İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Sezai Karakoç’un önemli eserlerinden biridir. Kitap Temmuz 1966-Mart 1967 arasında aylık Diriliş dergisinde Mehmet C. Güneş takma adıyla yayımlanmış yazıların bir araya getirilmesinden oluşmuştur. İlk baskısı 1967 yılında yapılmış olan eserin 17. ve son baskısı 2019 tarihinde Diriliş Yayınları tarafından yapılmıştır. Hacmi küçük ama çağrışımları ve hayalleri büyük olan bu önemli eserin eleştirel değerlendirmesi kapsamında önce İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü’nün temel argümanları üzerinde durulmuş, daha sonra bu argümanlar ve tespitler eleştirel bir süzgeçten geçirilmiştir.
Bu çerçevede İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü esas itibariyle bir kapitalizm ve komünizm eleştirisi, buna dayalı olarak da İslam’ı daha iyi bir alternatif olarak ortaya koyma denemesidir. Toplam altmış sayfalık küçük bir hacme sahip olan eser, kendi içinde yedi kısa bölümden oluşmaktadır. Her bölümün başına söz konusu bölümün içeriğine ilişkin bir başlığın konmamış olması eserin takibini biraz zorlaştırsa da, aşılmaz bir sorun teşkil etmemektedir.
Birinci bölüm, İslam toplumunun iktisadi yapısı hakkında İslam düşüncesinin altın döneminde yazılan klasik eserleri günümüz literatürüne kazandıramamış olduğumuzdan dolayı bugün İslam ülkelerinde öğretilen iktisat ilminin doğrudan doğruya Batı iktisat teorilerinin bir tekrarı olmaktan, iktisadi olayları Batı iktisat varsayımlarıyla inceleme ve yorumlamadan öteye gitmediği tespitiyle başlamaktadır (Karakoç, 2019, s. 7). Hâlbuki İslam’ın getirdiği iktisadi perspektif Medine’de İslam devletinin kuruluşundan başlayarak bugüne kadar gelmiş İslam toplumuna uygulanmış, iktisadi olaylar akıntısı içine yerleşerek belli başlı bir iktisadi strüktür doğurmuştur (s. 8). Batı iktisat yapısını ve kavramlarını temel alan bazı düşünür ve yazarlar, kendi iktisadi doktrin eğilimine ve İslam hakkındaki hükmüne göre, İslam iktisat yapısını, liberal veya sosyalist bir yapı gibi görmüş ve göstermişlerdir. Liberal ve kapitalist eğilimli yazarlar İslam’ı liberal veya pre-kapitalist bir iktisadi düzene sahip olarak görürken, Karakoç’un ifadesiyle “İslam düşmanı yazarlar” onu anti-liberal ve pre-komünist bir yapı olarak görmüştür. İslam düşmanı bir sosyalist, İslam’ı kolayca bir derebeylik rejimi, en ileri halinde ise bir burjuva medeniyeti gibi tanımış ve tanıtmıştır.
Aksine İslam’dan kendi propagandaları için faydalanmak isteyen sosyalistler ise onu kapitalizme başkaldırmış, tam bilinçlenememiş bir pre-marksist hareket gibi görmüşlerdir. Karakoç’a göre bütün bunlardan çıkan sonuç ve bunların bağlanacağı kaynak şudur: İslam üzerine yazan bütün bu kişiler İslam’ı bağımsız bir hayat ve düzen olarak ele almamışlar, kendi görüşlerinin veya karşı alternatiflerin bir derivasyonu şeklinde görmüşlerdir. Oysa İslam Batı medeniyetinden ayrı bir medeniyet olarak ele alınmadıkça gerçeğine varılamayacak bir realitedir (s. 9-10).
Esasen kitabın ana fikri de bu noktayla ilgilidir: İslam kapitalist veya komünist şablonlarla izah edilemeyecek, kendine özgü bir gerçekliğe sahiptir; liberal kapitalist ya da sosyalist-Marksist şemalara oturtmadan, İslam toplumunun kendi içyapısına bakılmalı; maddi yapı dışındaki yapılar da dikkate alınmalıdır. İslam ülkeleri Afrika’daki, yine Karakoç’un ifadesiyle “ilkellikten kurtulmaya çalışan” ülkelerle karıştırılmamalıdır; zira İslam ülkeleriyle bu ülkelerin iktisat yapıları arasında tam bir mahiyet farkı vardır; bu ülke gruplarının tarihi kaderleri aynı olmadığı gibi, gelecekte de gelişmeleri bir olmayacaktır. Bir gün gelip “İslam tezi” tam anlamıyla ortaya konursa, İslam’ın savaşının Batı ve komünist ülkelere karşı ve kendine mahsus iktisat düzenini kurmak amaçlı olduğu anlaşılacaktır. Geri kalmış ve gelişmekte olan öbür ülkelerin savaşıysa tamamen Batıya benzemekten ibarettir. İslam ekonomisi kendini yeniden kurar kurmaz, klan ekonomisinden çıkmaya başlayan koloniler için, Batı modelleri kadar ve belki de onlardan daha fazla bir model ve alternatif olabilecektir. İslam’ın teklif ettiği ve İslâm toplumunda gerçekleştirdiği iktisat sistemi otantik anlamıyla ne kapitalist ne de sosyalist bir sistemdir; “İslam iktisat sistemi” adı verilmesi gereken kendine özgü bir sistemdir. Sistemler arasında birtakım benzerlikler bulunması, bunların birbirine indirgenmesi için yeter bir sebep olamaz. Medeniyetler, ahlâklar, hukuklar, inançlar, gelenekler ve iktisat yapıları arasındaki benzerliklere bakıp da ayrılıklara bakmaksızın hemen birini öbürüne irca yoluna gitmek, incelenen vakıanın spesifik yanını gözden kaçırmak ve yarı yarıya totolojik bir plana düşmek olur ki, ilmi çalışmanın daha başta temel ilkelerinden ayrılmak ve gerçeğe ulaşma yolunda bir çıkmaza saplanmak sonucunu doğurur (s. 11-13).
Bu bölümün sonunda Karakoç, İslam’ın -öteki her cephesinde olduğu gibi iktisat alanındaki görüşüyle ilgili olarak dikkat edilmesi gereken ilkeler bağlamında şu tespitleri yapar: Birinci ilke, İslam’ın İslam-dışı sistemlerden farklılığının kabul edilmesi gerektiği; ikincisi, İslam’ın iktisat cephesinin -inanç, ibadet, ahlâk, hukuk, sosyal hayat ve genel dünya görüşü gibi- öbür cephelerinden ayrı ve bağımsız ele alınamayacağı; üçüncüsü ise, İslam ülkelerinin bugünkü durum ve sistemlerine bakılarak İslam’ın iktisat sisteminin bulunamayacağı; bununla birlikte, İslam prensiplerinden çıkacak bir sistemin bugünkü yapıda hâlâ bazı faydalı etkilerinin bulunmadığının da söylenemeyeceğidir. Başlangıç ilkelerinin bu şekilde tespitinden sonra Karakoç, izleyen bölümlerde İslam’ın iktisat görüşünü ve ondan ayrılmayan İslam toplumlarının iktisadi yapısını ana çizgileriyle göstermeye çalışacağını ve bu sistemin İslam’ın öbür cepheleriyle çok karmaşık sıkı bağlar içinde tam bir ahenk halinde insan mutluluğunu sağlayan bir sistem olduğu gerçeğini aydınlatmayı deneyeceğini belirtir (s. 13-15).
İkinci bölüm (s. 16-21), İslam’ın yaşadığımız hayatı ebediliğe göre ayarladığı tespitiyle başlar. Karakoç’a göre ekonomi bu hayatın çerçevesini aşmaz; ancak ebediliğe aday olan insanın çalışması, dünyayı yorumlaması ve kullanmasında önemli bir yeri olmak bakımından dolaylı olarak ebedilik problemiyle irtibatlıdır. Bazı Marksist veya kapitalist ekonomistlerin sandığının aksine İslam sadece ekonomik bir doktrin de, sadece bir inanış da değildir; bir ekonomi anlayışı, tutumu ve çerçevesi de olan bir dünya görüşü, yaşayış ve medeniyet tarzıdır.
Kitabın yazılış amacına uygun olarak Karakoç İslam’ın ekonomi anlayışının liberalizmden de, Marksizmden de farklı olduğunu önemle vurgular. Ona göre İslam’ın iktisat anlayışında ne Marksist altyapı teorisi, ne de liberallerin homoekonomikus [kendi çıkarını düşünen, iktisadi insan] modelleri geçerlidir. Bu iki aksiyom da realiteden oldukça uzak bir soyutlamayla elde edilmişlerdir. Ona göre toplum olaylarının altyapısını ekonomi teşkil etmez, insan da sadece bir homoekonomikus olamaz. Bu bağlamda Karakoç -liberalizm ve sosyalizmin sembol isimleri olarak- Adam Smith ve Karl Marks’ı realiteden kopmak ve insanın değişmez karakteristiğini belirlemekten çok, sanki bir romancı gibi, insana doktrinal, tasavvuri bir karakter vermekle eleştirir. Ona göre filozofların öğretileri ne kadar insanın gözlenmesinden doğarsa doğsun, büyük ölçüde yaratışın dışına çıkmakta [Tanrıyla bağları koparmakta] ve kaçmaktadır. Bu nedenle yaşanma değerleri [hayata geçirilme ihtimalleri] azalmakta, en azından belli bir süre ve belirli şartlarla sınırlı kalmaktadır. İnsanlar bir süre bunlara kapılsa da, sonra birdenbire terk etmektedirler. Liberalizm bu serüveni geçirmiş, kapitalizmin başına bu gelmiştir; sosyalizm ve komünizmin başına da kaçınılmaz şekilde bu gelecektir (s. 16-17).
Karakoç’un bu bölümde vurguladığı kayda değer bir nokta da, teori-pratik ayrışmasıdır. Ona göre sosyalizm ve liberalizm ne bir ekonomik yapı, ne bir ekonomik sistem, hatta ne de bir ekonomik doktrindir; bunlar esasen birtakım prensipler topluluğudur. Komünizm ve kapitalizm ise, uygulanan ekonomik sistemler, tutturulmaya çalışılan iktisadi yapılardır. Gerçi bu yapılar kendilerini bu prensiplere bağlıyorlarsa da, gerçekte bu yapılarla söz konusu prensipler arasında tam bir uygunluğun bulunması bir yana, arada bir paralellik bile yoktur; aksine tam bir uçurum vardır, hatta çoğu kez tam bir zıtlık bulunmaktadır (s. 19). İslam ise ne kapitalizm ve komünizm gibi donmuş, katı, kısa bir dönem uygulanıp sonra terk edilecek, insan ve toplum enerjisini yutan ve kurutan bir yapı teklif etmiş, ne de liberalizm ve sosyalizm gibi tamamen havada kalan aldatıcı ve oyalayıcı birkaç prensibi söylemekle yetinmiştir. O her çağda ve her türlü gelişmeden sonra da uygulanabilecek ilkeler, doktrin, sistem ve yapı getirmiştir. İslam ekonomisinin çöküşü ve yoksulluğun gelişi hiçbir zaman içten ve sistem gereği olmamış, hep dıştan gelen saldırıların sonucu olmuştur (s. 20).
Üçüncü bölüm (22-28), özellikle “istihsal” [üretim] ve “istihlak” [tüketim] olguları üzerinden bir kapitalizm ve komünizm tahlili niteliğindedir. Karakoç’a göre kapitalizm temelde insana değil, ekonomik gelişmeye bakar; teknoloji ve kitlesel üretime dönüktür. Sonuçta kapitalizmin bütün gücü ve isteği üretim ile üretimin kümülatif [birikimli] artışı çevresinde toplanmaktadır. Ancak üretim zamanla tüketim hacmini artırmış, tüketim artışı üretim hacmini büyütmüş, bu iki artış birbirine zorunlu bağlarla bağlanmış ve bu artışların birbirini kovalaması ekonomiyi bir artış fasit dairesine [kısır döngüsüne] sokmuştur (s. 22). Kapitalist ülkeler bir yandan üretim fazlasına pazar bulmak için azgelişmiş yoksul ülkelere yardım yapmakta, ama bunu yaparken ölçüyü kaçırıp bu ülkelerin gelişerek karşılarına gelişmiş ülke olarak çıkmasından da çekinmektedirler. Oysa bu ülkeleri sürekli proleter ülkeler olarak görmek ve tutmak tarihin gelişimini kabul etmemek olur; zira geri kalmış denen ülkelerin birçoğu eski medeniyet ülkeleridir ve gün geçtikçe uyanmaktadırlar. Buna bir de komünist blokun rakipliği eklenince, kapitalizmin aradığı “mutlu denge”nin kurulması imkânsızlaşmaktadır (s. 24).
Komünizmin buhranı ise bunun tam tersi bir çizgide, ama benzer bir yol izlemektedir. Komünizm başlangıçta kapitalizmin sebep olduğu dağıtım [bölüşüm, gelir dağılımı] eşitsizliğinin yol açtığı tüketim yetersizliğine tepki olarak doğmuştur. Yani teoride bütün dikkat ekonominin tüketim kesiminde toplanmıştır. Fakat komünist toplumlarda gerek kapitalist ülkelerle yarışmak ve gerekse tüketimi karşılamak için, dahası bürokrasinin doğurduğu ekonomik başarısızlıkların daha çok ve belirgin bir şekilde tüketime yansıması, -rejimin siyasal güvensizliğinin yol açtığı- geleceğe hazırlık gibi iktisadi ve iktisadi olmayan faktörler sonucu bütün dikkat sanayi ve tekniğe, üretime kaymaktadır. Komünist toplumun en büyük ekonomik dramı, kapitalist ülkelerinkinden farklı bir tüketim kavrayış ve anlayışının bulunmamasıdır. Kapitalizmde üretimle tüketim birbirini azdırarak ekonomiyi hızla buhranlar çevresinde döndürürken, komünist ülkelerde ise, üretimle tüketim arasında normal bir ekonomide bulunması gereken asgari bağ da kopmakta; üretim ile tüketim gittikçe birbiriyle ilgisiz, hatta birbirine düşman iki alan haline gelmektedir (s. 24-25). “Birbirine zıt bu iki ekonomik düzen, kendi iç buhranları ve yapı bozukluklarının yanında, birbirlerini dıştan da yıkmaya çalışıyor, birbirlerinin buhranlarını artırıyor, dünya psikolojisini birbirlerinin aleyhine hazırlıyorlar” (s. 26) derken Karakoç adeta Soğuk Savaş döneminin yalın bir tasvirini yapar gibidir.
Karakoç’a göre tarihi tecrübe göstermiştir ki, ilk çıkış noktalarındaki hedeflerin ve perspektifin aksine, kapitalizm tüketim, komünizm ise üretim ukdeleri [tatmin edilmemiş arzuları] yüzünden mutlu bir toplum doğuramamıştır. Kapitalist düzende kişi fazla tüketimle gözü kamaştırılmış, küçük ihtiraslarla gözü bağlanmış bir insan; komünist düzende ise gözü korkutulmuş, sinik ve “hırsızlama” yaşayan, hakkını bile hırsızlık psikolojisi içinde alan, şahsiyeti ezilmiş bir kişidir.
İzleyen bölümde yeniden ele alınacağı üzere, gerçekçiliği biraz sorgulamaya açık olsa da, Karakoç bu bölümde kapitalizm ve komünizm eleştirilerinin ardından ideal bir İslâm toplumu tasvir etmektedir: İslâm toplumunda üretim ile tüketim kesimleri ne kapitalist düzendeki gibi birbirinin adeta fonksiyonudur; ne de komünist düzendeki gibi birbirinden bıçak kesimi ayrılmış ve kopmuştur. Bir yandan söz konusu iki kesim arasında ekonomik bir bağ kurulurken, öte yandan meta-ekonomik ahlâk ve inanç bağları ve kuruluşları ikisi arasındaki dengeyi sürekli olarak korumaktadır. Özel mülkiyetin, girişimin ve ölçülü rekabetin tanınması, devletin birey hayatına yıkıcı bir baskıyla karışmasını önlemekte; kâr faktörü ise ekonomik şevki yaşatmaktadır. Öte yandan faiz yasağı emeksiz kazanca bir sınır çekmekte; zekât başlı-başına sosyal bir regülatör [düzenleyici] olarak kapitalizmde beliren sınıflar arası uçurumun oluşumuna engel olmakta; israf yasağı tüketime bir dizgin vururken, cihat şuuru ve hayır kavramı üretimi toplum ve bütün insanlığın yararına desteklemektedir. Ekonomi düzeni kendi başına tam buyruk olarak bütün öteki alanları şartlandıracak zapt edilemez bir güç olmamakta; ama bunun aksine, kendine has kanunları ve iş düzeni de büsbütün iptal edilmiş bir hale de gelmemekte; adeta içten hür, dıştan zapturapt altına alınmış bir alan olmaktadır (s. 24-25).
Dördüncü bölüm (29-36) esas itibariyle mülkiyet hakları açısından kapitalizm, komünizm ve İslâm’ı kıyaslamaktadır. Kapitalizme göre, mülkiyet mutlak anlamda tek kişiye aittir. Bir kişi bir malı kendi mülkiyetine aldıktan sonra, başkalarının gölgesini bile ondan uzak tutmak ister. Bu düzende “rahm” duygusu yoktur; sonradan yapay olarak katılan acıma yahut merhamet düşüncesi bu yokluğu aldatıcı bir örtüyle gizlemekten başka bir işe yaramamaktadır (s. 29). Kapitalizmin toplumdan ruhça uzaklaşmış, bir bakıma toplum dışı, şu veya bu sebeple topluma hınç duyan, belki enerji taşan, ama bu enerjiyi meşru bir çerçevenin dışında değerlendiren serüvenci kişilerden başladığı da bir gerçektir. Komünizmde ise cehennem bizzat insandır. Değil topluma, tek bir insana bile güven yoktur; ona hiçbir eşya yahut mal bırakılamaz, yani mülkiyet hakları tanınmış değildir. Karakoç’un komünizmde mülkiyet haklarının durumuyla ilgili olarak yaptığı yorum ilginçtir: “Komünizm diliyle mülkiyeti reddederken, kalbiyle mülkiyeti o kadar yüceltiyor ki, tek insanı ona layık ve ona sahip olmaya ehil görmüyor” (s. 30). Kısaca kapitalizmde mülkiyet hakları mutlaktır:
“kapitalizmde bir malı, eşyayı ele geçiren insan o eşyanın bir nevi tanrısı olmuştur; artık o eşya üzerinde başka bir kişinin başka bir gücün hakkı yoktur” (s. 30). Bu mutlak mülkiyet bir ifrat ise, komünist düzende mülkiyet haklarının durumu bir tefrittir. Kapitalizmdeki eşya ile insanın durumu, komünizmde tam tersine çevrilmiş, bu defa eşya tanrılaşırken, insan onun kölesi haline getirilmiştir; hiçbir kişi ona tek başına sahip olamamaktadır. Bu nedenle, Karakoç’a göre biri insanın öbürü ise eşyanın tanrılaştırılmasından doğan bu iki ekonomik düzenin insan mutluluğunu sağlamasına elbette imkân yoktur.
İslam’ın insan ve eşya telakkisi ile mülkiyet anlayışı kapitalizmden de komünizmden de tamamen farklıdır. İslam’a göre insanın da, eşyanın da yaratıcısı ve yaşatıcısı Allah’tır; mutlak anlamda insan da, eşya da Allah’a aittir, mülk Allah’ındır. Dolayısıyla insan, mutlak olarak değil, ancak Allah’ın izni ve bağışıyla eşyaya sahip olma hakkını edinmiştir. Bu sebeple insan gerek eşya ve gerekse canlı varlıklarla ilişkisinde Allah’ın çizdiği sınırlar içinde hareket etmek durumundadır. Müslüman mülk edinirken ve mülkünde tasarruf ederken her zaman mülkün asıl sahibini, Allah’ı hatırlamalıdır (s. 32). Mülkiyet hakkı iç-içe daireler halindedir: En geniş daire Allah’ın hakkı olup, mutlak hak O’nundur; sonra sırayla insanın, hayvanın, bitkinin ve eşyanın hakkı gelir. Bu haklar ise Yaratıcının hakkına bağlı, O’ndan kaynaklanan haklardır; bu anlamda nispi ve izafidirler. İnsan kendi hakkını kullanırken o hakkın mutlak sahibinin daima bilincinde olmalıdır (s. 33). O halde İslâm toplumunda, ne komünizmdeki gibi tek kişiyi bile mülkiyet hakkına ehil ve lâyık görmemek, yani insana güvensizlik vardır; ne de kapitalizmdeki gibi insana Allah’ı unutturan mutlak mülkiyet hakkı tanınmıştır. İslâm insana bir mülkiyet hakkı tanımıştır ama, bu hakkın üzerinde Allah’ın hakkı bulunmaktadır (s. 34).
Karakoç’un dördüncü bölümün sonunda Adam Smith’in “görünmez el” öğretisini çağrıştıran şu yorumu dikkat çekicidir: komünizmde birey toplum için feda edilmiş, kapitalizmde ise toplum birey için. Sonuçta bu iki düzende toplum da birey de mutsuzluğa sürüklenmiş olmaktadır; zira ferdi feda edilmiş toplumun da, toplumu hesaba katmamış ferdin de mutlu olmasına imkân yoktur. Görünüşte toplum ile bireyin menfaatleri çatışıyorsa da aslında bu iki menfaat uzlaştırılmadan, bağdaştırılmadan, arada bir denge kurulmadan ne kişi, ne de toplum için mutluluk düşünülebilir. İşte İslâm bu dengeyi hedef alarak, bireyi topluma karşı korumak için ona –öbür hakları yanında- mülkiyet hakkını da tanımış; buna karşılık toplumu korumak için de, bu hakkı edinmek ve kullanmakta birçok kayıt, şart ve sınırlar koymuştur. İslam toplumunda toplum bireyi ezemez; çünkü miras ve mülkiyet hakkı gerekirse toplumu boykot edebileceği bir asgari gücü bireye sağlamıştır. Ancak helal ve haram ölçüleri, kazancın temelde emeğe dayanması kuralı, faiz yasağı, zekât, israf yasağı ve parayı iş dışında biriktirme yasağı [yatırım yapma mecburiyeti] gibi sınırlar mülkiyet hakkına İslam’ın koyduğu sınırlardır ki, insan bu hakkı kötüye kullanıp toplumu, diğer insanları ve eşyayı ezmesin (s. 35).
Beşinci bölüm (37-42) esas itibariyle bir önceki bölümün devamı niteliğinde olup, İslam’ın tanıdığı mülkiyet ve miras haklarının hikmeti, anlamı ve sınırlarını açıklamaktadır. Bu çerçevede miras hakkı mülkiyet hakkının bir devamından başka bir şey değildir. Müslümanın mülkiyet hakkı kapitalistin mülkiyet hakkından apayrı bir anlam taşımaktadır. Müslüman, mülkü kendisi için değil Allah için elinde bulundurur, malın manevi faydasını maddi faydasından üstün tutar; yani Müslüman için mal ilahi yolda ilerlemek için bir araç, bir imkân ve bir malzemedir. Dolayısıyla bir Müslüman eşyanın verdiği hazdan çok, o eşya ile birlikte gelen ödevleri tam yerine getirerek elde edilecek ebedi hayat sevinci için bu malların sorumluluğunu üzerine almaya razı olur. Bu tasvirin realiteden biraz koptuğunun kendisi de farkında olmalı ki, Karakoç “denilecek ki, bu ideal bir Müslümanın portresidir” notunu düşer; yine de “hayır, bu ideal Müslümanın değil, normal, herhangi bir Müslümanın özelliğidir” deme gereği duyar (s. 38). Böyle Müslümanlar var mı, varsa nerede, yoksa hepsi “iyiler kervanıyla birlikte atlarına binip gittiler mi?” sorusu, bu bağlamda sorulması gereken yerinde bir sorudur.
Bu bölümün sonuna doğru Karakoç, insanın Allah’ın halifesi ve şahsiyetli bir birim olarak kabul edilmesinin sonucu olarak ona şahsi teşebbüs [kişisel girişim] hakkının tanınmış olduğundan bahisle adeta serbest piyasa ekonomisinin tasvirini yapar gibidir: Her insan, İslam düzenini sarsmamak şartıyla, kendi geçimin sağlamak, dünyadaki tasarruf hakkı ve gücünü kullanmak için birtakım çalışmalara hür olarak, serbestçe girişecektir, zira girişim hakkı mülkiyet hakkının dinamiğidir; öldürücü bir rekabet yerine hayırlı bir yarış halinde öbür insanlara en faydalı, en iyi, en sağlam, en güzel, en elverişli, en kullanışlı, eşyayı en ucuza üretmek ve hızlı biçimde piyasaya sürmek, serbestçe kararlar almak, bilgiler edinip yeni buluşlar yapmak bir Müslüman için barış zamanının gereklerindendir. Sözün kısası, Karakoç’un burada üzerinde durduğu özel mülkiyet, rekabet, serbest girişim, maliyet minimizasyonu, yenilikçilik ve kâr arayışı esasen bir serbest piyasa ekonomisinin temel unsurlarıdır.
Altıncı bölüm (43-53) İslam’ın bireylere tanıdığı hakların sınırları, başka bir deyişle devletin piyasaya ve bireylerin hayatına müdahalesinin sınırları üzerine odaklanmaktadır. Buna göre İslâm, her ne kadar kişinin çalışma, miras ve özel mülkiyet hakkını tanırsa da, bu haklar liberal-kapitalist bir ekonomide olduğu gibi sınırsız değildir. Din ve ahlâk kurallarıyla, gereğinde İslâm devletinin karışmasıyla, söz konusu haklar belirli bir disiplin altında tutulur. İslâm devleti [klasik liberallerin öngördüğü, piyasaya müdahale etmeyen, minimal, “gece bekçisi” devletin aksine] pasif bir devlet değildir. Bireylerin temel haklarına dokunmasa da, bu hakların kullanılmasını toplum yararına sınırlandırabilir, ona yön verebilir… Müslüman tüccar metre veya arşınını, Müslüman bakkal terazisini kullanırken, meleklerin her şeyi olduğu gibi kaydettiğini ve Allah’ın kontrol ettiğini unutmaz. Bunu bilmeyen veya unutanlar varsa, işte o zaman İslâm devleti duruma el koyar, sınırını aşanları durdurur ve cezalandırır. Bununla da yetinmez, gerektiğinde bir plan dâhilinde bütün ekonomiyi düzenleyebilir (s. 43).
Altıncı bölümün devamında da yine İslâm ekonomisinin kapitalizm ve komünizmden farkı ortaya konmaya çalışılmaktadır. Daha önce değinilmiş olan özel mülkiyet, serbest girişim, kâr arayışı ve rekabet gibi kurumlar üzerinden, görünüşte liberal ekonomiyi andıran İslâm ekonomisi (s. 44), Karakoç’a göre ruhu itibariyle ondan temelden ve kökten ayrılır. Bundan sonraysa faiz yasağı, kazancın emeğe dayanması, sermayenin ancak emekle birleşerek çalışırsa meşru olması gibi nedenlerle liberal-kapitalist yapıdan iyice farklılaşır. Komünizm özel sermayeye hiç hak tanımayarak, bir yanıyla birikmiş emek demek olan sermayenin kişiliğinde sonuç olarak emeğe saygısızlık eder, bir nevi emeğin geçmişini inkâra gider. Kapitalizm ise sermayeyi emeğe hâkim kılarak, son halinde ne de olsa emek özelliğinden çıkmış ve para özüyle dolmuş bir gücü (sermayeyi) emeğe karşı üstün bir duruma getirirken, henüz alın teriyle karışık taze emeğe saygısızlık etmektedir. İslâm ise emeği ön plana alarak, “bayat emek” olan sermayeye ancak taze emeğin refakatinde bulunursa meşruluk tanımakla, her ikisinin de hakkını vermektedir.
Yedinci bölüm (s. 54-60), İslam tarihine kronolojik olarak ekonomi açısından bakıldığında İslam ekonomisinin karakterinin ana çizgileriyle görülebileceğini vurgulayarak başlamaktadır. Buna göre Peygamber zamanında İslam ekonomisi kuruluş durumunda olup, ekonomik kastlar kırılmakta, faiz ortadan kalkmakta, zekât buyruğuyla yoksul halk ekonomik verim katına yükseltilmekte, zengin ve sömürücü büyük şehirlerden fakir bölgelere cihat yoluyla adeta bir servet akını sağlanmaktadır. Hz. Peygamberin kendisiyle beraber Medine’ye hicret etmiş Muhacirlerin ekonomik durumunu düzeltmek için kurulmuş olan “Kardeşlik Ortaklığı”na atıfla, olağanüstü durumlarda, hayat normale dönünceye kadar bu tür kurumlarla toplum ekonomisinin yeniden düzenlenebileceği belirtilmektedir. Bu dönemde Peygamber sahabenin büyük çoğunluğunu cihat için hazır bulundurduğundan bunların geliri daha çok savaş kazançlarıdır. O günün şartları içinde devlet ve cihat iktisadi hayatı büyük ölçüde etkilemekte, ekonomik [gelir] dağılımında sınıflar arasında büyük bir seyyaliyet [hareketlilik] sağlamaktadır. Yeni fethedilen bir ülke veya şehrin ekonomik hayatı felce uğramamakta, üstelik yeni baştan düzenlenerek daha verimli ve daha adil bir yapıya kavuşturulmaktadır. Devlet görevlileri tarafından toplanıp yeniden dağıtılan zekât gelirleri üzerinden sosyal adalet sağlanmaktadır. Böylece Hz. Peygamber tarafından kansız bir devrim gerçekleştirilmiş, kıyamete kadar devam edip meşaleleriyle insanlığı aydınlatacak bir yol açılmıştır (s. 55-56).
Hz. Ömer devrinde İslâm toplumunun zenginliği, yeni doğan her çocuğa maaş bağlanacak kadar efsanevi bir çapa ulaşmıştır. Hz. Osman devrindeki olaylar, biraz da aşırı zenginliğin imkân verdiği olaylardır. Emevi devri din ve siyaset alanındaki büyük facialara rağmen, arka arkaya gelen fetihlerden dolayı refah ve zenginliklerin arttığı ve eksilmediği bir dönemdir. Abbasiler döneminde İslâm dünyası barış ve sükûnet içinde zenginlik ve refahla dolup taşmıştır. Bugünkü ekonomik buhranların hiçbirine o dönemde rastlanmaz; ihtilaller ve darbeler bile dar siyasi alanlarda kalır ve halkın ekonomik düzeni pek bozulmaz. Ticaret, sanayi ve ziraat altın bir tertip [ideal bir düzen] içindedir; çarşılar dolu, sanatlar ince, eşya kaliteli, fiyatlar istikrarlı, sınıflar arasındaki denge tamdır (s. 57). Osmanlılar dönemi, başlangıçta yine fetihlerin getirdiği gelirler ve toprağın askerliğe ayarlı olarak düzenlenişiyle yüzlerce yıl parlak bir ekonomik varlık gösterir. Ancak Avrupa’nın Rönesans devrini açıp teknik üstünlüğe geçişinden sonradır ki, İslâm gücünün ağır basma dönemi sona erer. Bundan sonra Batı kapitalizminin sömürüsü başlar, yoksulluk ve sefalet yükselir, sonunda bugünkü din, medeniyet, kültür, politika ahlâk ve ekonomi alanında içinde bulunduğumuz iflas durumuna gelip çatarız (s. 58).
Son olarak eserde kurtuluşun çareleri sıralanır (s. 59-60): İslâm toplumlarını Batılıların ve komünistlerin elinden kurtaracak kahraman nesil İslâm toplumunun ekonomisini de yeni baştan düzenlemek ve kurmak zorundadır. Söz konusu nesil ilk önce Batılı kurumları bit ayıklar gibi ayıklayacaktır. Sonra o kurumlara yataklık yapan yerli kurumları da kökten temizleyecektir. Faizi her türlü görünüşüyle yasak edecek ve zekâtı tam bir sosyal adalet vergisi olarak işletecek ve uygulayacaktır. Bütün İslâm ülkelerinin ekonomisi birbirine açık olacak; bir İslâm ortak pazarı, bir İslâm sermaye piyasası, bir kambiyo teşkilatı ve ortak bir İslâm para birimi tesis edilecektir. İslâm ülkeleri ile gayri-Müslim ülkeler arasında tam bir ayrım yapılacak; her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da İslâm ülkeleri arasında tam bir işbirliği, hatta işbölümü olacaktır. Her ülke ekonominin bir alanında kendi fiziki imkânlarına en uygun, en elverişli, o ülkeyi tam istihdam sınırlarına en yaklaştıracak alanda uzmanlaşacaktır. Bütün bunların gerçekleşebilmesi için de İslâm toplumunun her yönüyle kurulması, çalıştırılması, İslâm idealinin gönüllere yerleşmiş olması, “İslâm gençliği,” “İslâm işçisi” ve “İslâm aydını”nın oluşması, İslâm şuurunun elle tutulurcasına canlı olması şarttır!
(Bu metin makaleden alıntıdır. Makalenin tamamını okumak için kaynakta yer alan bağlantıyı tıklayınız.)
Kaynak: Dergi Park