Mühayee, “paydaşların ortak maldan yararlanma usulü hakkında anlaşmalarını ifade eden fıkıh terimi”
Müşterek mülkiyete konu olan mal veya mallardan bütün hissedarların uzun süre yararlanmasının sorunlara yol açması kuvvetle muhtemel olduğundan bunların rızâen veya mahkeme kararıyla taksim edilmesi en sağlıklı çözüm gibi görünse de bazı durumlarda ortak mülkiyetin devamı zorunlu veya daha yararlı olabilmektedir. Bu sebeple paydaşlardan birinin talebi halinde müşterek mülkteki şüyûun giderilmesine öncelik verilmekle birlikte taksimin mümkün olmadığı veya önemli değer kaybına yol açtığı yahut hiçbir paydaşın taksim talep etmediği durumlarda karşılıklı anlaşma yoluyla ortak mülkten zaman veya mekân bakımından yapılacak paylaşıma göre yararlanılması esası benimsenmiştir. Aynı cinsten iki değerin, yani menfaatle menfaatin vadeli olarak değişimini konu edinmesi yönüyle Hanefîler mühâyeeyi fıkhî kurallara (kıyas) aykırı bulmakla birlikte konuya ilişkin özel delillere binaen istihsan yoluyla tecviz etmişlerdir. Naslarda zikredilip de kaldırıldığı veya yürürlüğünün devam ettiği açıklanmayan önceki ilâhî dinlere ait hükümlerin (şer‘u men kablenâ) müslümanlar bakımından da geçerli olduğu ilkesini benimseyen fakihlere göre Sâlih peygamberin kavmi Semûd’un suyu dönüşümlü kullanma kuralını ihlâl etmesinden söz eden âyetler mühâyeenin meşruiyet delillerinin başında yer alır. Hz. Peygamber’in Bedir seferi sırasında bir deveyi üç kişi arasında paylaştırıp sırayla binmelerini sağlaması da mühâyeenin naklî delilleri içinde zikredilir. Ayrıca fakihler arasında menfaatlerden nöbetleşe yararlanılmasının cevazı hakkında görüş ayrılığının bulunmaması ve böyle bir paylaşıma duyulan ihtiyaç bu işlemin genel kabul gören dayanakları arasında sayılır.
Mühâyee fıkıh literatüründe taksim kurallarının incelendiği “kısmet” ana başlığı altında ele alınır. Eşya tasavvurunun bir uzantısı olarak Hanefî fakihleri tarafından mühâyee “menfaatlerin taksimi” şeklinde tanımlanırsa da hükümleri incelendiğinde mahiyeti itibariyle bunun müşterek mülke konu malların kullanımına ilişkin bir sözleşme olduğu görülür. Nitekim İbn Arafe gibi bazı Mâlikî fakihlerince verilen “ortak mülkiyete konu olan bir malda her paydaşın diğerinden aldığı yetkiyle sahip bulunduğu ihtisas ve geliri değil bizâtihi menfaati hakkında elde ettiği müsaade” şeklindeki tarifte bu husus daha belirgin hale getirilmiştir.
Mühâyeenin tarafları müşterek mâlikler olup muâvaza akidlerinde aranan ehliyetle ilgili şartları taşımaları gerekir . Mühâyeenin konusu, mülkiyet hakkı veya kiracılık sıfatı gibi bir hukukî sebeple menfaatine müşterek olarak sahip olunan mal veya mallardan zaman yahut mekân bakımından yapılan paylaşıma göre yararlanılmasıdır. Gayri menkullerin yanı sıra aynları bâki kalarak faydalanılabilen kıyemî menkul mallardan yararlanma mühâyee akdine konu olabilir. Mislî mallar ve bizâtihi eşyanın semeresi mühâyeeye konu edilemez. Meselâ bir ağacın bir kısım meyvesinin bir ortağa, öbür kısmının diğer ortağa veya bir sürüdeki belli sayıda koyunun sütünün bir ortağa, kalanının sütünün diğer ortağa ait olması şeklinde bir mühâyee yapılamaz. Zaman bakımından mühâyeede paydaşlar, ortak malın tamamından eşit veya hisselerine tekabül eden sürelerde yararlanırlar. Bir eve mâlik olanlardan her birinin bu evde birer yıl oturmak, bir kitaba mâlik olanlardan her birinin onu birer ay kullanmak üzere anlaşmaları böyledir. Mekân bakımından mühâyeede her bir hissedar ortak malın kendi hissesine tekabül eden kısmından faydalanır. Meselâ üç katlı bir evde eşit hisseye sahip üç mâlikten her birinin evin belirli katlarında oturmak üzere anlaşmaları bu tür bir mühâyeedir. Paydaşlar zaman bakımından mühâyeede müşterek gayri menkulü, mekân bakımından mühâyeede payına düşen kısmı bizzat kullanabileceği gibi başkasına kiraya verip ücretini alabilir.
Müşterek mâliklerin ortak kararıyla gerçekleşen (iradî) mühâyee yanında Hanefîler’e ve bazı Şâfiîler’e göre taksimi talep edilmemiş veya taksim edilemez nitelikteki müşterek malın kullanımı için anlaşma sağlanamadığı takdirde mahkeme kararıyla da (kazâî, cebrî) mühâyee yapılabilir. Müşterek mülke konu olan mallar birden fazla ve menfaatleri aynı türden ise paydaşlardan birinin istemesi halinde diğerleri mühâyeeye uymak zorundadır; menfaatleri farklı türden ise uymak zorunda değildir. Meselâ iki müşterek evden birinde mâliklerden birinin, diğerinde ötekinin oturmasına karar verilebilir, fakat biri evde oturmaya, diğeri tarlayı işlemeye zorlanamaz. Mühâyeenin türü hakkında anlaşma meydana gelmekle birlikte zaman önceliği veya mekânın tayini konusunda ihtilâf çıkarsa hâkim kuraya başvurur.
Mühâyee süresince müşterek mülkiyet devam ettiğinden paydaşlar ortak mal üzerinde önemli değişiklikler yapamaz (Serahsî, XX, 171). Bazı fıkıh eserlerinde zaman bakımından mühâyeede bir paydaş sırasını kullandıktan sonra diğerinin bundan vazgeçip ecr-i misl talep etmesi veya mühâyee konusu evin yıkılması gibi durumlar özel olarak incelenmiştir. Paydaşların veya bunlardan birinin vefatıyla mühâyee sona ermez. Çoğunluğa göre mühâyee bağlayıcı bir akid olmadığı için taraflardan birinin isteği üzerine fesholunur. Mâlikîler’e göre ise bağlayıcı bir akid olup ancak bütün paydaşların rızasıyla feshedilebilir; bununla birlikte süre belirlenmeyen durumlarda mühâyeenin bağlayıcılık vasfı kazanmayacağı görüşü de vardır. Mahkeme kararıyla mühâyeeyi kabul edenlere göre bu da bağlayıcı niteliktedir. Hissedarlardan biri müşterek malın taksimi veya satılması yoluyla izâle-i şüyû‘ talebinde bulunduğunda mani bir durum yoksa mühâyee sona erer.
Mühâyeenin, mahiyeti itibariyle bir akid olduğunda tereddüt bulunmamakla beraber, konusu ve hükümleri bakımından ne tür bir akid olduğu hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Bazı fakihler, “Menfaatlerin taksimi menfaat mübadelesi değildir, zira menfaatin kendi cinsiyle mübadelesi câiz olmaz” gibi ifadeler kullansalar da bunların mahiyet belirlemekten ziyade mezhep telakkileri açısından akdin cevazını açıklamaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Senhûrî’ye göre gerek mekân gerek zaman bakımından mühâyeede paydaşlar kendi şâyi hisselerinin menfaatini diğer tarafınkiyle değişmekte yani trampa yapmaktadır; böyle bir trampa icar niteliğinde olup -bey‘de semenin nakit olması gerektiği gibi- icarda ücretin nakit olması zorunlu değildir. Mühâyee, aynların değişimini ifade etmesi bakımından trampaya benzetilemezse de tarafların hem satıcı hem alıcı konumunda olması gibi hem kiralayan hem kiracı durumunda bulunduklarını anlatma yönüyle bu benzetmeden yararlanılabilir. Fıkıh eserlerinde yer yer başka akid tipleriyle ilişki ve benzerliklerine temas edilmekle birlikte genellikle mühâyeenin muâvazattan olduğu ve buna icâre hükümlerinin uygulanması gerektiğinin belirtilmesi de bu yaklaşımı desteklemektedir. Ancak Serahsî’nin belirttiği üzere bu akid bütün hükümleri bakımından icâre gibi değildir. Zaman itibariyle mühâyeenin mübadele yönü, mekân itibariyle ise ifraz yönü dikkate alınarak birincisinde sürenin belirli olması şart koşulurken ikincisinde süre tayini gerekli görülmemiştir (Mecelle, md. 1178-1179). Fakat süre tayini hükmünden bağımsız olarak incelendiğinde her iki türün bir yönüyle ifraz, bir yönüyle mübadele olduğu görülür. Hanefî ve Şâfiîler’e göre paydaşların mühâyee mahalli üzerindeki zilyedliği yed-i emâne sayıldığından kendi kasıt ve kusuru olmaksızın telef olursa tazminle sorumlu tutulmaz. Mâlikîler’in bunu icâre gibi kabul ettikleri dikkate alındığında onların da aynı görüşte olduğu sonucuna varılır. Hanbelîler’e göre ise bu âriyette olduğu gibi yed-i damândır, kusuru olmasa da sorumludur.
Değişik hukuk sistemlerinde genellikle müşterek mülke konu malların kullanımı için paydaşlar arasında sözleşme yapılması yolu açık tutulmuş olsa da bu konunun özel bir akid tipi olarak düzenlenmesi İslâm hukukuna has bir durumdur. Günümüzde bazı Arap ülkelerinin medenî kanunlarında bu konuda fıkıhtaki ismi ve muhtevayı esas alan düzenlemeler yer almıştır. İsviçre ve Türk medenî kanunlarının eski şeklinde paydaşların müşterek malı kullanma tarzıyla ilgili sözleşme yapmaları ve bunun sonuçları açık biçimde düzenlenmediğinden konuya ilişkin boşluk kazâî ve ilmî ictihadlarla dolduruluyordu. İsviçre Medenî Kanunu’nun 1 Ocak 1965 tarihinde yürürlüğe giren değişik şeklinde paydaşların paylı malı kullanmaları hakkında bazı özel hükümlere yer verilmiştir. 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medenî Kanunu’nun 689. maddesinde de anılan kanunun 647. maddesi esas alınıp paydaşların oy birliğiyle anlaşarak yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda bazı istisnalar dışında kanun hükümlerinden farklı düzenleme yapabilecekleri kabul edilmiş ve bu tür anlaşmaların tapu kütüğüne şerh verilebilmesine imkân tanınmıştır. Aynı kanunun 693. maddesinde, “Uyuşmazlık halinde yararlanma ve kullanma şeklini hâkim belirler. Bu belirleme, paylı malın kullanılmasının zaman veya yer itibariyle paydaşlar arasında bölünmesi biçiminde olabilir” hükmüne yer verilmiştir. Öte yandan bu kanunun 698. maddesi, taksim isteme hakkının tahditleri arasında yer alan ve uygulamada “idâme-i şüyû‘ mukavelesi” adı verilen sözleşmenin (743 sayılı Türk Kanunu Medenîsi, md. 627) “resmî şekle bağlı olması ve tapu kütüğüne şerh verilebilmesi” hükmünü getirmiştir.
Mühâyee ile yakın dönem ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı devremülk hakkı arasında bazı benzerlikler bulunduğu düşünülebilirse de hareket noktası, amaç, şekil ve hüküm bakımından önemli farklılıklar vardır. Devremülk hakkının kullanılmasında temel kaynak işlevi gören devremülk sözleşmesiyle mühâyeenin fikrî temelleri arasında belli bir paralellik bulunması ise tabiidir.
Kaynak: İslam Ansiklopedisi