Anasayfa Analiz Ekonomide Adalet ve Şeref: Wagner, Nietzsche ve Mehmet Genç

Ekonomide Adalet ve Şeref: Wagner, Nietzsche ve Mehmet Genç

by

Adalet (eşitlik?) ve dengeye çok büyük bir önem veren Osmanlı iktisat sisteminin üç temel ilkeye dayandığını belirten Mehmet Genç, bunları şöyle sıralıyor: İaşe, Gelenekçilik ve Fiskalizm. Basitleştirirsek: 1. Herkesin karnı doysun. 2. Eski köye yeni âdet gelmesin. 3. Devlet ayağını yorganına göre uzatsın. İaşe ilkesi iktisadî faaliyete tüketici açısından bakmaktır. Buna göre, iktisadî faaliyetin temel amacı kâr elde etmek değil, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaktır.

Mehmet Genç’in gösterişsiz ilim hayatına yön veren büyük sorulardan biri, Wagner’in müziğine benzettiği Osmanlı kurumlarının ortaya çıkış, yükseliş ve geri çekilişleriydi. Tıpkı, Bizans’tan sonra dünya tarihindeki en uzun ömürlü devleti ayakta tutan topyekûn Osmanlı toplum ve iktisat sistemi gibi. O sistemin de düşüşü, yükselişinden (“geri çekilişi, genişlemesinden”) daha muhteşemdi. Bizans yaklaşık bin yıl, Osmanlı ise onun üçte ikisi kadar yaşamış; lâkin Bizans’ın karşısına hiçbir zaman sanayileşmiş Avrupa kadar güçlü bir rakip çıkmamıştı. Sanayileşmenin dünya tarihinin emsalsiz gelişmelerinden biri olduğunu hesaba katarsak, Osmanlıların iki yüzyılı aşan “direnişleri” destansıdır. O sistemi bu kadar uzun zaman ayakta tutan dinamikler ve ilkeler nelerdi?

Adalet (eşitlik?) ve dengeye çok büyük bir önem veren Osmanlı iktisat sisteminin üç temel ilkeye dayandığını belirten Mehmet Genç, bunları şöyle sıralıyor: İaşe, Gelenekçilik ve Fiskalizm. Basitleştirirsek: 1. Herkesin karnı doysun. 2. Eski köye yeni âdet gelmesin. 3. Devlet ayağını yorganına göre uzatsın. İaşe ilkesi iktisadî faaliyete tüketici açısından bakmaktır. Buna göre, iktisadî faaliyetin temel amacı kâr elde etmek değil, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaktır. Dolayısıyla, üretilen mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması, yani piyasada mal arzının mümkün olan en yüksek düzeyde tutulması hedeftir. … Bu ilkeyi geçerli kılabilmek üzere, Osmanlı devleti ekonomide mal arzını bollaştırmak, kalitesini yükseltmek ve fiyatını düşük tutmak için üretim ve ticaret üzerinde sıkı şekilde yürütülen bir müdahaleciliği benimsemişti.

Köylerde tarımla uğraşanların topraksız kalmaması, şehir esnafının ise birbirinin dükkânını kapmaması esastı.

“(Köylerde) Aile işletmelerinin parçalanarak küçülmesini veya yeni arazi ilavesi ile büyük çiftliklere dönüşmesini önlemek üzere Devlet, ziraî toprakların mülkiyet hakkını fertlere bırakmaz, kendi elinde muhafaza ederdi. … (Şehir ve kasabalarda ise) Üretim ile tüketim arasındaki dengeyi korumak üzere Devlet, her mal ve hizmeti üretmek üzere ayrı loncalar halinde örgütlediği esnafı, belli ortalama büyüklükleri aşmayacak kapasitedeki dükkânlara sahip ustalardan oluşan, eşitlikçi bir cemaat halinde faaliyet göstermelerini sağlayacak şekilde bir düzenlemeye tâbi tutardı.” (Mehmet Genç)

Önce eşitlik ve denge

Gelenekçilik, sosyal ve iktisadî ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri, eğilimleri mümkün olduğu ölçüde muhafaza etme, değişme eğilimlerini engelleme ve herhangi bir değişme ortaya çıktığı takdirde, tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma irâdesini hakim kılmaktı. Bu hususta korunacak ilk denge, üretim ile tüketim arasındaki dengeydi. Tüketimi arttıracak nitelikteki her değişme eğilimi bertaraf edilmeliydi. Bu durum eşitlik ve dengeyi sağlıyor, verimliliği ise muhtemelen olumsuz etkiliyordu.

Osmanlı iktisat düzeninin üçüncü ilkesi Fiskalizm idi: Devlet hazinesinin gelirlerini azamiye çıkarmak, giderlerini ise asgariye indirmek.

Sabri Ülgener‘e göre, 15 ve 16. asırlarda, İran içlerinden güneydoğu ve orta Anadolu‘nun kervan yollarına kadar uzanan geniş bir saha üstünde ve hem de en ileri anlamda bir “ticaret kapitalizmi” mevcut iken, bu kapitalizmin üretimi kamçılayamaması ve (Avrupa’dakine benzer) bir sanayi kapitalizmine dönüşememesi başlıca iki sebepten kaynaklanıyordu: 1. Rantabilitede geri kalış; 2. Sermaye ortaklığında ve teşkilatında gerileyiş. Şerif Mardin de bu görüşü paylaşıyor ve “Osmanlı devlet adamlarının uzun zaman yapamadıkları fikrî atlama, harbe dayanan bir iktisadiyat konseptinden vazgeçip, verimlilik esasına dayanan yeni bir iktisadî anlayışa geçmemiş olmalarıdır” diyordu.2 Her iki düşünür de dolayısıyla gelenekçilik kavramının Osmanlı sistemindeki ağırlığını dile getiriyor, fakat Mehmet Genç’in eşitlik ve denge vurgusuna karşılık, onlar Avrupa ile rekabette geri kalışa dikkat çekiyordular.

Osmanlı iktisat düzeninin üçüncü ilkesi Fiskalizm idi: Devlet hazinesinin gelirlerini azamiye çıkarmak, giderlerini ise asgariye indirmek. Fakat giderlerin hızlandığı, ekonomideyse teknolojik yenilenmelerin (dolayısıyla verimlilik artışının) olmadığı dönemlerde, artan giderleri daha yüksek vergilerle dengelemek ortaya büyük meseleler çıkarıyordu. İaşe ve gelenekçilik ilkelerinden ötürü parasal ilişkiler, yani ticaret ve mübadele alanı sınırlıydı. Bu sınırlar gevşetilip parasal çatkının güçlenmesine imkân verildikçe, “toplum içinde ticaret ile uğraşanlar güçlenecek, büyüyecek ve zenginleşecekti. Böyle bir zümrenin doğması, sosyal/siyasal dengeyi sarsabileceği için arzuya şâyan değildi.”

Halil İnalcık, The Ottoman EmpireHalil İnalcık‘ın tespitleri de Mehmet Genç ile aynı yöndeydi: Tıpkı Memlûklar gibi, Osmanlılar da şehirlerde geleneksel lonca yapısını muhafaza etmeye çalışıyordular. “Bu tutucu siyaset herhangi bir yeniliğin toplumu kargaşa ve anarşiye sürükleyeceği ve bunun sonucunda devlet hazinesinin gelir kaybına uğrayacağı fikrinden kaynaklanıyordu. İdarî ve askerî endişeler fiyatlarda ve malların kalitesinde istikrar gerektiriyordu.” Peki bu “bol, ucuz ve kaliteli üretim” siyasetinin maliyeti neydi? “Bu muhafazakâr siyaset, ıslahatçı Osmanlı devlet adamlarının Avrupa’nın liberal fikirlerine kucak açtıkları 19. yüzyıla kadar devam etti. Yakın Doğu ekonomisinin lonca sisteminin sınırlamalarından kurtulmasını önleyen ve güçlü bir Osmanlı burjuvazisinin meydana gelmesini engelleyen, işte bu muhafazakârlıktı.”4

Ülgener, Mardin ve İnalcık’ın sorularını Mehmet Genç de tarihçilik mesleğine hazırlanırken kendine sormuştu: Osmanlılar “ne düşünmüş, ne yapmış yahut yapmamışlardı da modern iktisadî büyümenin dışında kalmışlardı?” Avrupa’da olan bitenin farkına mı varmamışlardı, yoksa “farkına varmış, uğraşmış ama başaramamışlar” mıydı? “Başarısızlığın” kaynağı kendilerinde, sistemlerinde, yoksa başkalarında mıydı? “Yahut bir sorumluluk yoktu da, tarihin ve coğrafyanın ördüğü kaçınılmaz bir zorunluluk mu söz konusu idi?”

  • Tarihçimizin çok önemsediği ve sohbetlerimizde kendilerinden sıkça söz ettiği iki 19. yüzyıl Alman düşünür ve sanat adamı (Wagner ve Nietzsche) ise adeta Osmanlıların “adaletsiz, sevgisiz ve şerefsiz” bir yeni sistem kurma peşine düşmemiş olmalarının tarihin büyük başarılarından biri olduğunu haykırıyorlardı. Bunların felsefe ve sanatlarını hâlâ yücelttikleri hâlde sözlerine kulak asmayanlar, bugünkü ekolojik, finansal ve sıhhî küresel krizin müsebbipleridir.

Wagner: Kapitalizm, sevgisiz bencillik dinidir

Wagner son iki yüzyılın belki en büyük sanatçısı, Nietzsche ise en etkili filozoflarından biridir.6 Gereğince anlaşılmayan yahut düpedüz istismar edilen fikirlerinin 20. yüzyılın totaliter Avrupa rejimlerine dayanak yapılmış olması, daha insanî bir dünya arayışı içinde olanların bu kaynaklara uzanmasını güçleştiriyor. Henüz 25 yaşında 1848 devrimine katılıp Bakunin’le beraber Dresden direnişinin elebaşlarından biri olan Wagner, Osmanlı sisteminde gördüğümüz “insanların karnını doyurmayı” temel ilke edinen anlayışın aksine, sermayenin karnını doyurmayı esas alan sanayi kapitalizmine bayrak açıyor ve “ortak mülkiyetin özel mülkiyetin yerini alması gerektiğine” inanıyordu. Osmanlı toprak ve esnaf sistemindeki mülkiyet düzenlemelerini bilmediğinden, doğal olarak ilham kaynağı, “mülkiyet hırsızlıktır” sloganının müellifi ve kendine ilk defa “anarşist” diyen Proudhon olacaktı. Kapitalist bir dünyaya gözlerini açmış dindar müslümanların bile artık anlamaktan uzak olduğu Wagner’in kapitalizm eleştirisini Julian Young’dan özetleyeyim:

Yunanistan’da Hermes, Roma’da ise Merkür hırsız ve üçkâğıtçıların tanrısıydı. Modern dünyadaysa bu, baştanrı mevkiindedir, “kutsal yüzde beş”in tanrısı. Modern hayat servet kazanımı üzerine kuruludur, emeği değil, servet sahipliğini önemser. Kapitalizm yeni bir kölelik meydana getirdi. Modern sanayi kapitalizmi işçilerini “makine için buhar gücü”ne dönüştürdü. Modernlik öncesi zanaatlarda çalışma neşeli, yaratıcı bir faaliyet iken, modern fabrikada neşesiz, gayr-ı insanî ve mekanik bir angarya oldu. “Tanrımız altın, dinimiz de servet arayışı” olduğundan, modern ahlâk kahramanlarımız “borsanın kahramanlarıdır.” İşçiler sanayi kölelerine dönüşürken, orta sınıflar da kapitalizm için bürokratik “insan kaynakları”na indirgendi. Kapitalist üretim, mutluluğu tüketim olarak benimsetmek zorundadır. Burjuvazi mutluluğu “lüks” olarak anlar, her gün daha fazla eşyanın tüketilmesi. Fakat bir kez asıl arzular tatmin edilmişse, gereksiz eşyanın sahipliği giderek daha az zevk doğurur, hatta zamanla can sıkar. Ancak “yapay”, imal edilmiş arzuları tatmin edebildiklerinden, burjuvazi “zevkten gebermeye” mahkûmdur. Kapitalizm böylelikle çifte lânete dönüşür: İşçi sınıfı sefildir çünkü kölelik ve yoksunluk içinde yaşar. Burjuva sefildir çünkü sıkıntıdan patlar.

  • Kapitalizmin bir başka lâneti sosyal atomlaşmadır. Kapitalizmi “bencillik dini” yönetir. Bernard Shaw, Mükemmel Wagnerci’de (1898) Wagner’in Das Rheingold operasının derin bir kapitalizm eleştirisi olduğunu belirtir. Eserin kahramanlarından Alberich’in yeraltı mağarasında çalışan köleler onun sanayi makinesinin “buhar gücü”dür. Alberich dünyaya hükmetme gücünü, sevgiyi inkâr yeminiyle elde eder. Modernlik bu yüzden sevgisizdir. Modernlik kültürüyle çepeçevre sarıldığımızdan artık gerçek anlamda sevgiden yoksunuz.

Nietzsche: saygısız ve şerefsiz ekonomi

Wagner’den belirli bir ölçüde etkilenen Nietzsche, ekonomiye “insan kişiliğinin var olduğu bir ortam” gözüyle yaklaşıyor. Kapitalizm, bireyi üretiyor ama kişiliği öldürüyor. “Sadece ürünlerin hünerli üreticisi, ürünün nihaî yargıcı olmalı ve halk ona ve dürüstlüğüne iman etmelidir. Dolayısıyla, anonim bir iş olmamalıdır.” Oysa kapitalizm, üreticinin kişiliksizleşmesi ve üretimin anonimleşmesi demekti. Filozofumuza göre, “Her işte, en azından üründe bilgili bir uzman, ürüne garantör olmalı ve adını ürünün üstüne yazdırmalıdır. Oysa bugün göze çekici gelen ve en düşük maliyeti olan şeyler piyasaya hükmediyor; bunlar da elbet makine işi şeyler… Çalışma hayatında düsturumuz ‘Bilenlere daha çok saygı!’ olmalıdır.

Rainer Kattel, Nietzsche’nin bugün için kabul edilmek şöyle dursun, artık anlaşılması bile imkânsız olan görüşlerine şöyle açıklık getiriyor: Kitlesel sanayi üretiminin karşılığı kitlesel tüketimdir. Piyasaya yön veren, modadır. Hünerli zanaatkâr bir şey imal ettiği zaman, kendi beceri ve bilgisini gerçekleştirmiş olur; o ve ürettiği şey bir ölçü oluşturur. Yani üretilen şeyde her zaman kişisel bir yan vardır. Makine ise gayrışahsîdir, yapılan işi şerefinden sıyırır; bireysel güzelliğini yok eder, insanîliğini ortadan kaldırır. Kişi, yaptığı üründe kendi izini bırakır; kişinin ufku yaptığı işte kendini gösterir, böylece iki kişi arasında sahici bir diyalog oluşur. Ayakkabıya okunan dua, müşterinin mukabil duasına yol açar. Basit bir dünyevî alışveriş, Cennete açılan bir kapı olur. Oysa makine ve kitlesel üretim devreye girdiğinde, iki insan arasındaki diyalog da son bulur: “Moda, en aşağı ortak paydaya, yani kitle insanına ayarlıdır. Ne yüzü ne sesi vardır bu adamın, sadece tüketim açlığı içindedir. Kimse onu görüp işitmez; kitlesel üretimin yarattığı, içinde maneviyatın olmadığı bir çevreye çivilidir. Maneviyatın kendisi, tüketilecek diğer bir ürün haline gelmiş, nihilistik olmuştur.” Hepperest gözüken bir hiçperesttir. “Sanayileşmiş emek yeni bir köleliktir. Adaleti bilemez.”

Mustafa ÖZEL

***

Kaynak: Nihayet

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun