Borç yapılandırma yöntemi olarak katılım bankalarınca uygulanan vefa sözleşmesinde kişi, ilk borcu dolayısıyla bankaya vermiş olduğu teminatı veya bunun dışında bir menkul ya da gayrimenkulünü bankaya olan borcu karşılığında satmaktadır. Yani alacaklı olan banka, borçlu kişinin zimmetinde oluşan alacağına karşılık olarak kişiden bir menkul ya da gayrimenkulü satın almaktadır. Bu durumda da kişinin borcu, alınan şeyin bedeline göre silinmektedir (Ugan, 2019, 113; Nomer, 2016, 2008). Bunun hukuken takas işlemiyle yapıldığı ifade edilmiştir. Bankanın satıcıdaki kredi alacağı, satıcının bankaya karşı olan satış bedeli alacağı ile takas edilmiş olacaktır. Yani başka bir ifadeyle bankanın satış bedeli borcunun ifası ödeme ile değil takas yoluyla gerçekleşmiş olacaktır (Nomer, 2016, 2008). Bir nevi banka alacağını borçluya bir mal karşılığında satmaktadır. Bankanın borçlunun zimmetindeki alacağına karşılık, borçlunun bankaya sattığı ve bedel olarak bankanın zimmetinde oluşan alacağının takas edilmesi suretiyle mahsuplaşma yapılmaktadır (Ugan, 2019, 114; Zorlu, 2020, 611).
Vefa sözleşmesinde yer alan borçlu ve banka arasında ilk borcun ifa aşamasında bankanın alacağına karşılık olarak borçludan satın aldığı malın bedeli ile borçlu kişinin ilk borcunun takas yöntemiyle ifa edilmesi, klasik fıkıhta deynin ifasının ve kabzının ancak takas (mukâssa) ile olacağı görüşü ile paralellik arz etmektedir. Alacağın (deynin) ifasının klasik fıkıhta özellikle Hanefi mezhebinde takas (mukassa) yoluyla olacağı ifade edilmiştir. Konunun ele alındığı eserlerde deynin yukarıda verilen tanımlarına değindikten sonra hakiki anlamda kabzının mümkün olmayacağı ve bu nedenle ifasının aslında takas yöntemiyle yapılabileceği/yapıldığı belirtilmiştir (Kâsânî, 1406/1986, 5/234; İbn Nüceym, 1419, 305; Hamevî, 1405/1985, 4/5). Bu çerçevede takas, “iki veya daha fazla sayıda kişinin karşılıklı olarak borç, kısas gerektiren fiiller veya herhangi bir konuda ödeşmesi” şeklinde tanımlanmıştır (Kahraman, 2010, 451). Kadri Paşa ise “bir şahıstaki talep edilebilir alacağın talep edilebilir bir borç karşılığında düşürülmesi” şeklinde tanımlamıştır (Kadri Paşa, 1407, 63, md. 224). Bir nevi takas, alacaklı ile borçlunun karşılıklı olarak yaptıkları bir hesaplaşma muamelesi olarak görülmüştür (Aydın, 1992, 289). Bu anlamda alacak miktarında indirim yapmayı anlatan “mahsûb” terimi, İslâm hukuku literatüründe takasla aynı anlamda kullanılmaktadır (Kahraman, 2010, 451). Nitekim karşılıklı olarak birbirlerinin zimmetinde alacakları olan kişilerin borçlarını ifa ederken, miktarca az olan alacağın çok olan alacaktan düşürülmesi şeklinde takas işlemi yapabilirler. Örneğin kişinin, başka birinin zimmetinde 150 TL alacağı varken, aynı kişiye 100 TL borcu olduğunda, 150 TL’lik alacağından 100 TL’lik borç düşürülerek takas işlemi yapılmış olur. Böylece 150 TL alacağı olan kişinin 100 TL’lik borcu düşülerek aynı kişiden 50 TL alacağı kalmış olur.
Deyne ve zimmet kavramlarına Hanefi mezhebinde yüklenen anlamlardan dolayı zimmette sabit olan bir deyn karşı tarafa olduğu gibi ifa edilemez (Hacak, 2007, 154; Kahraman, 2010, 451). Bu nedenle de Hanefî mezhebinde deynin ifası için Kâsânî şu açıklamaları yapmıştır:
“Deynin bizzat kendisinin kabzı düşünülemez, zira deyn ya hükmî bir maldır ya da teslim fiilidir. Bu nedenle onun hakiki anlamda kabzı tasavvur edilemez. Deynin kabzı ancak onun bedelinin kabzı ile olur. Bedeli olan ‘ayn kabzedildiğinde kabzedenin zimmetinde bu ‘ayn tazmin sorumluluğu altına girer. Kabzedene de malı verenin zimmetinde maliyet bakımından misli bir deyn oluşur ve bu iki deyn takas edilir. Deynin kabzının yöntemi budur. Burada ödenen şeyin tam olarak deyn ile aynı cinsten olması gerekmez. Zira takas manen gerçekleşir ve mallar maliyet noktasında tek bir cinstir.” (Kâsânî, 1406/1986, 5/234).
Bu açıklamaya bakıldığında kişinin zimmetinde borç olarak oluşan deyni ifa ederken aslında ilk başta oluşan borcun bizzat aynısının teorik olarak ifasının mümkün olmayacağı nedeniyle deynin hem ifasının hem de kabzının yöntemi bu şekilde açıklanmıştır. Benzer şekilde İbn Nüceym de deynin hükmî bir mal olduğunu ifade ettikten sonra onun ifasının ve istifâsının Ebû Hanîfe’ye göre takas yoluyla olacağını bildirmiştir (İbn Nüceym, 1419, 305). Örnek olarak şu uygulamaya yer vermiştir:
“Bir kişi on dirheme bir elbise satın aldığında elbise onun mülkü olur ve bu satın alma işleminden dolayı (elbiseyi satın alan kişinin) zimmetinde de on dirhem satıcının mülkü olarak sabit olur. Müşteri elbisenin bedeli olan on dirhemi satıcıya teslim ettiğinde bu sefer satıcının zimmetinde (müşteri adına) on dirhem deyn olarak sabit olur. Sonuçta satıcının elbise karşılığında müşteriden on dirhem alacağı olmuş olur. Müşterinin de ona (satıcıya) verdiği (almış olduğu elbisenin bedeli olan) on dirhem ücret karşılığında tam bunun misli olacak şekilde satıcının zimmetinde on dirhem alacağı (deyn) olmuş olur. İşte bu iki deyn takas edilir.” (İbn Nüceym, 1419, 306).
Yukarıda verilen örnek ve açıklamalara bakıldığında İslam hukukçuları, kısaca deynin edasının gerçek anlamda ‘ayn ile olamayacağını, hükmen ‘aynın edasının deynin edası yerine geçeğini belirtmişlerdir. Buradaki hükmîliğin ise belirtilen şekilde takas yoluyla gerçekleştiğini ifade etmişlerdir (Hacak, 2007, 155). Vefa sözleşmesi sonucunda bankanın satıcıdaki kredi alacağı, satıcının bankaya karşı olan satış bedeli alacağı ile takas edilmekteydi. Bu durumda alacağın borçluya satımında bedellerin denkliği nedeniyle takas yönteminin gündeme geldiğini göstermektedir. Hanefî mezhebinde yer alan deynin takas yoluyla ifası uygulamasına ve görüşüne benzer şekilde bir yapının yer aldığını söyleyebiliriz.
Vefa sözleşmesi sonucunda yapılan sözleşmede banka, alacağına karşılık satım akdi çerçevesinde borçlu kişinin bir malını geri alım hakkı borçluda kalacak şekilde satın almaktadır. Belirlenen vade sonunda o gün malın rayiç bedeline göre fiyat ödendiğinde veya en başta vadeli olarak belirlenen bedelin taksitlerle bankaya ödenmesi sonucunda kişi bankaya devrettiği malını tekrar satın almış olacaktır. Vefa sözleşmesi sonucunda banka ile müşteri arasındaki hukukî ilişkinin satış işlemi olduğunu yukarıda ifade etmiştik.
İlgili işlemde bankanın, borçlu kişideki alacağına karşılık olarak bir malını satın almasından dolayı işlemin klasik fıkıhta yer alan alacağın satımı konusu kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Bankanın ilk başta karz akdi sebebiyle borçlu kişinin zimmetinde sabit olan bir alacağı bulunmaktadır. Buradaki alacağı genellikle günümüz para türlerinden biriyle olmaktadır. Dolayısıyla buradaki alacağını borçlu kişiye sattığında paralar tayin ile taayyün etmeyeceği için her türlü yeni satım akdinin semenini oluşturacaktır. Dolayısıyla banka borçlu kişiden aynı şekilde tayin ile taayyün etmeyen bir para türünden karşılık alacak olursa sarf akdinin kuralları işletilecektir. Bankanın alacağına karşılık olarak kişinin menkul veya gayrimenkul bir malını satın alması durumunda ilgili mal tayinle taayyün eden kıyemî bir mal olduğu için satım akdinde mebî‘ olarak yer alacaktır. Bu durumda mebî‘in tayinle taayyün olarak ‘ayn vasfında olması nedeniyle kabza gerek kalmadan böyle bir akit sahih olacaktır. Dolayısıyla klasik fıkıhta alacağın borçluya satımında gerekli görülen şartları bu işlemin de taşıdığı ve bu açıdan herhangi bir mahzurun bulunmadığı ifade edilebilir.
İşlemin devamında, kişinin bankaya olan borcuna karşılık, satmış olduğu menkul ya da gayri menkulünü tekrar satın alması gündeme gelmektedir. Bu aşamada bankaya olan borca karşılık satılan malın tekrar satın alınması için en baştan belirlenen bir fiyatla taksitlendirme yapılması, işlemin îne satışına dönmesine sebep olacaktır. Bu durum da işlemin bu kısmının mahzurlu olmasına yol açacaktır. Nitekim bu konuda AAOIFI ilgili standartında satılan bir malın veya menfaatin müşteriye geri dönmesi ile ilgili çeşitli şartlar getirmiştir (AAOIFI, ts., 1292-1294). Nitekim vefa sözleşmesinde borca karşı satılan malı tekrar müşterinin (malı satan kişinin) satın alması durumuna benzer bir örneğe değinerek bu tür işlemin caiz olmadığını ifade etmiştir. Konu, ilgili standartta şu şekilde ifade edilmiştir: “Birinci ya da ikinci akitte vadeli bedelin daha fazla olması şeklinde satılan malın satıcıya geri dönmesini sağlayan örf ya da muvâzaa bulunmamalıdır. Çünkü bu îne satışı anlamına gelir. İkinci satıcının ilk müşteri olup olmaması hükmü etkilememektedir.”(AAOIFI, ts., 1293). Bununla birlikte muvâzaa veya örfün bulunması durumlarında caiz olmayan bazı işlem şekillerine de standartta değinilmiştir. Bunlardan bir tanesi “bir malı peşin satan satıcının daha fazla bir bedelle vadeli geri alması” şeklinde ifade edilmiştir (AAOIFI, ts., 1293). Bu durum da vefa sözleşmesinin bedelini taksitler şeklinde en başta belirleyerek işlemin yapılmasının mahzurlu olduğunu göstermektedir. Ancak uygulamada en başta taksitlerle bir ödeme planı oluşturulabildiği gibi, belirlenen vadenin sonunda kişinin borcuna karşılık bankaya sattığı malın, o günkü rayiç bedelinin ödenmesiyle de işlem sonlandırılabilmektedir. Hatta bu tür uygulamanın daha yaygın şekilde yapıldığını söyleyebiliriz. Yani kişi, borcuna karşılık olarak devrettiği malını örneğin 3 yıl sonunda geri alım hakkını kullanarak, malın o günkü piyasa değerini ödeyerek satın almış olacaktır. Bu durumda yukarıda belirtilen muvâzaa içerme ve îne satışına benzeme riski ortadan kalkacaktır. Dolayısıyla vefa sözleşmesinin sonlandırılmasında bu yöntemin kullanılmasının, AAOIFI’de yer alan “Satılan Malın Satıcıya Geri Dönmesi” ile ilgili genel kurallara (standartlara) uygun olacağı kanaatindeyiz.
Serdar Özalp
***
Kaynak: International Journal of Islamic Economics and Finance Studies