Modern hayatın bir getirisi olarak günümüz insanın hak talepleri artmış, daha fazla özgürlük ihtiyacı her alanda her dönem olduğundan çok daha yüksek sesle dile getirilir olmuştur. Bir yandan bu hak taleplerinin karşılanması arzulanırken diğer yandan herkes kendi sınırlarının korunması ve çiğnenmemesi konusunda diğerlerinin üzerine düşeni yapmasını arzulamaktadır. Dolayısıyla bu hak talepleriyle sorumluluk alma beklentileri arasında bir dengenin kurulması toplumsal düzenin devamı açısından hayati bir öneme sahiptir. Fıkıhta kul hakları olarak bilinen kişinin dini sorumlulukları üzerinde oldukça durulmuştur. Ancak kul hakkından daha geniş bir mahiyete sahip olan kamu hakkı da toplumsal hayatın devamı ve huzuru açısından oldukça önemlidir. Dinin bireysel dindarlık ve bireysel ahlak boyutunun ötesine geçilmesi ve “diğerleri”ne karşı olan sorumlulukların da tam olarak yerine getirilmesi önemlidir. Mesela iş ahlakı açısından kamu sağlığına uygun üretim yapmak, kamu huzurunu bozacak şekilde iş tutmamak, mesken yapmamak, kamu ahlakını tehdit edecek fiillerden kaçınmak, kamuyu zarara uğratacak durumları kazanç vesilesi yapmamak ve kamu yararını gözetmek son derece önemlidir. Elbette bunlar kamu otoritesi tarafından bir idare ve teşkilatlanma ile denetlenmektedir ve denetlenmelidir. Fıkhın kazai yönüne işaret eden kamu düzenini sağlamakla ile ilgili yasaların varlığı tartışmasız bir biçimde gereklidir. Ayrıca zahir/objektif ya da görünür olana itimat etmek ve delilleri bu çerçevede değerlendirmek de hukukun işlerliği ve güvenirliği açısından oldukça mühimdir. Zira herkes için genel geçer kuralların varlığı, kararların bu objektif kurallar doğrultusunda verilmesi ve davaların şeffaflık ile görülmesi adaletin kamu vicdanını rahatlatacak biçimde ve görünür olarak gerçekleşmesinin de teminatıdır. Bu sebeple fakihler her dönemde, o dönemin gereklerine uygun kurallar geliştirmişler ve ihtiyaç halinde içtihat ederek önemli bir fıkhi miras da bırakmışlardır.
Fakat fıkhın bu kazai yönünün ötesinde bireylerin “diğerlerinin hakkını da kendi hakkı kadar aziz kabul ettikleri” bir anlayışa ulaşmaları asıl hedeftir. O zaman hukukun, bireylerin uymak zorunda olduğu bir kurallar yığını olmaktan çok onların gönülden benimsediği bir düzen olması mümkün hale gelecektir. Bu sebeple bireylerin kamu hakkının diyani/manevi sorumluluğu konusunda bir bilinç seviyesine ulaşmaları gerekir ki elimizde buna dair oldukça fazla malzeme mevcuttur. Metinde geçen ayet ve hadislerden yola çıkarak kişinin, kamu hukuku ile ilgili sorumlulukları, Allah’a karşı olan sorumluluklar olarak gönülden benimsemesi ve içine sindirmesi, bunların uhrevi hayatını mutlak manada etkileyeceği şuuruna ulaşmasının önemi tartışılmazdır. Nitekim rivayetlerde şehadet gibi önemli bir mertebeye ulaşan kimselerin bile az bir kamu hakkı sebebiyle azaba ve Allah’ın lanetine uğramaları hususunda ciddi ikazlar yer almaktadır.
Fıkhın bu dinî ve ahlaki yönünün üzerinde durulması, kişilerin vicdani boyutta ve ihsan derecesinde bir dinî yaşantıya ulaşmaları bakımından önem arz etmektedir. Bu sebeple bu çalışmada kamu hukukunun kazai yönüyle ilgili kısım sınırlı tutulmuştur. Çünkü bu başlık altındaki uygulamalardan anlaşıldığı kadarıyla, kamu yararını gözeterek yapılan uygulamalar zaman ve zemine göre farklılık gösterebilmektedir. Buna dair en çarpıcı örnekleri, devlet teşkilatlanmasının geliştiği Hz. Ömer zamanında görmek mümkündür. Dolayısıyla değişken olan bu uygulamaların özünde “hakkı koruma” çabasının olduğu görülür. Sabit ve değişmeyen bu uhrevi yönün varlığı, fıkhın diğer hukuk sistemlerinden farklı ve fazla yönüdür. Bu sebeple bu çalışmada daha çok bu manevi sorumluluk üzerinde durulmuştur. Zira fıkhın kazai yönüne dair zamanla oluşan büyük miras, fıkhın bir kurallar yığını olarak anlaşılmasına ve onu diğer hukuk anlayışlarından ayıran en önemli yönü olan diyani yönünün unutulmasına sebep olmuştur. Oysa fıkhı bir kurallar yığını olmaktan çok, bireyin toplum ve kamuyu ifade eden diğer birimlerle sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlayacak, selim fıtratını ortaya çıkaracak, dünyevi ve uhrevi saadete ulaştıracak bir sistem olarak anlamak ve manevi boyutunu ihmal etmemek dinin yaşanabilirliğine ve evrenselliğine dair önemli bir katkı da sunacaktır.
Ümmühan ARK
***