Dirhem/Gümüş Para Dışındaki Malların Karz Verilmesinde Veznilik ve Keynilik
Hanefi fakihleri vezniliği veya keyliliği nasla sabit maddelerin ve hakkında nas bulunmasa da Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde keyliliği ve vezniliği bilinen maddelerin ebedi olarak bu özellikte kalacağını kabul ederler. Bunun dışında kalan maddelerin veznilik veya keyliliğini de örfe bırakırlar. Bu üçüncü şıkka giren maddelerin vezniliği veya keyliliği farklı bölgelere göre ya da farklı zamana göre örfi olarak belirlenmektedir. Nitekim fıkıh kitaplarında bu tür maddelerin vezniliği veya keyliliği tartışması geçmektedir. Bu kısımda bu örneklere dair bazı meseleler aktarılacaktır.
Örfe bağlı olarak keyliliği ve vezniliği tartışmalı maddelerden biri ekmektir (hubz). Ekmeğin vezni, keyli veya adedi olarak karz konusu yapılıp yapılamayacağı erken dönemde tartışılmıştır. İbrahim en-Nehai’ye nispet edilen bir görüşe göre ekmeğin borç alınması adedi olarak yapılabilir. İmam Muhammed’in görüşü de buna paralel olarak şekillenmiştir. Ebu Yusuf’a göre ekmek veznen karz verilebilir. Ebu Hanife’ye göre ise hiçbir surette ekmeğin karz olarak verilmesi caiz değildir. Çünkü ona göre ekmek misliyattan sayılmamaktadır. Hem Ebu Yusuf’un görüşü hem de İmam Muhammed’in görüşü örfe dayandırılmaktadır (Bkz. Burhaneddin İbn Mâze, 2004, 7/125). Fetvanın Ebu Yusuf’un görüşüne göre olduğu kaydedilir (Heyet, t.y., 3/201). Birbiriyle çağdaş dönemde yaşamış olan Hanefi kurucu imamlarının görüşlerini örfe dayandırdıkları dikkate alınırsa öncelik-sonralık ilişkisinin mi yoksa aynı anda farklı örflerin geçerliliğinin mi baskın olduğunu tespit güçtür.
el-Fetâvâ el-Alemgiriyye’nin karzla ilgili bölümünün başında konuyla ilgili farklı kaynaklardan farklı dönemlere dair referanslar vardır. Hangi maddelerin tartışma konusu yapıldığına dair bir fikir vermek üzere burada bazı nakillere yer verilebilir. Nevâdir-i Hişam’da yer aldığına göre Ebu Yusuf buğday ve unun veznen değişiminde bir zaruret ve hayır olmadığını beyan etmiştir. el-Asl’da geçtiği üzere bir kimse unu veznen borç alsa onu veznen iade etmez, kıymeti üzerine anlaşırlar. Ebu Yusuf’tan bir rivayete göre insanlar bunu örf edinmişse caiz olur. el-Gıyasiyye’deki nakle göre fetva Ebu Yusuf’un kavline göredir. el-Muhit’te geçtiği üzere cevizin keylen patlıcanın da adeden karz alınması caizdir. Fetâvâ Attâbiye’de yer aldığı üzere kerpiç ve tuğlaların birbirinden farklı olmaması şartıyla adedi olarak karz alınması caizdir. et-Tatarhaniye’de geçtiği üzere keylen değil veznen karz alınması caizdir (Burhaneddin İbn Mâze, 2004, 3/201-202). Bütün bu nakillerden anlaşıldığı kadarıyla naslarda vezniliği veya keyliliği belirlenmemiş maddeler zamanın ve bölgenin örfüne göre değişmektedir.
Hanefi Teorisi İçinde Karza Konu Olması Açısından Para: Dirhem, Dinar, Mağşuş, Para, Fels
İslam’dan önce Araplar para birimi olarak dinar ve dirhemi kullanıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde de bu para birimleri aynen kullanılmaya devam etti ve mehir ve nisap benzeri kriterler bu para birimine göre belirlendi. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde dinar ile dirhemin pariteleri arasındaki oran 1/10 idi. Dinarı Bizans, dirhemi de Sasaniler basıyordu. Dinarlar standart ayar ve ağırlıktayken dirhemler farklı ayarlarda idi. Bundan ötürü anlaşmalarda hangi dirhemin ölçü alınacağı sorunu ortaya çıkabiliyordu. Özellikle birden fazla çeşidinin geçerli olduğu yerlerde borç ödemelerinde bunun belirlenmesi önem arz ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Tartı (el-veznü) Mekkeliler’in tartısı, ölçü (el-mîzân) Medineliler’in ölçüsü” (Ebu Davud, “Büyû”, 8.) buyurarak esas alınacak tartı ve ölçüyü belirlemiştir. Altın ve gümüş paralar için Arapça’da “nakdeyn” tabiri kullanılmakta ve bunlar yaratılıştan semen kabul edilmekteydi. Bu ikisi dışında piyasada genellikle demir, bakır ve bunların alaşımlarından basılan felsler bulunurdu. Felsler İslam tarihinin ilk dönemlerinde para sistemi içerisinde tali para sistemi olarak kullanılmaktaydı. Zamanla tüm ödemelerde asli para gibi kullanılmaya başlandı. Felslerin para hükmü taşıyıp taşımadığı mezhep imamları döneminden itibaren tartışılmıştır. Hanefi mezhebinde İmam Muhammed’e göre rayic olduğu sürece felsler nakdeyn hükmünde paradır. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre ise bunlar para olmakla beraber nakdeynden farklı özelliklere sahiptir. Örneğin standart basılmış dinar ve sikkeler mübadele işlemlerinde tayin ile taayyün etmediği halde felsler kendi cinsleriyle değişiminde tayin ile taayyün etmektedir (Bkz. Gözübenli, 2015, 90-101).
Hanefi mezhebinde paraya bakış temelde dinar, dirhem (nakdeyn) ve bunlar dışında kalan mağşuş paralar şeklinde üçlü bir kategori içinde şekillenmiştir. Hanefi mezhebinin yaklaşımını gelişmiş sistematiği ve tasnifleriyle dikkat çeken Kâsânî’nin el-Bedâiü’s-sanâi isimli eserinde görmek mümkündür. Üstelik Kâsânî Hanefi mezhebinin paraya bakışını üçlü bir tasnif içinde verdikten sonra konumuzu yakından ilgilendiren mağşuş dirhemlerin adedi olarak borç konusu olup olamayacağına göre bunları ayrıntılı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Altın dinarlar standart olarak basıldığından Kâsânî buna değinmeden gümüş dirhemleri üçe ayırmaktadır. Buna göre basılı bir dirhem sikkede gümüş oranı ya fazla ya az ya da alaşımla eşit bir şekilde bulunur. Bir sikkede gümüş oranı 2/3 veya 3/4 gibi bir oranla fazla ise bu dirhem halis gümüş dirhem olarak kabul edilir. Çünkü burada ağırlık dikkate alınır ve karışım yok hükmünde sayılır. Zaten gümüş sikkelerde mutlaka az da olsa her zaman bir karışım bulunur. Bu tür dirhemler halis gümüş gibi kabul edildiklerinden kendi cinsleriyle mübadelesinde mutlaka peşinlik ve eşitlik şartı bulunmak zorundadır. Alaşımı (gışş) gümüş oranına göre daha fazla olan ikinci tür dirhemler de bu ağırlığa göre değerlendirilip mağşuş hükmünde kabul edilmekte ama kendi içinde ikiye ayrılmaktadır. Eğer karışımlı sikkedeki gümüş eritmekle yanıp ayrışmıyorsa ve yalnız bakır kalıyorsa bu sikke halis bakır sikke olarak kabul edilmektedir. Bunlar kendi cinsleri olan bakır sikkelerle ancak peşin ve eşit şekilde mübadele edilebilir. Eğer eritme neticesinde gümüş yanmaz ve bakır alaşımdan ayrışırsa bu durumda biri diğerine tabi kılınmaz ve ikisi de ayrı hükümlere tabi tutulur. Dolayısıyla bunlar halis gümüş parayla mübadele edildiğinde halis gümüş paradaki gümüş oranının mağşuş paradaki gümüş oranına göre daha fazla olması gerekmektedir. Üçüncü tür dirhemler de gümüş oranı ile alaşım oranı eşit olanlardır. Bunların hükmü konusunda sarrafların tecrübesine itimat edilir. Sarrafların dediğine göre gümüş ve bakır alaşımı ancak ısıtılarak birbirinden ayrışır ve burada bakır gümüşe göre daha hızlı eriyip kaybolur. İşte bu durumda ısıtıldıktan sonra geriye kalan gümüş olursa bunu kendi cinsleriyle ancak eşit bir şekilde değiştirmek caiz olur. Eğer eşit alaşımı erittikten sonra gümüş ve bakır eşit bir şekilde kalırsa ikisi de ayrı hükmü alır (Kâsânî, 1966, 5/196-197).
Kâsânî Hanefi mezhebindeki dirhem sikkelere dair bu tasnifi aktardıktan sonra “mağşuş dirhemleri adeden borç almak caiz midir” şeklinde bir soru sorar. Sonra da her üç dirhem türüne göre bu sorunun cevabını vermeye çalışır. Gümüş oranı alaşıma göre fazla olan birinci tür dirhem sikkelerin ancak vezni olarak borç verilebileceğine değinir. Bunlar veznidir ve adedi olarak mübadele edilemez. Çünkü adedi olarak değişimleri mücazefeten değişim anlamına gelir ki bu caiz değildir. Bu tür dirhemlerin adedi olarak borç alınıp verilmesi de caiz kabul edilmez. Çünkü karz akdinde de bir mübadele veya en azından mübadele şüphesi vardır ve ribadan veya riba şüphesinden kaçınmak gerekir. Yine bundan ötürü keyli bir malın veznen borç alınıp verilmesi caiz kabul edilmemiştir, çünkü bu bir şeyin mücazefeten borç verilmesi anlamına gelir ki mübadele veya mübadele şüphesi olan bir işlemdir ve caiz değildir. İkinci türe gelince bunlar tağşişi gümüş oranına göre fazla olan sikkelerdir. Bunlarda insanların örfüne bakılır. İnsanlar bunları vezni olarak mübadele ediyorsa bunlar veznen, adedi olarak mübadele ediliyorsa adeden mübadele edilebilirler. Üçüncü tür olan eşit şekilde gümüş bakır alaşımlı sikkelerin de hükmü de birinciyle aynıdır. Çünkü sarrafların tecrübelerine dayanarak söyledikleri bu tür alaşımlarda eritme halinde bakırın gümüşten önce yok olacağı gerçeği gümüşü dikkate almayı gerektirir. Eritme sonucunda ikisi de ayrıca eşit şekilde kalırsa o zaman ayrı ayrı kendi hükümlerini alırlar. Dolayısıyla böyle gümüş ve bakırı eşit bir alaşımı adeden borç alıp vermek caiz değildir. Çünkü bakırdan fels adedi olsa da gümüş veznidir ve bu tür bir tearuz durumda cevaz yerine fesad tercih edilir (Kâsânî, 1966, 5/197).
Bu üçlü tasnif içinde yer almasa da geriye bozuk para olarak kullanılan ve tamamen bakır gibi madenlere dayalı fels kalıyor. Kâsânî “selem” bahsinde felsin mahiyetine dair iki yaklaşım zikreder. Bunlardan birincisine göre fels “uruz” yani ticari meta olarak kabul edilir ve bundan ötürü bunlarda selem yapılabilir, tayin ile taayyün ederler ve bir felsi iki felsle değişmek caiz kabul edilir. Bu Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un yaklaşımıdır. İmam Muhammed ise felsleri semen olarak kabul ettiği için selem yapılamayacağı kanaatindedir (Kâsânî, 1966, 5/212). Felsler itibari değere sahip oldukları için borcun konusu olup tedavülden kalktıklarında (kesad) veya piyasada bulunmadıklarında (inkita) ya da değerlerindeki yükseliş (galâ) veya düşüş (ruhs) hallerinde borcun nasıl eda edileceği mezhep için çeşitli tartışmalara sebep olmuştur (Bkz. Gözübenli, 2015, 105-123). Özellikle enflasyonist ortamlarda paranın değer kaybına uğradığı zamanlarda paranın nominal değeri üzerinden mi yoksa borç günündeki reel değer üzerinden mi borç ödemesinin yapılacağı önemli bir mesele olarak ortaya çıkmaktadır. Enflasyonist ortamlarda felsler gibi itibari paraların değerindeki düşme veya yükselme durumlarında ödeminin yapılışıyla ilgili mezhep içinde iki farklı yaklaşımın olduğu ifade edilebilir. Ebu Hanife’ye göre bu tür durumlarda borçlanılan nominal değerin ifası gereklidir. Bu aynı zamanda Ebu Yusuf’un bir görüşü olarak da kaydedilir. Ebu Yusuf’tan ikinci bir rivayete göre ise alışveriş borcu ise satım günü ve ödünç borcu ise kabz günündeki kıymetin ödenmesi gerekir (Zeyneddin İbn Nüceym, t.y., 6/219). Felsler gibi itibari paraların tedavülden kalkmaları (kesad) veya piyasada bulunamamaları (inkita) durumlarında da benzer bir tavır farklılığı görülmektedir. Bu tür durumlarda da Ebu Hanife’ye göre itibari paranın semeniyet vasfı ortadan kalktığı için örneğin bir alışveriş akdi hükümsüz hale gelmektedir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise bu tür bir durumda yalnızca paranın tesliminde bir sorun ortaya çıkmaktadır ki bu durum akdi bozmamaktadır. Parayı ödeyecek kişi tedavülden kalkan veya piyasada bulunamayan paranın değerini ödemekle yükümlüdür. Ebu Yusuf’a göre alışveriş günündeki kıymetini, İmam Muhammed’e göre ise tedavülden kalktığı (kesad) günündeki kıymetini öder (Zeyneddin İbn Nüceym, t.y., 6/219). Enflasyonist ortamlara özgü bu tür durumlar tarih boyunca fakihleri meşgul etmiş ve bu tür sorunlara karşı cevaplar üretmeye çalışmışlardır. Nitekim 16. yüzyıl sonlarında meşhur Hanefi fakihi Timurtâşî’nin (ö. 1598) kendi dönemindeki parasal istikrarsızlığı ve paranın değerindeki değişimleri değerlendirdiği Risâletü bezli’l-mechûd fî tahriri es’ileti tağayyurin-nukùd isimli eseri bu konularda akla gelen ilk örneklerdendir (Bkz. Özdemir, 2017). 19. yüzyılda İbn Abidin parasal istikrarsızlık konusunda benzer sorunları yaşadığı bir dönemde Timurtâşî’nin eserine de sıkça atıf yaparak Tenbîhu’r-rukûd alâ mesaili’n-nukûd isimli eserini kaleme almıştır (Bkz. İbn Âbidin, y.y., t.y., 2/58-67).
…
Sonuç
Hanefi mezhebinde karza konu olan mallar misli ve tüketilebilen mallardır. Misli mallar da vezni ve keyli mallar ile birimleri birbirine yakın büyüklükte olan mallardır (adediyât-ı mütekâribe). Hanefi mezhebinin genel yaklaşımı naslarda vezniliği ve keyliliği belirtilmiş malların ebediyen bu ölçü birimlerine tabi olduğu yaklaşımıdır. Yani riba hadisinde geçen altın ve gümüşün ebediyen vezni; buğday, arpa, hurma ve tuzun da ebediyen keyli olduğu hususunda ittifak vardır ve mezhep içinde kabul gören görüş budur. Bir rivayete göre Ebu Yusuf’un görüşü de bu yöndedir. Ancak Ebu Yusuf’tan bu konuda bir rivayetle farklı bir görüş aktarılmıştır. Bu görüş her ne kadar zayıf, şaz ya da benzer şekillerde zayıf olarak görülmüş olsa da zamanı geldiğinde örfün geldiği noktayı izah etme anlamında hayli kullanışlı bir rivayet olmuştur. Nitekim 16. Yüzyılda Birgivi Mehmed Efendi, 19. Yüzyılda İbn Abidin kurtarıcı bir görüş olarak bu rivayete atıf yapmışlardır. Böylece Ebu Yusuf’un görüşü farklı yüzyıllarda farklı coğrafyalarda dönemin örfünü açıklamak üzere kurtarıcı bir görüş (muhallis) olarak ön plana çıkmıştır. Ebu Yusuf’un temel metinlerde zayıf olarak geçen görüşü zamanı geldiğinde dirhemlerin veznen değil adedi olarak mübadelesinin bir gerekçesini teşkil etmiştir. Bu da metinlerde aktarılagelen ve ister zayıf ister şâz olarak nitelensin mezhep imamlarından gelen nakillerin zamanı geldiğinde çağın gerekliliklerini açıklama ve ona göre amel etme konusunda nasıl işlevsel olabildiğini göstermektedir.
Hamdi ÇİLİNGİR
Editör Notu: Bu metin makaleden alıntıdır. Makalenin tamamını okumak için kaynaktaki bağlantıya tıklayabilirsiniz.
Kaynak: DergiPark
Görsel Kaynak: WombatInvest