Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde ortaya koyduğu iktisat anlayışı, İslam iktisadı bağlamında değerlendirilmiştir. İslam iktisadı anlayışı içerisinde yer alan İslami birey kavramı dikkat çekmektedir. Özellikle iktisadi birey ile İslami bireyin karşılaştırılması, İslam iktisadının daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu anlamda Mustafa Kutlu’nun Sevincini Bulmak ve Hesap Günü hikâye kitapları genelde İslam iktisadı ve özelde İslami birey bağlamında içerik analizi yöntemiyle incelenmiştir. Eserlerinde iktisat ve siyaset konularına oldukça yer veren Kutlu’nun özellikle hâkim sermaye karşısında dile getirdiği eleştiriler hikâyelerinde oldukça yer tutmaktadır. Yapılan çalışma sonucunda da Kutlu’nun hikâyelerinde ortaya koyduğu iktisadi bakış açısının İslam iktisadı ve İslami birey kavramaları ile örtüştüğü görülmektedir.
Sevincini Bulmak
Sevincini Bulmak hikâye kitabı, adını Ayhan Yücel’in aynı isimli deneme kitabından almaktadır. Birinci baskısı Eylül 2018’de yapılan kitabın, Ekim 2019’da dördüncü baskısı yapılmıştır. Sevincini Bulmak, Mustafa Kutlu’nun -şu ana kadar- yazdığı en son hikâye kitabıdır. Kitapta iki ana karakter olarak Elif ve Suna ön plana çıkmakla beraber hikâyenin asıl kahramanı Suna’dır. Hikâye, Elif ve Suna’nın yaşanan olayların sonundaki hâllerini ortaya koyan bir anlatıyla başlar. Buna göre Elif ve Suna çok yakın arkadaştır. Elif’in Nilüfer adında ufak bir kızı vardır. Suna ise üniversitede edebiyat doçentidir. Ünlü bir psikiyatrist olan Ali Balkan ile boşanma aşamasındadır. Ali Balkan ise televizyonda bir sağlık programına çıkmakta ve programın genç ve güzel sunucusu ile görüşmektedir. Hikâye, bunun ardından önce Elif’in, sonra da Suna’nın iki nesil öncesinden başlamak üzere hayatlarını anlatır. Elif’in babası saat ustasıdır. Annesi genç yaşta vefat eder. Babası da başka bir kadınla evlenir fakat bu kadın Elif’e üvey annelik yapmaz. Elif, küçük yaşlardan itibaren babasının dükkanında vakit geçirir. Esnafın arasında büyüyen Elif, hayatın içerisinde bir çocuk olarak yetişir ve hayat karşısında Suna’ya göre daha güçlüdür. Lise yıllarında Suna ile tanışırlar. Suna’nın annesi edebiyat, babası tarih öğretmenidir. Suna’nın babası genç yaşta vefat etmiştir. Bir de ablası Sevim vardır. Sevim daha çok ev işleri ile ilgilenen, balık etli, ciddi bir kızdır. Suna ise küçüklükten beri kitaplarla haşır neşirdir. Elif ile lisede başlayan arkadaşlıkları ise ömür boyu devam etmiştir. Elif üniversitede Sanat Tarihi Bölümünü kazanır fakat Serdar adında, başörtülü öğrencilerin haklarını savunan bir örgüt lideri ile evlenerek okulu yarım bırakır. Bu evlilik sayesinde Elif kapanır ve yardım kuruluşlarında görevler alır. Suna ise Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanır ve bu dönem ilgi duymaya başladığı Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine uzmanlaşarak üniversitede Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalında doçent olur. Elif, Serdar’ın kendisini aldattığını öğrenir ve ondan boşanarak kızı ile beraber yaşamaya başlar. Suna, bir bildiride Ali Balkan ile tanışır. Ali Balkan çok zengin ve Balkan asıllı bir ailenin en sevilen evladıdır. Fakat çapkın ve hovardadır. Birçok ülkeyi gezmiş, İngiltere’de doktorasını tamamlamıştır. Bir arayış içerisindedir. Suna’ya açılır ve İstanbul’u gezerek hem İstanbul’u hem kendilerini tanımaya başlarlar. Aynı zamanda aradıklarını bulmaya çalışırlar. Nihayetinde evlenerek hayatlarını birleştirirler. Fakat Ali Balkan çıkmaza girerek arayıştan vazgeçer. Suna ile Ali Balkan ayrı yaşamaya başlarlar. Burada hikâye başta anlatılan yere gelir. Aslında okuyucu, hikâyenin sonunu bilerek buraya kadar okur. Ama asıl hikâye olayların gelişmesi değil, arayışın anlatılmasıdır. Suna bu arayışa tek başına devam eder. Bu doğrultuda öncelikle o zamana kadar eleştirdiği, memnuniyetsizlik duyduğu akademik camiadan istifa ederek ayrılır. Bir müddet sonra ise Taşoluk köyüne yerleşerek arayışını burada sürdürmeye karar verir.
“Bizde sınıfsal mânada asalet yok Elifcim, esasen batılı anlamda burjuva da yok. Sen benden daha iyi bilirsin ya, bizde asalet zenginlikle değil, takva ile, ahlâk ile olur..” (s. 12).
Batılı toplumların gelişimini ifade eden zenginlik, maddidir. Bu zenginliğin göstergesi de burjuvazi gibi “asaleti” gösteren sınıfsal isimlerdir. Fakat bizim geleneğimizde asalet, Batılılarda olduğu gibi maddi zenginlikte değil, manevi zenginliktedir. Manevi zenginlik ise ancak takva ve ahlak ile olur. Batılı anlamda asalet anlayışı, iktisadi bireyde tezahür etmektedir. Bizdeki asalet anlayışı ise İslami bireyde görünmektedir. Kutlu, bu durumu Suna ile Elif arasında geçen konuşmada ifade etmiştir.
“Netice şu: Hayatın bir mânası olacak, maddi-manevi. Mâna mı? Mâna şairin karnındadır be hoca.” (s.13).
İnsan hayatını sadece maddiyata indirgeyen, maddi olanı ne derece yaşarsa o nispette hayatına anlam katıp mutlu olabileceği iddiasının sonucu olarak ortaya atılan İktisadi birey anlayışının yerine Kutlu, insan hayatının sadece maddi değil, manevi yönünün de olduğuna dikkat çekerek hayatın manevi anlamı da olduğunu söylemektedir. Bu yaklaşım, İslam iktisadının bireye yaklaşımının temelini oluşturur.
“Bu şehirde eskiden ölülerle diriler yan yana yaşamış, bir aile gibi. Ölüm hiç de korkulan bir şey değilmiş. Bir kapıdan çıkıp öteki odaya geçmek gibi bir şey. Mezarlıklarda piknik yapıldığı günler uzak değil; eski kartpostallarda var. Ahşap İstanbul, mütevazi İstanbul nedir? Bir mahalle mescidi, bir ulu çınar, gölgesinde bir çeşme, yanında bir hazire. Oya gibi işlenmiş mezar taşları.
Mezarlıkları süpürüp şehir dışına attılar. Hatırlıyorum; Eyüp-Alibeyköy sahil yolu yapılırken buldozerlerle sökülen mezar taşlarından tepeler oluşmuştu.” (s. 17- 18).
Eskiye her zaman özlem duyan Kutlu, gelenekselcidir. Geleneksel olanda, maddi ve manevi taraf, birbirinden ayrı değildir. İnsanın maddi ve manevi yönü aynı tarafa bakmaktadır. Günümüzde ise, insanın maddi ve manevi yönü birbirinden ayrılmıştır. Artık günümüz insanının maddi yönü bir tarafa, manevi yönü başka bir tarafa bakmaktadır. Böylece yerleşik iktisat teorilerinin önerdiği, kapitalist sistemin dayattığı ekonomik ortamın temel gerekliliği sağlanmış ve İktisadi bireyin oluşumu gerçekleşmiştir.
“Canınızı sıkmayın, iyiler oldukça kıyamet kopmaz. Helal paranın bereketi çok olur, aza kanaat edeni Cenabı-ı Hak dara düşürmez. Salim Usta kendini tanıyanların getirdiği saatleri evinde tamir etti, kuyumcunun aydan aya verdiği parayı üzerine ekledi, çırak oğlan kalfa olmuştu onun kazancı da geldi yetişti. Şükür.” (s. 34).
İslam iktisadının temel dayanağı olan İslam dini, bireye kanaati öğütlemektedir. Aynı şekilde, paranın bereketli olması önemlidir. Bereket mefhumu, kapitalist anlayışta yoktur. Bu, İslami iktisadın dayandığı önemli bir temeldir. İslami birey kanaat edebilmeli, şükredebilmelidir. Kutlu da eserlerinde bu durumu farklı şekillerde sık sık vurgulamaktadır.
“ – Bura benim vatanım komutan. Taşına toprağına kurban.
İşte o yıllarda Anadolu bu. Yani ne?
Güzel yurdumuzun büyük bölümü çıplak dağlar, susuz dereler ve kurak ovalardan oluşur. Verimli ve sulak arazimiz azdır. Cennetten bir köşe olan yerler de vardır ama az. Anadolu insanı yüzyıllardır ekilen bu yorgun toprakları terk etmedi. Aza kanaat etti, geçinip gitti.” (s. 38).
Mustafa Kutlu’nun sık sık vurguladığı bir konu da göç olgusudur. Kutlu, şehirlere yapılan göçü eleştirmekte ve tersine göçü, yani şehirlerden köylere olan göçü önermektedir. Bu, onun iktisadi anlayışıyla da örtüşmektedir. Gelenekselci bir yazar olan Kutlu, kendisini tarımcı olarak niteler. Aza kanaat edilerek geçinilmesi gerektiğini düşünür. Bu anlamda Kutlu, kapitalist sistemin maksimum kazançla gelişme ve mutlu olma anlayışını reddederek İslami iktisat anlayışına uygun olarak kanaat etmeyi, azla yetinmeyi savunmaktadır.
“Ticarette adamın olacak, sırtını dayayacak bir güvenli dağ, bir dost, sana kazık atmayacak…. Herkes sanır ki malı ucuza alıp pahalı satarsan kâr edersin. Doğrudur ama işlemez. Benim yolum değişik. Yani şu. Malı ucuza aldım ya ucuza satıyorum. Önemli olan malın sağlam olması. Müşteri bakıyor ki çürük çarık yok hemen sana tav oluyor. İşte o zaman pahalı satanları solluyorsun…. Evet adamlar sana ve malına tav oldu mu, sana alıştı mı, güvendi mi, işte oltayı o zaman çekeceksin…. Mala yavaş yavaş zam yapacaksın.
– İtiraz ederler.
-Elbette. Sen de diyeceksin ki piyasa böyle.
– İnanmazlar.
– İnanırlar. Hani sana güvenmiş, sana alışmış, senin sayende ucuza alıp pahalıya satmışlar ya bırakamazlar.
-Vay be!” (s. 42-43).
Mustafa Kutlu, kalbi temiz fakat nefsi pis, zeki fakat akıllı olmayan ve hovarda olan Çetin’in üzerinden şimdiki ekonomik yapılanmanın nasıl olduğunu, ticarette ahlakın, güvenin ve dürüstlüğün kalmadığını ifade etmektedir. Bunu yaparken, üzerinden durumu anlatmış olduğu Çetin tiplemesinin nefsinin pis olması, hovarda olması, akıllıca hareket etmemesi gibi özelliklerini vurgulamıştır. Böyle yaparak aslında kapitalist sistem içerisinde varlık gösteren iktisadi bireyin özelliklerinin nasıl olduğunu hissettirmektedir.
“Anadolu’dan kopup büyük şehirlere akan insan seli önüne geleni yıkıp geçerek memleketi allak-bullak etmişti. Eski düzen, eski sokak, eski mahalle, bahçe, çeşme, kuyu, ağaç, mezarlık, mescit, tekke, kahvehane, çarşı, mektep, komşuluk, arkadaşlık, ehliyet, emniyet, güven, kanaat, feragat, feraset, nezaket, güzellik, incelik, insan ile insan, insan ile eşya, insan ile tabiat arasındaki ahenk yavaş yavaş çöküyordu.
Eski insanların bir türlü akıl erdiremedikleri ihtiras, yağma, bir koyup beş kazanma, ahlak ve adaletin para-pul karşısında erimesi; hatıralardan, o güne kadar değerli olan şeylerden vazgeçilmesi, yeni bir düzenin, daha doğrusu düzensizliğin, sırıtkan gücün, gün bugün diyen gücün hâkim olması….
Her şey değişir. Değişimden yana olmak şarttır. Peki “hangi değişim” diye tekere çomak sokalım. Cevaplar çeşitlenir. Ama ortak nokta şurada toplanır:
Gelişme, ilerleme, refah, zenginlik.” (s. 49).
Göç ile şehirler kalabalıklaşmıştır. Kutlu’ya göre bu durum memleketi allak bullak etmiştir. Çünkü amaç daha fazla kazanmak arzusudur. Bu arzunun önünde hiçbir şey duramamıştır. Ne eski binalar, bahçeler, çeşmeler gibi maddi değerlerimiz ne de güven, kanaat, feragat, feraset gibi manevi değerlerimiz, bu arzunun karşısında duramamıştır. Kapitalist düzenin hâkim kıldığı bu anlayışa eski insanlar bir türlü akıl erdirememektedir. Çünkü onların inancında ihtiras, yağma, bir koyup beş alma, ahlak ve adaletin para-pul karşısında erimesi diye bir şey söz konusu değildir. Bu, ancak kapitalizmin dayattığı yeni hâkim düzen içerisinde vardır. Bu düzen “değişim” ile kendini meşrulaştırır. Fakat bu değişim sırf maddiyata dayanan gelişme, ilerleme, refah ve zenginliktir. Manevi bir zenginlik değildir. Yani aslında salt maddi zenginlik boştur. Bu gerçek zenginlik değildir. Asıl zenginlik insanın içindedir. Dolayısıyla iktisadi birey, kendisinden beklendik şekilde hareket etmektedir. Fakat asıl olan İslam’ın emrettiği şekilde yaşamaktır. Dolayısıyla maddi zenginliğin manevi zenginlikten kopuk olmaması gerekmektedir.
İktisadi bireyin yaşam tarzı, hayatı kavrayışı, İslam dini ile örtüşmemektedir. Böyle olunca da manevi anlamda hiçbir değer hayatta kalmamıştır. Maddi değerlerin kazanımı da manevi değerlerin harcanması ile gerçekleşmiştir. İslam’ın emrettiği gibi yaşamak, eski insanlara nasip olmuştur. Onlar, İslami bireyin özelliklerini hayatlarına tatbik etmişlerdi. Şimdi de İslami birey, iktisadi anlayışın merkezini oluşturmalıdır.
“Mahalle medeniyet ile kültürün, milletin asırlar içinde süzüp aldığı ilkelere, tecrübeye, acı ve sevince, ahlaka, mimari ve estetiğe, adalet ve merhamete, hizmet ve hürmete, devlet ile münasebete dayanan bağımsız bir birim idi. Hâkim sermaye ve hâkim kültürün, emperyalizmin, onun yerli ortaklarının alafranga dayatmasına ve baskısına dayanamadı, aşağılandı, küçümsendi ve yıkıldı. Yerine ne konuldu?
Kimliksiz ve kişiliksiz, birlikten ve dayanışmadan bihaber, yerli ve milli olana düşman, bireye ve onun nefsani arzularına dayanan apartmanlar, AVM’ler, siteler.
Birbirini tanımayan, sevmeyen, saymayan insanlar; horozdan korkan çocuklar.
Birlikte yaşamayı reddedip ferdî hayatı seçenler özgür olduklarını sanıyorlardı. Böylece zokayı yuttular; sermayenin tüketim ekonomisine esir düştüler.
Ne kadar tüketirsen o kadar mutlusun.
Olmuyor işte, sonuç depresyon.
İlerleme, çağdaşlaşma, modern hayat, refah.
Uyuşturucu, plasebo, görüntü.” (s. 57-58).
İslam bir medeniyettir. Medeniyet içerisinde insanlar toplu hâlde yaşarlar ve yaşadıkları yere bir ruh verirler. Bizde bu ruh, eski mahallelerde tezahür ederdi. Kutlu, bu eski mahalleleri özlemektedir. Bu mahalleler, kapitalist sistemin beraberinde getirdiği bir yıkıma uğramıştır. Çünkü kapitalist sistemin iktisadi bireyi, nefsi arzuları ile hareket etmekte, manevi bir boyut taşımamakta, helal-haram dinlememektedir. Bu yüzden kendi değerlerini yine kendisi yıkarak mutluluğu Batıda ve onun öğretisi olan maddiyatta aramıştır. Bunun sonucunda özgür olduğunu sanmış fakat yanılmıştır. Çünkü “sermayenin tüketim ekonomisi” onu tutsak etmiştir.
İktisadi birey, ne kadar tüketirsen o kadar mutlu olursun, anlayışını ifade etmektedir. Fakat Kutlu, bunun böyle olmadığını, sonucun yine “depresyon” olduğunu vurgulamaktadır. Bu durum da sırf ilerleme için, çağdaşlaşma, modern hayat ve refah için; bunlar bahane edilerek ya da bunlarla gözler boyanarak yapılmaktadır. Oysa ilerleme nedir, modern hayat nedir, bunlar sadece maddiyatla ölçülebilir mi? Kutlu aslında bu soruları sorarak, insanın salt maddiyatla mutlu olamayacağını, maneviyatın da en az maddiyat kadar lazım olduğunu ima etmektedir. Bunun da ancak İslam’a dayanan o eski insanlarla, onların oluşturduğu bir toplum yapısıyla mümkün olabileceğini söylemektedir. Bu noktada İslam iktisadının önerdiği İslami birey ön plana çıkmaktadır. Çünkü Kutlu’nun eskide aradığı şey, o dönem insanlarının ahlaklı, dürüst, namuslu, helal-haram bilen, kanaatkâr, değerlerine saygılı hayat tarzıdır. Kutlu, bu hayat tarzının şimdi tekrar yeşermesi, toplumsal düzeye yayılması ve böylece şu anki ekonomik yapının, tüketim toplumunun yıkılmasını istemektedir. Bu durum günümüzde ancak İslami bireylerden oluşan bir toplumda mümkündür. O nedenle Kutlu, sürekli İslami bireyin özelliklerini vurgulamaktadır. Zira ona göre tüketim toplumu ancak İslami bireylerin oluşturduğu bir iktisat sistemi sayesinde son bulabilecektir.
“Tarım toplumunun şehirleri böyledir. Memur da esnaf da bir yanı ile toprağa bağlıdır. Memurun maaşı, esnafın kârı evi döndürmeye yetmez. Bağdan bahçeden, marabaya verilen tarlalardan gelen mahsul geçimi kolaylaştırır. Zaten o yıllarda kendine yeten bir ekonomi var. Aza kanaat esas alınmış. Bu geleneksel yapı yirminci asrın yarısında gevşedi, nüfus arttı, taşra şehirleri büyüdü, Türkiye batılı anlamda bir sanayi toplumu olamadı ama eski hayat tarzını neredeyse kaybetti”. (s. 67).
Geleneksel yaşam tarzının, yani toprağa ve kanaate bağlı olan yaşam tarzının nasıl kapitalist düzene döndüğünü kısaca özetleyen Kutlu, eski hayat tarzının kaybedildiğinden yakınmaktadır. Kendisi toprağa ve kanaate çok önem vermekte, bunun yine eskisi gibi olması gerektiğini düşünmektedir.
“….Topraktan kopan insanoğlu bir daha o aşk ile başka bir şeye bağlanamadı. “
Eşya ile “kullan at” ilişkisi başladı. Her şeyi hızla tüketiyoruz artık, belki bu yüzden insan doyumsuz, huzursuz, bencil, nobran ve dengesiz. Kimse kimseye güvenmiyor. Bankalarla kapı kilitlerinin ardına saklanıyor. Endişe her yanda kol geziyor.” (s. 80).
Tarımcı bir yazar olan Kutlu, toprağı önemser, ona verilen değerin, aşkın insanı mutlu ettiğine, olması gerekenin de bu olduğuna inanır. Fakat kapitalist sistemin getirmiş olduğu tüketim toplumu, insanın toprak ile olan ilişkisini kestiği gibi onun mutluluğunu da bitirmiştir. Oysa iktisadi bireyin tükettikçe mutlu olduğu iddia edilmiştir. Hâlbuki bu, gerçek değildir. Hatta mutlu etmemenin yanında insanı doyumsuz, huzursuz, bencil, nobran ve dengesiz bir hâle getirmiştir. Mustafa Kutlu’ya göre toprak insanı mutlu ederken kapitalist sistem insanı mutsuz etmekte hatta ona kötü huylar kazandırmaktadır. Bu durum insanın psikolojisini de bozarak onu bunalımın içine sokmaktadır. Bu durumdan tek çıkış yolu, İslam iktisadı ve onun merkezi olan İslami bireydir.
“…. Aydınımız böyledir, dindar olmaktan korkar, çekinir. Bu yüzden hayatın mânasını tam kavrayamaz. İki cami arasında bînamaz. İnsanı dinle buluşturmayan sanatı küçümsemiyorum ama neye yarar ki?” (s. 127).
Suna hocanın ağzından Ahmet Hamdi Tanpınar ile ilgili görüşlerini açıklarken bu sözleri sarf eden Kutlu, sıkça söylediği gibi burada da sanatın Allah’a ulaşmak için yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Kutlu okuyucularını İslam ile buluşturmaya çalışır. Dolayısıyla, Kutlu’nun eserlerinde İslam ve onun insana yüklediği özellikler önemli yer tutar. Fakat bunlar, eserin içine sindirilmiş gibidir. Açık bir vaaz havasında değildir. Böylece, okununca rahatsız etmeyecek bir şekilde anlaşılır. Kutlu’nun belki en önemli özelliklerden birisi de budur; yani bunu rahatsız etmeden yapmasıdır.
“Bende anksiyete var.
Nedir derseniz, bir nevi hastalık, psikolojik. Daha daha. Sıkıntı, kaygı, endişe. Hakkında kitaplar yazılmış, isteyen alır okur. Yaygın çünkü. Depresyon gibi. Modernizmin, hayat tarzının, metropollerin, tüketim kültürünün, hazzın, hızın, yalnızlığın, doymazlığın, inançsızlığın, bencilliğin….” (s. 142).
Kutlu, anksiyete durumunun, yani kaygı bozukluğu hastalığının, günümüzün yaşam tarzından kaynaklandığını ve yaygın olduğunu söyler. Sebebini ise tüketim kültürü, metropol, doymazlık, inançsızlık, haz, hız, bencillik, yalnızlık ve modernizm olduğunu belirtir. Aslında derinde yatan ve tüm bu sayılan nedenleri var kılan şey, kapitalist sistem ve onun insanları yönlendirdiği yaşam tarzıdır. Kutlu’nun asıl eleştirdiği de budur zaten.
“…. Önce mümin sonra müslim oluruz. Hayatın mânası bu işte. Varlığımız din ile, ölüm ötesini kabul ile mâna kazanıyor. Dine ulaşmayan yol ister felsefeden ister sanattan geçsin menzile ulaşamaz….” (s. 199-200).
Kutlu’ya göre hayatın manası İslam’dır. İnsanın varlığı, ancak ölüm ötesini kabul etmekle anlam kazanır. İslam’ın dışında kalan her anlayış, menzile ulaşmaktan âcizdir. Bu anlamda her şey İslam’a ulaşmalıdır. Onun manası ile örtüşmelidir. Buradan yola çıkarak Kutlu’ya göre, insan ve insanın yapıp ettiği tüm işlerin İslam’a ve onun anlam dünyasına uygun olması gerekir.
“Devlet ferdi, aileyi, cemiyeti kanun gücü ile din dışı bir hayat tarzına mahkum etti. Osmanlı neticede bir din devleti idi, Cumhuriyet Türkiye’si laik olmayı seçti. İbadet yasaklanmadı ama eve ve camiye hapsoldu. Din eğitimden kıyafete, siyasetten iktisada hayatın her noktasında etkili ve görünür olmaktan çıkarıldı. Özetin özeti bu.
Peki sıkıntı nerede? Sıkıntı şurada: İslamiyet diğer dinler gibi değil. Mensuplarının bütün hayatını tanzim ediyor ve bir “hayat tarzını” mecbur kılıyor. Sofra âdabından tuvalet âdabına kadar. Çeşitli kavimlerde, coğrafyalarda farklı uygulamalar olsa da akaid değişmiyor. Mesela Endonezya, Arabistan, Afrika, İran, Türkistan, Balkanlar’da kadınlar örfe-iklime göre giyinseler de “tesettür” esas alınıyor.
Faiz yasağı belli bir iktisadı emrediyor. Haram ile helal hayatın sınırlarını çiziyor. Hukuk-ahlâk Kur’an-ı Kerim esas alınarak belirleniyor. Kısacası bir kişi Müslümanlığa bağlanırsa, Allah’a inanıp peygamberi benimser ise imanın şartları ile İslâm’ın şartlarını kabul ve tasdik sonucu hayatını bu ilkeler çerçevesinde yaşaması şarttır.
Bu sebeple dini hayatın dışına çıkaran seküler anlayış ile uyuşması muhaldir. Müslümanlıkta din işi devlet işinden ayrılmaz.
Sıkıntı-çelişki burada.
İki asırdan beri İslâm’ı terakkiye mâni olarak kabul ettiğimizden “Hem Avrupalı olalım hem Müslüman kalalım” tezinin çıkmazını yaşıyoruz. Aslında İslâm’ı değil terakkiyi tartışmak lazımdı. Nedir bu vazgeçilmez kavramın aslı-faslı? Ne Avrupalı olabildik ne tam Müslüman. Üniversitede mescit olmadığından böyle kapıları kilitleyip gizli gizli namaz kılıyoruz.
Namaz kılan bir öğretim üyesi mürtecidir ve onun üniversitede yeri yoktur.
Korku dağları bekliyor ve biz zaruret icabı iki yüzlü olmayı seçiyoruz. Ahlâkını çiğneyen birinin kişiliği, fikri, zikri kaç para eder.
Ya bu fiilin ızdırabı?” (sf. 231-232).
İslamiyet’in sadece bireyin özel hayatına sıkıştırılamayacağından, onun bir toplumsal yaşam tarzını gerektirdiğinden bahseden Kutlu, yıllarca devletin bunu yasakladığını belirtir. Hâlihazırda din ile devlet işlerinin birbirinden ayrı durduğunu, oysa bunların birleştirilmesi gerektiğini söyler. Toplumun hayat tarzını belirlemede İslam’ın temel alınması gerektiğini, bunun İslamiyet’in bir neticesi olduğunu söyleyerek hukuk ve iktisat gibi konularda İslam’ın emrettiklerinin uygulanması gerektiğini ifade eder. Kutlu’nun eleştirdiği günümüz toplum düzeni, seküler bir yapıdadır. Bu durum ülkemizde Batılılaşma tartışmalarının bir sonucudur. Batı, din dışı bir toplumsal hayatı empoze ederek din olgusunu bireyin kendi iç dünyasına itmiştir. Toplumdan din olgusunu tecrit etmiştir. İlerlemenin karşısına dini koymuştur. Bunun sonucunda hem hukuki zeminde hem de iktisadi zeminde din dışı bir anlayış gelişmiştir. Müslümanlar da Batılılaşma cereyanı ile bu zulme maruz kalmıştır. Oysa din olgusunu değil, ilerlemeyi konuşmak lazımdır: İlerlemek sadece maddiyata yönelik midir?
Kutlu’nun ortaya koyduğu bu anlayış, İslam’ın hayatın her alanında var olması gerektiği ile ilgilidir. İktisat da hayatın en önemli alanlarından biridir. Bu bağlamda Kutlu’nun iktisada bakışı da İslam merkezli olmaktadır. İslam’ın emrettiği bir iktisadi anlayış çerçevesinde bunun yapılması gerekir. İslamiyet iktisadi süreçlerde bireylerin nasıl davranması gerektiğini kesin çizgilerle belirtir. Bunların toplamı İslami bireyin özelliklerini oluşturur. İslami bireyin bu özellikler çerçevesinde iktisadi faaliyetlerini sürdürmesi, şarttır. Bunun ise devlet tarafından engellenmemesi gereklidir.
“İşte Cumhuriyet Türkiye’sinde zengin, kültürlü, seçkin bir aile. İslâmiyet ile münasebetini bir yere koyamamış. Bu sebeple toplumda tuttuğu yeri sağlama almak için dini görmezden geliyor. Din olsun ama bize karışmasın. Cenazelerde hatırlarız biz onu.
Bu ikircikli tutum toplumu gerdi. Dindar zümreyi devre dışı bırakmak mümkün değil. Hadi tek parti iradesinde vatandaşı zapt u rapt altında tutmak bir yere kadar mümkündü ama demokrasiye geçtik deyince barajlar patladı. Ülkenin hiçbir meselesi yoktu ki İslâm ile ilişkili olmasın. Bu sebeple gönül rızası ile imzalanan bir toplum sözleşmesi vücut bulmadı.” (s. 234).
Devlet anlayışı, hayalî bir toplumsal sözleşmeye dayanır. Bu sözleşme de rızaya dayanır. Hâlbuki bizde, bu böyle olmadı. Dinin temas etmediği bir toplumsal alan olmadığı için aslında İslam bu devletin temel esası olmalıydı. Fakat ülkenin seçkin, zengin ve sözde aydınları bunu istemediler. Din olsundu ama uzak olsundu. İnsanın içinde kalsın, toplumsal alana sirayet etmesindi. Çünkü birinin çıkarlarına tersti. Bu nedenle de imzalanan bu hayalî toplumsal sözleşme aslında bizim için yoktur. Burada Müslümanlar için tek taraflı, mecbur kılınan bir imzalama söz konusudur.
“Memleket meselelerinin çözümünü “büyüklerimize” bırakalım. Mevcut şartlarda dini yaşamanın imkânlarını arayalım.” (s.235).
Ne kadar devlet-İslam münasebetini konuşsak da şimdilik elden bir şey gelmiyor. Ama Müslümanlar, şimdiki şartlar etrafında dinî hayatı yaşamanın imkânlarını arayabilirler. Tam da bu noktada Kutlu’nun eserlerinde yapmak istediği şeyi söylemek mümkündür. İslam’ın birey için emrettikleri ortadadır. Birey, bunları yapabilir. Çünkü şu anki şartlar buna müsaade etmektedir. Kutlu da eserlerinde hep İslam’ın bireylere emrettiği, öğütlediği şeyleri işlemektedir. Bunlar arasında hukuk, aile, dinî eğitim gibi konular bulunmakla beraber iktisat konusu da yer almaktadır. İktisat, ülkemizde din dışı bir düzleme oturtulmuştur. Fakat Müslümanlar buna uymak mecburiyetinde değildir. İslam’ın emrettiği şekilde iktisadi faaliyetlerini pekâlâ sürdürebilmek mümkündür. Bunlar İslam iktisadı başlığı altında değerlendirilebilir. Ülkemizde yaşayan insanların da bu anlayış çerçevesinde İslami birey olarak varlık göstermeleri mümkündür.
***
Kaynak: DergiPark