaman ya da kültür farkı hiç gözetilmeden aynıdır: “Lévi-Strauss, en tanınmış eseri olan Yaban Düşünce’de uygar ve ilkel insanların zihin kapasiteleri arasında anlamlı farklılıkların olmadığını iddia eder. Daha doğrusu şunu tartışır: Birçok yazısız toplum, Batı biliminde yararlı bulunan soyut niteliklerden (çokluk, sıklık, hız vs.) ziyade, kategorilerin oluşturulmasında ve mantıki işlemlerin yapılmasında nesne ve organizmaların duyumsanan nitelikleri (büyüklük, renk, koku ve benzeri) çerçevesinde bir “düşünme tarz”ını kullanırlar. Lévi-Strauss’a göre, bu tarzın kullanımı, ayırt edemeyen düşüncenin kanıtı değildir. Büyü ve mitsel düşünce, biliminki kadar dikkatli bir mantığa sahiptir ve bunlar “tam ve kapsamlı bir belirleyiciliğe” dayanır. Mitsel düşüncenin başarıyla yaptıkları da takdir edilir: Çömlekçilik, dokumacılık, tarım ve hayvan evcilleştirimi, “gerçekten bilimsel bir tutum, sürekli ve her zaman uyanık bir merak ve sırf bir bilme arzusunu gerektirir” (Kaya, 2010).
Olivier Abel’e göre de: “Lévi-Strauss’un insanlık meselesine -moda bir terim olmadan önce- “ekolojik” bir yaklaşımı olduğu söylenebilir. Onun önerdiği hümanizm “insanı doğanın efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç ve çıkarlarını göz önünde bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, (…) ona doğada makul bir yer verir.” Althusser’e göre Lévi-Strauss Marksistir ve Marks’ta üretim tarzı yapıdır (Kaya, 2010).
Lévi-Strauss’un Polanyi’nin bolca yararlandığı Malinowski’yi eleştirdiği belirtilmelidir. LéviStrauss, daha Yaban Düşünce’nin başında Malinowski’yi yanlışlar çünkü Malinowski ilkellerin totemsel bitki ve canlılara ilgisinin yalnızca midelerinden yakınmalarından kaynaklandığını belirtmiştir (Lévi-Strauss, 2002, s. 27). Oysa totemsel hayvan, bitki ve nesnelerin çokluğu meselenin sadece yenilebilirlikle ilgili olmadığını göstermiştir. Hayvan “totem” veya bağlandığı tür hiçbir durumda dirimsel bir kendilik olarak anlaşılmaz; herhangi bir alanı bölmek ya da yeniden toparlamak için imkân sunan bir kavramsal araçtır.
Lévi-Strauss’a göre Malinowski en iyi ihtimalle bir sonuç ya da eşzamanlı bir olguyu neden gibi göstererek ruh hekimliğini de ‘doğal koşulların sonucu’ diye sunmuştur. Bu da Batılı bilim adamlarının ilkel denilen toplumları kendi toplumlarından ayrı göstermesini kolaylaştırmış, onları her zaman doğa içine atmasa da en azından doğa karşısındaki tutumuna göre sınıflandırılmasını sağlamıştır (Kaya, 2010).
Lévi-Strauss yabanıllık konusunu ise şöyle sonuçlandırmaktadır: “…ilkel toplumların son derece yaygın olan bilgi ve düşünce biçimlerini belirttiklerini yeni yeni fark etmeye başlıyoruz. Bu nedenle, ilkellik konusunda edindiğimiz bu geleneksel imgenin değişmesi gerekir. “Yabanıl,” hiçbir zaman ve hiçbir yerde, bizim çoğu kez tasarlamaktan hoşlandığımız şu hayvanlık koşulunu ancak aşmış, hâlâ gereksinim ve içgüdülerinin tutsağı olmaktan kurtulamamış varlık olmamıştır kuşkusuz…” (Lévi-Strauss, 2002, s. 68)
Sadece sosyal antropoloji değil, biyoloji felsefesi içinde de sözkonusu insan topluklarının “ilkel” veya “mantıköncesi” gibi terimlerle adlandırılmaları tartışmalıdır. Çünkü bunlar kimi toplumların altta kalmışlığını, gelişmemişliğini, geri kalmışlığını imâ etmektedirler. Belli bir medeniyetin hatta kavmin gelişmiş olduğu böylece üstünlüğü, hâkim olma hakkı gibi önyargı ile tek taraflılığını yansıttıklarından, öznellik ile önyargı taşımayan “biçimselleştirilmemiş mantığa dayalı düşünme tarzı”nı kullanan kavimler/kültürler deyişi tercih edilebilir. Bu tercih, ruhun evrime tâbi olamayacağı inancından hareket eder ve düşünme kurallarının, bir başka deyişle mantığın, soyoluş çizgisinde azdan çok gelişmişliğe doğru ilerleyeceği sonucuna varmaz (Duralı, 2006, s. 39).