Modern bir akademik disiplin olarak İslam iktisadının ortaya çıktığı zamanlardan günümüze değin alana dair yapılan teorik tartışmalar yerini zamanla Müslüman toplumların sermaye birikimi üzerinden iktisadi kalkınma hedeflerine finansal yoldan ulaşma çabasına bırakmıştır. Küresel ekonominin 1970’lerden itibaren hızlıca finansallaşma evresine girdiği ve finansal kalkınmanın kapitalist kalkınmanın yeni egemen söylemi haline geldiği düşünüldüğünde İslami finansın bu sürece uyum sağlaması 20. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştır. Böyle olunca, İslam iktisadının metodolojisi de dahil olmak üzere teorik tartışmaların sesi oldukça cılız kalmıştır. Zira, Müslüman toplumlar için gerekli olan bir an önce Batılı ülkelerin gerçekleştirdiği gibi finansal piyasaları geliştirip sermaye birikimi yarışında gelişmiş ülkeleri yakalayarak yüksek refaha ulaşmaktır.
Böyle bir atmosferde İslam iktisadının neoklasik iktisattan aldığı metodolojik bireyci yaklaşımı onu giderek ana akım iktisada yaklaştırmaktadır. Birey merkezli bir iktisat anlayışını homoislamicus üzerinden sürdüren İslam iktisadının başvurabileceği alternatif yaklaşım ise metodolojik holizmdir. Bu yaklaşıma göre bütün, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir anlama sahiptir.
Universitas olarak tanımlanan toplumlar bu kategoride düşünülebilir. Ancak, metodolojik bireyciliğin liberal ve faydacı temelleri karşısında metodolojik holizm de İslami açıdan başka bir problemi beraberinde getirmektedir. Holistik düşüncede bireyin hak ve özgürlükleri, birey olarak varlığının önemsenmesi ve dikkate alınması ile bireyin otonomisi toplumun çıkarları adı altında kaybolabilmektedir. Bu yüzden metodolojik holizmin ortaya çıkaracağı ilk tehlikelerden biri totaliter ve baskıcı bir siyasi rejim ve iktisadi politikalardır. 19. yüzyılda Marksist-Leninist toplumların ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre’ sloganıyla insan hak, özgürlük ve sorumluluklarını komünist bir toplum ideali altında geri plana atması metodolojik holizmin an açık örneklerinden biridir.
Birey, bireyin içinde yaşadığı toplum, toplumun içerisinde yaşayan bireylerin bir arada bir düzene tabi olarak hareket etmesi, Aydınlanma döneminde bu düzenin keyfi niteliğinin ortaya çıkması, bu keyfiyeti ortadan kaldıracak ve herkesin rıza göstereceği toplumsal kurallar bütünü oluşturmak, bu kurallar sayesinde oluşacak toplumsal bağın temeline mübadelenin konulması ile toplumsal düzenin tesis edilmesi önceki bölümde ele alınmıştı. Tüm bu süreç içerisinde yaygın kabul, birey ve toplum arasında bir gerilimin varlığıdır. Bu gerilimin çözümü, Batılı toplumlarda belli bir toplumsal düzene tabi olmak üzere topluma katılan modern insanın birey vasfını kazanmasına bağlanmıştır. İslam iktisadında ise birey-toplum geriliminin önüne geçecek en önemli kavramlardan biri olan ‘ferd’ kavramı ontolojik olarak farklı bir insan tasavvuru önermektedir (Tabakoğlu, 2008). Bu açıdan ferd, bireyden tamamen farklı bir ontolojiden seslenen bir kavramdır.
Moderniteye geçişin ayak sesleri 18. yüzyılda bireyin doğuşu ile ortaya çıktığı için (Tüzen, 2018) modern toplum özelliği sergilemeyen geleneksel toplumlarda bireyden bahsetmek anakronik bir çabadır. Bunun için, modern öncesi dönemde Müslüman bireyler değil, Müslüman fertler ön plana çıkar. Ferd, aynı zamanda Allah’ın isimlerinden biridir ve benzeri olmayan, yegâne, biricik anlamlarına gelmektedir. İnsanlar için kullanıldığında ferdiyet her insanın birbirinden ayrılan farklılığa sahip olması demektir. Bu manada insanlar da diğer insanlara göre biriciktir.
Ferd, bireyden önemli ölçüde ayrışır. Zira ferd ontolojik olarak varlık hiyerarşisinde kendinden üstün bir Yaratıcıya koşulsuz teslimiyet içerisindedir ve kendisine sürekli olarak nefsinin arzularını telkin eden nefs-i emmareye karşı aşkın olana ulaşmak ve kemâle ermek için mücadele eder. Tüm bu süreçte mücadelesini, İslam ahlakından beslenerek verir (Tabakoğlu, 2008, 215). Oysa modern birey nefsini kutsar, nefsinin istekleri doğrultusunda sürekli bir doyumsuzluk içerisindedir ve bu yüzden aslında nefsinin esiridir. Modern bireyin hazcı, hedonist, faydacı ve akılcı olmasının arkasında bireyin nefsini Tanrı edinmesi yer alır. Müslüman fert ise hayat yolculuğunda kendisini kemâle erdirmek için modern bireyin sarıldığı bu niteliklerden uzak durmayı amaçlar. Böyle yaptığında hemcinsleri arasında da bir farklılığa ve özgünlüğe ulaşacaktır. Bu yüzden, her fert aynı zamanda toplum içerisinde bir farklılıktır ve bu farklılıkları tek potada eriterek farklılıkları göz ardı eden metodolojik holizmin totaliter boyutunu reddeder. Aynı şekilde, insanı nefsi istekler ve arzuların peşinde koşan bir varlığa indirgeyerek onun aşkın boyutunu göz ardı eden, içinde yaşadığı toplum, çevreye ve diğer canlılara karşı sorumluluk hissederek tercih ve kararlarda bulunmayan, bu sayede bireysel menfaat ve toplumsal menfaat gerilimi yaratan metodolojik bireyciliği de reddeder.
Bireyciliğin karşısında ferdiyeti önceleyen İslam iktisadı metodolojik olarak ne insan ne de toplum merkezlidir. İslam iktisat teorisi ve politikaları geliştirilirken bireylerden ya da toplumdan yola çıkmak yerine İslam ahlakını esas alan, ahlaki sınırlar çerçevesinde toplumun çıkarlarını Şeriatın maksatları (makasıdü’ş Şeria) ile buluşturan ve ferdi hak, sorumluluk ve özgürlükleri de toplumsal menfaat adına yok saymayan bir yaklaşım benimsenmelidir (Asutay – Yılmaz, 2018). Toplumsal düzen, bu anlamda, mekanik işleyen katı mübadele kurallarına göre belirlenmek yerine ahlakı esas alan bir çerçevede kurulur. İnsanlar bu düzeni İslami değerler ve normlar ışığında inşa etmek ve muhafaza etmekle yükümlüdür. Ancak bu düzen, kendisi bir amaç olmaktan çok fertlerin yukarıda bahsedilen farklılıkları bir arada sevgi, anlayış ve barış çerçevesinde sürdürdükleri bir yapıda olmalıdır. Böyle olunca, birey ya da toplum arasında bir tercih ve öncelik söz konusu olmaktan çıkacaktır. Bunun yerine İslam ahlakı fert ve toplum arasındaki dengeyi bir ilişkiler bütünü halinde gözetecektir. Bu dengenin teminatı ise İslam ahlakının iktisadi ve sosyal alanda tatbik edilmesidir.
Toplumsal düzen içerisinde yaşayan insanın iktisadi süreçlerde hakkının gözetilmesi ve aynı zamanda toplumsal menfaatin korunması bir arada düşünüldüğünde moral ekonomi literatürü metodolojik bireyciliğin ötesinde bir yaklaşım sunmaktadır (bkz. Arnold, 2001; Block, 2003; Booth, 1994; Etzioni, 1988; Götz, 2015; Scott, 1976; Thompson, 1971). Gömülü olma durumu olarak bilinen embedded yapılarda iktisadi faaliyetlerin tamamı toplumsal norm ve değerler ışığında gerçekleşmekte, iktisadi faaliyetin sonucu ne insana ne de insanın içinde yaşadığı topluma yabancı, aleyhinde ya da bağımsız olmaktadır. Bu yönüyle İslam iktisadı metodolojik bireycilik karşısında aldığı pozisyon itibariyle moral ekonomi ile ortak bir tavır sergiler. Zira, İslam iktisadında toplumsal norm ve değerler özünü İslam ahlakı ve prensiplerinden aldığı için iktisadi faaliyetlerin bu norm ve değerler ışığında geliştirilmesi sayesinde iktisadi tercih ve kararların sonuçlarının birey ya da toplumdan sadece birini önceleyerek diğerinin aleyhinde sonuçlar vermesinin önüne geçilmiş olur. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus moral ekonomi yapısı sergileyen iktisadi sistemlerde iktisadi sonuçların toplumun lehine olmasına rağmen bireysel hak ve menfaatleri göz ardı etme tehlikesinin olup olmadığıdır. Buna verilecek ilk yanıt böyle bir tehlikenin ortaya çıkmayacağıdır. Zira, toplumsal değerler üzere inşa edilen bir iktisadi sistemde toplumun paylaştığı ilkeler bireylerin ahlaki davranış ve kararlarının kökenidir. İkisi arasında yaşanacak bir ayrışma zaten moral ekonomiden uzaklaşma olarak düşünülen disembedded ekonomileri doğurur. İslam iktisadında da benzer bir durum geçerlidir. Hem bireysel hem de toplumsal alanda paylaşılan tüm değerler özünü İslam ahlakından almaktadır. Böyle olduğu sürece birey ve toplum arasında bir çıkar çatışması beklenmez.
İsa YILMAZ
***
Kaynak: DergiPark