Akid nedir? ne anlama gelir?
Akid, borç kaynağı hukukî işlemlerin en önemlisidir. Hukuk tarihinde, mülkiyetin sebepleri arasında “sahipsiz mala el koyma”dan sonra ikinci sırayı almaktadır. İnsanlığın tanıdığı en eski hukukî müesseselerden birini teşkil eden akid, İslâm’ın ilk muhatabı olan Câhiliye Arapları tarafından da bilinmekte ve kullanılmakta idi. Bu sebepledir ki Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler onu tarif etmeden zikretmiş, bilindiğini var saydığı bu hukukî tasarrufla ilgili hükümler koymuştur. İslâm hukukunun ana kaynaklarından biri olan sünnet, “isimli akid”lere ait zengin açıklama ve hükümler getirmiş olmasına rağmen genellikle akid terimini, fert ile fert veya toplum arasındaki himaye ve dayanışma antlaşması için kullanmıştır (bk. Ebû Dâvûd, “İmâre”, 18, 38; Buhârî, “Kefâlet”, 4; Müsned, IV, 325). Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Akidlerin gereğini yerine getiriniz” meâlindeki âyette (el-Mâide 5/1) geçen akid kelimesi, hem terim olarak hem de en geniş mânası ile zikredilmiştir. Bu sebeple âyetteki “akidler” ifadesinin gerek Allah ile kulları arasında, gerekse kulların kendi aralarında yaptıkları bütün akidleri içine aldığı konusunda müfessirlerin ittifakı vardır (bk. Taberî, IV, 28; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, II, 525). Vadeli borç doğuran akidlerle ilgili “müdâyene âyeti” de (bk. el-Bakara 2/282) bu nevi akidlerin tamamına şâmil hükümler getirmektedir. Zaten Kur’ân-ı Kerîm’in başlattığı bu küllî ve mücerret metot, yani akidleri teker teker ve ayrı ayrı ele alarak, tekrarlara yer vererek hüküm koymak yerine bütün akidlere şâmil kaideler koyma, açıklamalar yapma usulü daha sonra usûl-i fıkıh ve kavâid kitaplarında devam ettirilmiş, fıkıh denilince ilk akla gelen fürû kitaplarında ise meseleci (kazüistik) metot benimsenmiştir. Çağdaş İslâm hukuku araştırmacıları “akid nazariyesi”ni yazarken, fürû kitaplarında dağınık halde bulunan bilgi ve hükümleri usul ve kavâid kitaplarındaki çerçeveye oturtmuşlardır.
Akid Hürriyeti
Çoğu Batılı olan bazı hukukçuların karşı görüş ve iddialarına rağmen (bk. Schacht, s. 151) İslâm hukukunda geniş bir akid yapma ve şart koşma hürriyeti vardır. Nazarî planda bu konu fukaha arasında tartışılmış, başta Zâhirîler olmak üzere bir grup hukukçu, “Prensip olarak akid yapma ve şart koşma yasaktır; ancak âyet, hadis ve icmâın cevaz verdiği akidleri yapmak ve şartları koşmak câizdir” derken çoğunluk, “Prensip olarak akid yapmak ve şart koşmak serbesttir; ancak nasların, kıyas ve icmâın yasakladığı, câiz görmediği akidler yapılamaz, şartlar ileri sürülemez” tezini savunmuşlardır. İbn Teymiyye dört mezhep içinde akid ve şart hürriyetine en geniş yeri Ahmed b. Hanbel’in verdiğini, bunu İmam Mâlik ve diğerlerinin takip ettiğini kaydettikten sonra bir ileri adım daha atarak kanun koyucunun (şâri‘) ve akdi yapanların maksatlarına aykırı düşmeyen her akdin yapılabileceğini ve her şartın ileri sürülebileceğini söylemiş ve bu görüşünü şu şekilde savunmuştur:
1. Câhiliye devrinde hiçbir nassa dayanılmadan yapılmış olan akidler İslâm’dan sonra da, haram kılınmış bir unsuru ihtiva etmiyorsa geçerli sayılmıştır.
2. Bütün fukaha, naslara göre câiz olup olmadığını bilmeden bir akid yapan kişilerin bu tasarruflarını, gerçekte yasak bir unsur ve vasıf taşımıyorsa geçerli saymışlardır.
3. Allah Teâlâ bir kayıt ve sınır koymadan akidlere riayet edilmesini, akidlerin ifasını emretmiştir. Akdin asıl gayesi ifadır; bunu emretmek ve istemek, prensip olarak akid yapmayı serbest bırakmak ve yapılan akdi muteber saymak demektir (bk. İbn Teymiyye, s. 184 vd., 204 vd.). Uygulamada da daima akid hürriyetine yer verilmiş ve ihtiyacın ortaya çıkardığı yeni akid şekilleri ile akid içindeki şartlar genel prensipler çerçevesinde geçerli sayılmış ve hukuk literatürüne geçmiştir.
Akdin Kuruluşu
Bir akdin kurulması için gereken asgari unsurlar (rükün, çoğulu erkân) üzerinde Hanefîler ile diğer mezhepler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefîler’e göre akdin unsuru, karşılıklı irade beyanı mânasına gelen icap-kabuldür. İcap-kabul ile akdin kurulabilmesi (in‘ikad) için ehliyetli tarafların ve akid yapmaya uygun bir konunun bulunması şarttır (bk. Mecelle, md. 149, 361). Unsur veya kuruluş şartlarının bulunmaması halinde akid bâtıl olur, bir akid olarak hukukî sonuç doğurmaz. Diğer mezheplere göre icap-kabul, taraflar, konu ve bunlara ait vazgeçilmez vasıf ve şartlar da akdin unsurlarıdır; bütün bunların bulunmaması yahut birinin eksik olması halinde akid bâtıl olur. Bu mezhepler butlândan hareket ederek buna sebep olan şeyleri unsur sayarken, Hanefîler daha teknik bir yaklaşımla akid kavramından hareket etmişler ve buna göre icap-kabulün unsur (rükün), taraflar ve konunun kuruluş şartı, diğer vasıfların ise sıhhat şartı olduğu sonucuna varmışlardır. Bu unsur ve şartlar, muhtevaları ve gerekli vasıfları ile şöyle açıklanabilir:
1. İcap-kabul, karşılıklı irade beyanıdır. Kur’ân-ı Kerîm, akdin karşılıklı rızâ temeline dayanmasında, daha doğrusu akdin karşılıklı rızâdan ibaret olmasında ısrarlıdır (bk. en-Nisâ 4/29). Rızâ psikolojik bir hal olduğu için bunun dışa vuran objektif bir alâmetine ihtiyaç vardır; işte bu alâmet de icap-kabul tabiri ile ifade edilen irade beyanıdır. Teferruatta ictihad farkları bulunmakla beraber, genellikle akid maksadını ifade eden her söz, yazı ve davranış irade beyanı olarak kabul edilmiştir. İcap ile kabulün karşılıklı rızâya delâlet edebilmesi için birbirine uygun olması ve aynı mecliste gerçekleşmesi üzerinde durulmuştur. Hanefîler ve Mâlikîler’e göre akid meclisi, akdin kuruluşu ile ilgili fiil ve davranışlar bütünüdür; icap ile başlar, kabul ile biter. Diğer müctehidlere göre akid meclisi kavramı maddîdir, akdin yapıldığı yer ve akdi yapanların fizik varlığı ile ilgilidir; icap-kabulden sonra başlar, tarafların birbirinden ayrılmalarına yani meclisi terketmelerine kadar devam eder. Birinci ictihada göre akid kabul ile kesinleşirken bu ictihada göre akid meclisi sona erinceye kadar tarafların tek taraflı irade ile akidden rücû etme hakları vardır.
2. Taraflar; akidde taraf olan şahısların hukukî ehliyete sahip olmaları gerekir. Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı ve sarhoşluk gibi sebeplerle temyiz kudretinden mahrum olan kişilerin irade beyanları muteber değildir.
3. Akdin konusu; akde konu olan şeyin mevcut, belirlenmiş (muayyen) ve akde konu olmaya elverişli olması gerekmektedir.
Akdin Hukukî Sonucu
Akdin doğurduğu sonuçlara iki açıdan bakılmıştır: Bu sonuçları kimin için doğurduğu, bu sonuçların kimleri ilgilendirdiği; bu sonuçların neden ibaret olduğu.
1. Şahıslar bakımından akdin sonuçları. Akid, bir veya daha fazla borç doğuran bir hukukî tasarruftur. Bu tasarruf akdi yapan şahıslara (taraflara) haklar ve borçlar getirmektedir. Meselâ iki şahıs bir satım akdi yapmışlarsa satın alanın bedeli, satanın da malı teslim etme borçları doğmuş, buna karşı satan bedele, satın alan da mala mâlik ve sahip olma hakkını kazanmışlardır. Şu halde akdin genel hükümleri, birinci derecede akdi yapan taraflarla ilgili olmaktadır. Akid temsil yoluyla yapılmış olursa temsilciler, bunların küllî ve cüz’î halefleri, alacaklılar ve bazı hallerde üçüncü şahıslar da akdin genel hükümleri ile ilgili olmaktadırlar. İslâm hukuk kaynakları, çeşitli bahislere serpilmiş olarak akdin bütün bu şahıslarla ilgilerini bahis konusu etmiştir. Akidle ilgili şahısların başında şüphesiz akdin asıl tarafları gelmekte, bunları temsilciler takip etmektedir. Temsil konusuna yerinde temas edilmiştir. İslâm hukukunda prensip olarak akid üçüncü şahıslara değil, bizzat yahut hukukî temsilcileri vasıtasıyla akdi yapan taraflara tesir etmekte, hukukî sonuçları onlar için doğurmaktadır. Bununla beraber akdin hükmü ile hukuku birbirinden ayrılmıştır. Akdin hükmü, tarafların kastettiği ve akdin nevine göre meydana getirdiği asıl sonuçtur. Akdin hukuku ise onu koruyan, tamamlayan ve asıl sonuçları güçlendiren ikinci derecedeki (hükme tâbi olan) borç ve haklardır. Meselâ bir satım akdinde hüküm, satım konusu malın mülkiyet hakkının satın alana, bedelin mülkiyetinin ise satana geçmesidir. Bu akdin hukuku ise satıcının malı teslim etme ve mal kusurlu çıkarsa geri alma borcu, bedeli isteme hakkı; satın alanın bedeli ödeme borcu, satın aldığı malı isteme hakkı, kusurlu çıktığında geri verme hakkı gibi haklardır. Taraflar dışında kalan şahısları ilgilendirme bakımından bu ayırımın önemine yukarıda işaret edilmiştir.
2. Konusu bakımından akdin genel hükümleri. Konu bakımından akdin genel hükümleri çerçevesinde iki husus vardır: Akdin tefsiri, sınırlarının tesbiti ve ifası; akidden doğan borçların yerine getirilmemesi halinde söz konusu olan sorumluluk (akdî mesuliyet).
A) Akdin tefsiri ve sınırlarının tesbiti konusu İslâm hukukunda özellikle fıkıh usulü ve kavâid kitaplarında ele alınmış, işlenmiş ve genel kaidelere kavuşturulmuştur. İfa konusuna gelince, akid tarafların kanunudur; kanun nasıl genel mânada bağlayıcı ise akid de taraflar için öylece bağlayıcıdır. Akdin mâna ve mahiyeti anlaşılmış, gerektiği takdirde tefsir ve sınırlama da yapılmış ise sıra ifaya, yani tarafların borçlarını yerine getirmelerine gelmiştir. Batı hukuklarında akidlerin tamamına ait bir ifa nazariyesi vardır. İslâm hukukunda ise akidler teker teker ele alınmış, kuruluş, şart ve özelliklerinden bahsedildikten sonra bunlara bağlı olarak nasıl ifa edilecekleri söz konusu edilmiştir. Çeşitli konular üzerine kurulan akidlerin doğurduğu hukukî neticeleri beş maddede toplamak mümkündür: Bedelli veya bedelsiz olarak mal mülkiyetinin nakli, bedelli veya bedelsiz olarak menfaat mülkiyetinin nakli, zimmet borcu yüklemek, iş ve hizmet borcu yüklemek, borçları garanti altına almak. Akid ile ifası gerekli hale gelen bu beş nevi borçla ilgili olarak ifa kaideleri ortaya konmuştur.
a) Mülkiyetin nakli hükmü ile ilgili olanlar. İslâm hukukunda mülkiyeti nakleden akdin kendisidir. Akid, diğer bazı sistemlerde olduğu gibi mülkiyeti nakil borcu doğurmaz, doğrudan mülkiyeti nakleder. Yalnız ivazsız akidlerde mülkiyetin nakli teslim ve tesellüm ile tamam olmaktadır. Satım akdinden sonra ve teslimden önce satım konusu malda meydana gelen artışlar satın alana aittir. Tarafların akidden sonraki iflâsları akdin sonucunu etkilemez. Satın alan, teslim almadan önce satım konusu mal üzerinde tasarrufta bulunabilir; müctehidlerin çoğuna göre taşınmaz mallarda, Mâlikîler’e göre aynı zamanda taşınır mallarda satma, kiraya verme, bağışlama gibi hukukî tasarruflar yapılabilir.
b) Menfaatin nakli hükmü ile ilgili kaideler. Menfaat mülkiyetini nakleden akidlerde menfaatin elde edilmesi, ifanın gerçekleşme şekli akdin konusuna göre değişiklikler arzeder: Evde oturulur, arazi ekilir, elbise giyilir, hayvana binilir veya yük taşıtılır, hizmetçi ev vb. hizmetlerinde kullanılır. Aylıkçı, yıllıkçı şeklindeki işçi (ecîr-i hâs), iş yerinde hazır olduğu müddetçe ücrete hak kazanır; belli bir iş için kendisiyle akid yapılan usta, işçi vb. (ecîr-i müşterek), işi yapmakla ücrete hak kazanır. Ev, dükkân vb. kiralanmış olması halinde kiraya veren, kira konusu nesneyi teslim etmek ve istifade edilebilir halde tutmak mecburiyetindedir. Bedelsiz menfaat temliklerinde (meselâ âriyet akdinde) menfaat şahsîdir, istifade hakkı başkasına devredilemez; bedelli menfaat temliklerinde (meselâ kira akdinde) menfaat mâliki bunu başkasına devredebilir.
c) Zimmet borcu yükleme hükmü ile ilgili kaideler. Zimmet borcu deyndir. Deyn, konusu nakit veya mislî eşya olan borçtur. Zimmet borcunda ödemeyi ya bizzat borçlunun veya temsilcisinin yapması gerekir. Zimmet borcu talebe muhatap olma yükümlülüğü getirir; kim borçlu ise talep de ona karşı ileri sürülür. Zimmet borcu vadeye bağlanabilir, takas ve ibrâ konusu olabilir.
d) İş, hizmet ve teminat hükmü getiren, bu nevi hukukî sonuçlar doğuran akidlerde ifa da bu akidlerin tabiat ve maksatlarına uygun olarak yapılır.
e) Bazı akidlerin doğurduğu netice de borçların teminat altına alınması, zamanı gelince ifasının garanti edilmesidir. Kefalet, havale ve rehin akidleri bu kabilden olup bey‘ bi’l-vefâ da bir bakımdan rehindir ve bu sebeple ona ilhak edilmiştir.
B) Akid gerektiğinde tefsir edilir, sınırları belirlenir ve konusu yerine getirilir, haklar alınır, borçlar ödenirse taraflar arasında akdin doğurduğu hukukî bağ sona erer; akdin hüküm ve hukuku fiilen gerçekleşmiş olur. Ancak ifa her zaman bu şekilde gerçekleşmez; bazan verme şeklinde gerçekleşecek bir borcun ifası ya hiç yapılmamış yahut da geç yapılmış olur. Yapmakla gerçekleşecek bir ifa ya hiç yapılmamış, yahut da zamanında yapılmamış olur. Bu durumlarda alacaklı tarafın zarara uğraması, borçlu tarafın da bundan sorumluluğu söz konusudur. Genellikle tazminat şeklinde kendini gösteren bu sorumluluk “akdî mesuliyet”tir. Akdî sorumluluktan bahsedebilmek için üç unsurun bir araya gelmesi gerekir.
a) Geçerli bir akdi ifa etmeme şeklinde ortaya çıkan kusur;
b) Karşı tarafın bundan dolayı uğradığı zarar;
c) Zararın bu kusurdan meydana gelmiş bulunması (illiyet râbıtası). Zarar ekonomik değer kaybıdır. Bu anlayıştan hareket eden İslâm hukukunda zarar ve tazmin konuları, diğer hukuklarda olandan farklıdır. Zarara uğrayan nesnenin tazmin konusu olabilmesi için dinî hukukî bakımdan ekonomik değer taşıması ve bazı mezheplere göre kendi başına var olabilmesi gerekir. Şarap ve domuz gibi mallar, dinî-hukukî bakımdan değer taşımadıkları için tazmin konusu da olmaz. Bir maldan (evden, dükkândan, hayvandan, arabadan) elde edilen menfaat ise kendi başına var olamadığı için tazmin konusu olup olmayacağı tartışılmıştır. Hanefîler bazı istisnalar dışında menfaatin tazmin konusu olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Şâfiîler ise meselâ gasbedilen maldan elde edilen menfaatin mal sahibine ödenmesi gerektiğini ileri sürerek bu konuda ileri bir adım atmışlardır.
Sağlam olarak kurulmuş (sahih) bir akdin yukarıda özetlenen hukukî sonuçları yanında bâtıl ve fâsid akdin hukukî sonuçları üzerinde de durulmuştur. Bâtıl akde iki açıdan bakılmıştır. Maddî bir vâkıa olarak bakıldığında bâtıl akid, meselâ bir evlilikte -evli olduklarını zannederek birleştikleri için- tarafların zina yapmış sayılmamaları, doğan çocuğun nesebinin sahih olması, bir nevi mehir ve iddetin gerekli olması gibi sonuçlar doğurmaktadır. Bu tasarrufa bir akid olarak bakıldığında, Hanefîler’e göre bâtıl satım akdinde satılan mal, alıcı tarafından bir üçüncü şahsa satılsa dahi butlân ortadan kalkmaz (ikinci satım butlâna tesir etmez) mal ve bedel ikinci alandan ve satandan geri istenir. Mâlikîler’e göre bu durumda ve benzerlerinde üçüncü şahıslar korunur, akid konusu mal onlardan geri alınmaz; ancak ikinci satıcıdan malın kıymeti veya misli talep edilebilir. Hanefîler dışında kalan müctehidlere göre fâsid ile bâtıl arasında fark yoktur. Hanefîler’e göre ibadetlerde ve evlenme akdinde fâsid ile bâtıl aynı hükümdedir. Diğer hukukî tasarruflarda fâsid, bâtıldan farklıdır. Akdin fesadını gerektiren vasıf ortadan kalkarsa akid sıhhat kazanır. Fâsid akid mülkiyeti nakletmez, ancak buna konunun ifası da eklenince (meselâ satım akdinde mal ve bedel alınıp verilince) mülkiyet de intikal eder; yalnız akid yine de feshedilmeye mahkûmdur. İfadan sonra akid konusunun yeni bir akidle el değiştirmesi yahut önemli ölçüde değişikliğe uğraması halinde birinci akdin (fâsid akdin) feshedilme kabiliyeti de ortadan kalkmış olur (bk. Mecelle, md. 372).
Akdin Sona Ermesi
Akdin sona ermesi, ortadan kalkması çeşitli şekillerde olabilir. Akid tam olarak ifa edilir, sona erer; bâtıl ve fâsid akidler iptal edilir, ortadan kalkar. Sağlam olarak doğmuş bir akid, henüz tam olarak ifa edilmeden geriye dönük olarak bozulur ve hükümsüz hale getirilir; işte burada söz konusu olan bu sonuncu şekildir. Bu şekilde akdin sona ermesi, ortadan kalkması ya bağlayıcı olmayan akidlerin bağlı olmayan tarafça bozulması veya feshedilmesi yahut da ikāle yoluyla gerçekleşmektedir.
1. Birinci şıkta tarafların bağlı olmamaları ya akdin özelliğinden gelir: vedîa, âriyet, vekâlet, karz, hibe bu kısmın örnekleridir yahut da muhayyerliklerden kaynaklanır: görme, kusurlu çıkma, hile, fahiş fiyat, vasıf muhayyerliklerine dayalı bozmalar da bu kısmın örnekleridir.
2. Fesih. İslâm hukuku fesih hakkını birinci şıkta tanımış fakat bunun dışında (akdin özellik ve tabiatından gelen yahut muhayyerliklere dayanan fesih hakkı haricinde) prensip olarak fesih hakkı vermemiş, akdin doğurduğu borcun ifa edilmemesini feshe sebep kılmamıştır. Çünkü fesih, bağlayıcı bir tasarrufun dönüşü mümkün olmayacak şekilde bozulması demektir ve bunun sınırının geniş tutulması hukuk düzeni bakımından sakıncalı olabilir. Fesih hakkının dar tutulmasından doğacak sakıncaları gidermek üzere İslâm hukuku, borcun ifa edilmemesine dayalı defi ve hapis hakkı sahalarını geniş tutmuş; borcu öncelikle ifa etmesi gereken tarafın bunu yapmaması halinde karşı tarafa, buna bağlı olarak kendi borcunu ifayı durdurma (defi) ve akid konusunu elinde tutma (hapis) haklarını geniş ölçülerde vermiştir. Genel kaide bu olmakla beraber istisnaî olarak iki halde borcun ifa edilmemesine dayalı fesih hakkı da tanınmıştır. Bunlardan birincisi, akdin konusu olan malın (satım akdinde teslimden önce satılan malın, kira akdinde kiraya verilen malın) kısmen veya tamamen işe yaramaz, istifade edilemez hale gelmiş olması durumudur. Bu durumda alıcı ve kiracıya akdi fesih hakkı verilmiştir. İkincisi, kira akdinde kira bedelinin ödenmemesi halidir. Satım akdinde bedelin ödenmemesi akdin feshine imkân vermez iken kira akdinde bunun mümkün olması şu gerekçeye dayanmaktadır: Kira akdinde, bedel karşılığında temlik edilen şey mal değil menfaattir; menfaat ise akid esnasında fiilen mevcut olmayıp zaman içinde istifade edildikçe hasıl olacaktır; bu sebeple kira akdinde bedelin ödenmemesi sebebiyle akdin feshedilmesi, ileride hasıl olacak menfaatin teslim edilmemesi olarak kabul edilmiştir.
3. İkāle. Bundan maksat, sağlam olarak doğmuş, fakat henüz tam olarak ifa edilmemiş bir akdi tarafların karşılıklı anlaşmaya vararak bozmalarıdır (bk. Mecelle, md. 163). İkāle yoluyla akdin bozulması, akdin kurulmasında olduğu gibi tarafların icap ve kabulü ile gerçekleşmektedir. Bunun da muteber olabilmesi için bazı şartlar vardır. Tarafların serbest olarak ikāleye razı olmaları, icap ile kabulün aynı mecliste olması, para değişimi akdi bozuluyorsa bedellerin aynı mecliste iade edilmesi, akid ve ikāle konusu olan malın bu sırada mevcut bulunması bu şartların başlıcalarıdır. İkālenin fesih mi, yoksa yeni bir akid ve sözleşme mi olduğu konusunda da farklı ictihadlar vardır. Ebû Hanîfe’ye göre ikāle taraflar bakımından fesih üçüncü şahıslar bakımından yeni bir akid mahiyetindedir. Her iki bakımdan da ikāleyi fesih yahut yeni bir akid sayan ictihadlar da bulunmaktadır. İkālenin fesih yahut yeni bir akid sayılmasının teslim, şüf‘a hakkı, akid mevzuu üzerinde tasarruf gibi konularda önemli tesiri ve farklı sonuçları vardır. Meselâ bir taşınmaz malın satımından rücû ediliyorsa, bunu fesih sayan ictihada göre, vaktiyle kullanılmamış bulunan şüf‘a hakkını kullanmak mümkün olmaz; halbuki ikāle yeni bir akid gibi telakki edilirse, önceden kullanılmamış olan şüf‘a hakkını bu takdirde kullanmak mümkün hale gelecektir (bk. Mecelle, md. 190-196).
Kaynak: İslam Ansiklopedisi