Anasayfa Makale Haram Karışık Mal ve Kazançla İlgili Tasarruflar

Haram Karışık Mal ve Kazançla İlgili Tasarruflar

by
HARAM MAL KAVRAMI ve ÇEŞİTLERİ

Haram ve helal gibi hükümler, şer’i bir vasıf olarak Şari’in nehyettiği hususlarla irtibatlı olarak mala, menfaate ve kazanca yönelik hususlarda da söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında doğrudan “haram mal” tanımı diyebileceğimiz teknik anlamda bir tanım yapılmamış genel anlamda çerçevesi çizilmekle yetinilmiştir. Mesela, İmam Gazali haram malla ilgili tanımlamada; “rüşvet, faiz, kumar, ihtikar gibi haram yolla kazanılan şeylerdir” şeklinde bir ifade kullanır. Bu itibarla haram mallar zatı (aslı) ve vasfı itibarıyla haram oluşu açısından ikiye ayrılmıştır. Domuz, içki, leş, hırsızlık, rüşvet, gasp gibi sebeplerle elde edilen mallar hem zatı hem vasfı itibarıyla haram mal olurken faiz, kumar, ihtikar gibi sebeplerle elde edilen mallar ise vasfı itibarıyla haram sayılır. Birinciler mülkiyet ifade etmediği gibi üzerinde de tasarrufun caiz olmadığı mallardır. Bunu elinde bulundurana düşen ondan kurtulmaktır. Gasp, rüşvet gibi şeylerde ise malı sahibine iade etmektir. Vasfı itibarıyla haram olanların mülkiyeti ve o mallarda tasarruf konusu ise ihtilaflı bir konudur (Hammad, 2001, s. 30).

Bu durumda haram malı şöyle tarif edebiliriz.

Haram mal: Şer’i yönden meşru görülmeyecek surette kişinin mülkiyetine ya da tazmin sorumluluğuyla zilyedliğine giren aynî, nakdî ve menfaat türü şeylerdir.

Malın mütekavvim olup olmaması açısından haram lizatihi ve haram ligayrihi olan mallardan söz edebiliriz. Domuz, pislik, leş, kan gibi şeyler mütekavvim olmadığından haram liaynihi türündendir. Yani bunlar hem aslı hem vasfı itibarıyla haramdırlar. Mütekavvim olmayan bir malın akdin konusu olması butlan ile sonuçlanır. Ancak akdin konusu değil de bedel/semen olması durumunda ise akit fasit olur (Mecelle. md. 212- 371- 382). Haram ligayrihi ise, aslı itibarıyla haram olmayan ancak harici bir sebeple malın vasfı sebebiyle şer’in haram kıldığı türlerdir. Gasp ve hırsızlık malı gibi. Bu nedenle bazıları bunu “kazanç sebebiyle haram” veya “sebepleri yüzünden haram” diye tarif eder (el-Baz, 1998 , s. 43). Zira haramlık, mahal olan malda değil ona izafe edilen hal ve fiildedir (Teftazani, s. 2: 276).

Bir mal üç şekilden biriyle, mâlik sıfatıyla (yedü’l-milk), hukukî bir izne dayanarak (yedü’l-emâne) yahut gasp veya hırsızlık gibi haksız bir fiille (yedü’d-damân) bir kişinin hâkimiyetinde bulunabilir. Bu durumda kazanılması ya da elde edilmesine sebep olan hususlar göz önüne alındığında haram malları şöyle tasnif edebiliriz:

a. Mülkiyetin Yokluğu Sebebiyle Elde Edilen Haram Mal: Hukuka aykırı bir surette elde edilen mal, mülkiyet hakkı doğurmaz ancak zilyedlik söz konusu olur. Rüşvet, gasp, hırsızlık gibi sebeplerle elde edilen mallar, gerçekte mülkiyet ifade etmeyen ama zilyedlik sebebiyle mali sorumluluğu ve tazminatı getiren eylemlerin sonucu olarak elde edilmiş mallardır. Bu nedenle hırsız ya da gâsıp gibi kimselerin aldıklarını aynıyla, aynını telef etmişlerse; bu mal misli ise mislini, kıyemi ise kıymetini iade etmeleri vacip olur.

b. Şer’an Meşru Olmayan Ama Malikin İzniyle İntikal Eden Mal: Kumar, kahinlik, falcılık, bağy (fuhuş bedeli) vb. sebeplerle elde edilen mal gibi. Haram malın mirasla intikaliyle, şartları yerine getirilmeden el konulan kayıp malları da bu kısımda inceleyebiliriz. Zira mirasta mal haramken izin şer’i yönden lükata da ise mal helalken menetme şer’i yöndendir. Kumar, fal gibi şeylerden elde edilen kazanç temiz olmadığı için bunlardan Allah hakkı gereği kurtulmak vacip olur. Miras yoluyla gelen haram mala gelince; bu ya rüşvet, gasp gibi haram yollarla murisin kimden elde ettiği bilinen geride bıraktığı mallar yahut murisin yine haram yollarla elde ettiği ama kimden aldığı bilinmeyen mallar olabilir. Fakihler haram yollarla elde ettiğini bildikleri murisin malını mirasçıların alıp alamayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir.

c. Batıl ve Fasit Akit Sonucu Elde Edilen Mallar: Faiz, ihtikar, aldatma ve haram bir malın alım satımı gibi sebeplerle elde edilen mallar bu türdendir. Fukaha bu konuda farklı yaklaşımlarda bulunmuş, meseleyi haram malla helal malın karışık olması durumunda haramın ya da helalin çokluğuna göre veya taayyün edip etmemesine göre farklı değerlendirmişlerdir ki ileride bunu ele alacağız. Gerek batıl gerekse fasit akitlerde malın hubsiyeti sabittir ama bu tür mallarla yapılan muameleler sonucu elde edilen kârlara da kirlilik (hubsiyet) intikal eder mi? Bu tür haram malların mülkiyeti hakkında fakihler hangi görüşleri ileri sürmüşlerdir? Akde halel getiren fesad unsuru giderilirse veya tazmin gereken yerde tazmin gerçekleşmişse bu kirli mallar tayyib/temiz hale gelir mi?

Zamanla haramın çoğalması, temiz ve helal kazanca dikkatin azalmasına paralel fakihler, görüşler arasından insanları sıkıntı ve meşakkatten kurtaracak tercihlerde bulunmuşlardır. Bu anlamda fesadü’z-zaman sebebiyle bir kısım fasit akitlerin sonuçları geçerli sayılmış, muâmelelerin mümkün mertebe helal tarafına kaydedilmesi imkânı araştırılmıştır. Zamanımızda faizin müesseseleşmede yaygın bir ağa sahip olduğu ve geniş kitlelere yaygınlaşma imkânı bulduğu aşikardır. Gerçekten faizin cahiliye dönemindeki gibi her tarafı kapladığı (Dalgın, 2010, s. 88) günümüzde, ticaretten müstağni kalınamayacağına göre bu görüşün öne çıkması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim Mecelle Şerhinde insanların muamelelerinin imkân ölçüsünde sıhhate hamledilmesinin fesada hamledilmesinden evlâ olduğu belirtilir3 (Haydar, 2016, s. 1:915).

Burada genel bir değerlendirme yapılacak olursa bir müçtehidin görüşüne tabi olarak bir akdin sahih olduğuna itikat ettiği için uygulayan kimsenin kazandığı mal helal olur. Bilahare bu içtihadın hatalı olduğunun zahir olmasıyla o maldan elde ettiği kazançları elden çıkarması gerekmez. Gerekli olan artık o muameleyi terk etmesidir. Zira tevil günahı düşüren bir özürdür. Ancak tek şart, bu tevilin bir delile dayanmış olmasıdır. Fasit akit ile elde edilen bir malın üçüncü bir şahsa satışından veya başka bir malla değişiminden elde edilen kârın durumu hususunda Hanefî fakihleri ikili bir ayırıma gitmiştir: Taayyün edenler (kıyemî) ve taayyün etmeyenler (mislî). Dirhem, dinar yani şimdiki ifadeyle nakit para ve altını taayyün edilmeyenler, bunun dışındakileri de taayyün edilenler kısmından kabul etmişlerdir.

Fasit bir akit ile sahip olunan bir ayndan (maldan) elde edilen kâr habis kabul edilmiş ancak böyle bir akit sonucu alınan paradan (nakitten) elde edilen kâr temiz kabul edilmiştir. Fasit akitler ribâ kapsamında değerlendirildiği için şüphesine itibar edilir ama şüphenin şüphesine itibar edilmez. Çünkü bu durum silsile yoluyla (yani şüphenin şüphesinin şüphesi..şeklinde) devam edeceği için ticaret kapısının kapanma tehlikesi baş gösterir (İbnü’l-Hümam, ty, s. 6:473-474). Sözgelimi bir kişi fasit bir alım satımla bir mal satın alsa, onu teslim aldıktan sonra satıp kâr etse bu kârı tasadduk etmesi gerekir. Satıcı ise, malın satışından aldığı para ile bir şey satın alsa ve bundan kazançlı çıksa o kazanç onun için tayyibtir (temiz kazanç). Çünkü mal tayin ile belirlenebilir ama dirhem ve dinarlar belirlenemez” (Baberti, s. 6:473). Ancak gaspla elde ettiği malın satışında ise kirlilik her iki durumda da vakidir. Kısacası fakihlerin mahzurlu ya da mubahlığında ihtilaf ettikleri meselelerde hilafın çok zayıf olmaması böylece ittifak edilen bir mahzura vesile olmaması şartıyla kesin haram hükmü verilmez (Maverdi, 2000, s. 297).

Buna göre mesela, banka kredisi kullanan bir şirket nakdi kullandığında bundan elde ettiği kâr temiz olmaktadır. Ancak aynî kredi kullanmış yani mal almışsa bundan elde edilen kâr temiz olmamakta bu sebeple elden çıkarılması gerekmektedir. Para (lira, dolar, euro, altın) bizzat belirlenemediği için fasit akitle de elde edilse bundan elde edilen kâra şüphenin şüphesi bulaşmaktadır. Ancak bu durum kredi kullanan için faiz sorumluluğunu düşürmez. Sadece ikinci adımda meşru bir ticaretten elde ettiği kârın temizliğinden bahsedilebilir. Zira faiz için yatırılan mevduatların anaparaları faizli kirli bir para olarak değerlendirilmez. Nakitler (para, altın, döviz vs.) taayyün etmediği için bu anaparalardan istifade ile ticaret yapılsa hubsiyet intikal etmez. Ancak faizli muamelelerin önünü açmamak, teşvik edici olmamak için siyaset-i şeriyye icabı böyle bir yöntem kaideleştirilip sistematik hale getirilmemelidir. Ancak böyle elde edilen bir anaparayla murabaha veya müşareke yapılması üçüncü şahıs hakkında hükmen bir mâni teşkil etmemektedir.

MALINDA HARAM OLANLARLA YAPILAN MUAMELELER
1. Malının Tamamı Haramdan Olan Kimselerle Muamele

Genel olarak fakihler malının tamamı haram olanlarla muameleyi caiz görmemişlerdir. Haram olduğu kesin bilinen bir mal alınmaz. Ayrıca haram bir yolla elde edilmiş olduğu bilinen bir paranın sermayede kullanılması haramı onaylamak ve günahın işlenmesine katkı yapmış anlamına gelmektedir.4 Esasen fasit bir yolla alınan paradan elde edilen kârın temiz olması o işlemi caiz hâle getirmemekte ve o kişinin işlediği günahı ortadan kaldırmamaktadır. Üstelik fasit akdin sistematik hale getirilmesi şöyle dursun bu akdin caiz olmayan bir akit olması sebebiyle izalesi esastır, vaciptir (Şürunbilali, s. y.no: 00610; Nevevi, ty., s. 9:343; İbn Müflih, 2003, s. 6: 388-391; Asbahi, 1994, s. 6: 198; Gırnati, 1994, s. 7: 336). Sadece Maliki mezhebinde dört görüşten birinde bir kimsenin zimmetini kapsayan muameleler bulunsa da bu haram mal hakkında mübayaası, hibe etmesi, hibe alması, miras olarak alması ve yemeğinin yenmesi caiz olur, ancak mal ayni olduğunda tazmin etmiş olsa da gâsıp için helal olmaz. Sorumlu olan hibe eden veya satandır. Maliki kaynaklarında geçtiği üzere; elinde haram bir mal bulunan kimse bununla kimseyi alışverişe zorlamadan ev veya elbise alsa üçüncü şahsın bu evi veya elbiseyi bunları haram malla alan şahıstan almasında sakınca olmaz. İbn Rüşd, bu durumda sorumluluğun satıcıda veya hibe olsa hibe eden de olacağını belirtir (Gırnati, 1994, s. 6: 593; İbn Rüşd A. e.-H., 2004, s. 18: 564-565).

2. Malının Çoğunluğu Haramdan Olan Kimselerle Muamele

Hanefi mezhebi: Malının çoğu haram olan kimseyle muamele, bizatihi muameleye konu olan malın haram olduğu bilinmediği için doğrudan haram olmaz ama harama düşme tehlikesi olduğu için kerahet vardır (Hamevî, 1985, s. 1: 193; Tahtavi, 1997, s. 35). Malının çoğu haram olan kimse şayet ikram ettiği veya hediye ettiği malın kendisine helal miras, borç tahsili gibi yollardan intikal ettiğini beyan ederse yani çoğu haram olan malıyla bir ilgisinin olmadığını beyan ederse, bu takdirde almakta beis olmaz.

Maliki mezhebi: Maliki fakihleri, malının çoğu haramdan olan kimselerle muameleyi ve hibesinin kabulünü caiz görmezler. İbn Kasım bunu kerahete hamlederken Asbağ haramlığa hamleder. Maliki mezhebinde de malının çoğu haram olan kimse ile muamelenin mekruhluğu öne çıkmaktadır (Desûkî, ty, s. 3: 277).

Şafii Mezhebi: Şafii mezhebinde mesele, zaruret, haciyat ve umum-i belvâ yönü göz önüne alınarak farklı şekilde ele alınmıştır. Neticede Şafii mezhebinde konu bir açıdan verâ yönüyle diğer açıdan da kerahet kaydıyla gündeme gelmiştir. Haramın karışması tüm malı haram kılmaz. Bu sebeple elinde helal haram karışık mal olanın malıyla ilgili “bu haramdır” zannıyla istishaba aykırı olarak zanla hareket edilip haramlık hükmü verilemez (Nevevi, ty., s. 9:343-344; 8: 178; Heytemi, 1983, s. 7:180). Kerahet kayıt ise, derecelendirilmiş olup kerahetin şiddetinin artması şüphenin kuvvetine göre belirlenmiştir. Zira bizatihi aynıyla haram olduğu bilinmedikçe haram hükmü verilemez. Yani haram ya da helal olan kısımla muamele yapmış olma ihtimali ancak vera açısından kaçınmayı gerektireceği için haramlık hükmüne konu olmaz ancak kerahet kaydı ile yetinilir (İbn Rüşd, ty, s. 1: 556 ).

Hanbeli mezhebi: Haram ve helal karışık malı olanla muamele, hediyesini kabul, yemeğini yemek, Hanbeli mezhebinde de fetva ve verâ açısından ele alınmıştır. Mücerred durumu bilmeme sebebiyle asli ibâha gereği ihtimalle hüküm verilmez. Ancak şüphe sebebiyle kaçınmak evla olur. Malın çoğu haramsa tamamı haram hükmünde olan gibidir (Ruheybani, 1994, s. 5: 233). Konuya asli ibâha çerçevesinde yaklaşan fakihler, Peygamberimizin, Yahudilerle faizli muamele yaptıklarını, içki alıp sattıklarını bildiği halde onlarla ticaret yapmakta olduğunu söyleyerek delil getirmişlerdir. Burada sorumluluk faizli muamele yapanadır, yoksa mubah bir surette alış veriş yapana değildir (Umrani, 2000, s. 5:119).

Mekke döneminde de panayırlarda aynı muameleler yapılıyordu. Ne Peygamberimizin ne de sahâbinin: “Bu kafirlerle muamele caiz değildir” dediklerinin işitilmediğini belirten Şevkani, “bu durumda muamelesine zulüm de karışsa bir Müslümanla muamelenin caiz olmadığı nasıl söylenebilir?” diyerek en azından bu Müslümanın bir kısım haramlara düşse de bir kısmından ictinab edeceğini, dolayısı ile elinde karışık durumda mallar bulunabileceğini belirtir. Zira bir insana ancak bizatihi haram olan bir husus haram olur. Kaçınma hususu ancak verâ açısından değerlendirilebilir (Şevkani, ty, s. 483). Bunun gibi Gazali’nin ifadesiyle Emevî döneminde sahâbi, bir takım zulüm uygulamaları olduğu halde muameleye devam etmişlerdir. Eğer onlar zulüm ve haram işler karıştığı için ticaret kapısının kapanmasına meydan verselerdi ticaret kapısı kapanır, toplum harap olurdu. Zira bu durumda meşru çare bulamayan insanlar fıska itilmiş ve dinin hükümlerine karşı tamamen gevşetilmiş olurdu (Gazali, 1985, s. 2:104).

3. Malının Çoğu Helalden Olan Kimselerle Muamele

Hanefi mezhebi: Hanefi mezhebinde, malının çoğu helalden olan kimselerle muamelenin, ikram ve hediyesini kabul etmenin mekruhluğu yanında caiz oluşu öne çıkmaktadır. Zira az da olsa malların haramdan tümden salim olmasının zor olacağını düşünen fakihler, haramın çokluk ve azlığına göre değerlendirme yapmışlardır (İbn Maze, 1424, s. 5:367). Ancak ihtiyata uygun olanın sakınmak olduğunu ifade edenler de olmuştur (Ayni, 2007).

Şafii Mezhebi: Şafii fakihleri, malının kahir ekseriyeti helal olan kimseyle muameleyi caiz görürler. Zira bu durumda da harama tevafuk etmek nadirattan olur. Bin dirhemin birkaçının haram olması gibi. Yani mesele haram, mekruh ve mubah çizgisinde haram oranının azlık veya çokluğuna göre değişim gösterecektir. Yani kerahet derecesi haramın çokluğuna göre şiddetlenecek azlığı durumunda ise hafifleyecektir. Neticede bizatihi haram olduğu bilinmeyen karışık mallarda haramlık hükmü verilmez. Kerahet hükmünün derecesi de haramlığın miktarının az ya da çok olmasına göre artar ya da eksilir (İzz b. Abdüsselam, 1990, s. 1:84-85).

Maliki mezhebi: İbn Kasım, malının çoğu helal olan kimsenin bu malıyla muamele yapmasının, borç olarak kullanmasının, alacak olarak tahsilinin, başkasından hibe ve hediye olarak almasının ve onunla hazırlanan yemeği yemesinin helal olacağı görüşündedir. İbn Vehb ise, muamele hususlarında aksi görüştedir. Asbağ ise, tüm bu durumlarda haramlık hükmü olduğunu ve haram karıştığı için tamamının tasadduk edilmesi gerektiğini söyler. İbn Arabi de, Asbağ’ın görüşünün dinde aşırılık olarak yorumlanacağını söyler. Zira şayi olan böyle bir durumda temyiz edilememe hususundan maksat o şeyin aynı değil mal olma durumudur (İbnü’l-Arabi, 2002, s. 1:325; Kurtubi, 1964, s. 3:366). Malında az bir kısım haram bulunana gereken şey, tevbe edip bu kısmı malından çıkarması sahibi biliniyorsa ona iade etmesi bilinmiyorsa onun adına tasadduk etmesidir (İbn Rüşd, ty, s. 1:554).

Hanbeli mezhebi: Hanbeli mezhebinde görüş zenginliği bilinen bir husustur. Faizle iştigal edenin yemeğinin yenmeyeceği görüşünde olanlar varken öte yandan malının üçte biri veya çoğu haram olursa caiz olmayacağı zira çoğun bütün hükmünde alınacağı belirtilmiştir. Mezhepte diğer bir görüşte ise; maldaki haramlık çok olsun az olsun mutlak haram olmayacağı ancak haramın oranına göre kerahet derecesinin olacağı söylenmiştir (İbn Müflih, 2003, s. 4: 388-391). Ancak sonra gelen Hanbeli müellifleri caiz olmaması görüşünün şüphelileri terk etme ilkesi gereği tercih edilmesi gerektiğini ancak zaruret durumlarında cevaz yönünün tercih edilebileceğini belirtmişlerdir (İbn Müflih, 2003, s. 4: 390). Hanbeli mezhebindeki bu ihtilaf sadece ikramla ilgili değil aynı zamanda haramla iştigal edenle muamele, sadakasını ve hibesini kabulde de geçerlidir (İbn Müflih, 2003, s. 4: 392). Helal malın çok olması durumunda haram kısmın tasfiyesi ile kalandan istifadenin mümkün olacağı haramın çok olması durumunda ise, hepsinden kaçınılması gerektiği ifade edilmiştir. Ancak Hanbeli fakihleri bu kaçınmanın haramlık cihetinden değil verâ cihetinden olduğunu vurgulamışlardır (İbn Müflih, 2003, s. 4: 391-397).

4. Malının Durumu Bilinmeyen Veya Şüpheli Olan Kimselerle Muamele

Hanefi Mezhebi: Mezhepte konuyla ilgili benimsenen ilkeye göre; malın doğrudan haramdan olduğu bilinmedikçe bu mal üzerinde muamele yapmak caizdir (Semerkandi, 1386, s. 478). Nitekim İbn Abidin, haramın iki zimmete geçmemesi konusunun bilmeme durumuyla kayıtlı olduğuna dikkat çekmiş, bile bile bunun caiz olmayacağını belirtmiştir (İbn Abidin, 2000, s. 5:97). Şafii Mezhebi: Mezhepte muamele yapılan malın bizatihi aynıyla haram olduğu bilinmedikçe haram hükmü verilemez. Ancak verâ açısından terki evla olur (Nevevi, ty., s. . 9: 344). Eğer şüphe durumu kuvvet kazanırsa en fazla kerahet hükmü verilir (İbn Rüşd, ty, s. 1:556). Maliki mezhebi: İbn Rüşd, haram malla helal bir malın alınması meselesinde durumu bilip bilmemeye göre farklı üç görüşü zikreder:

a. Karşı taraf bilsin bilmesin caizdir. İbn Sahnun ve İbn Habibe ait.

b. Caiz değildir. Sahnuna ait.

c. Satıcı semenin hubsiyetini bilirse caiz, bilmezse caiz değil. İbn Addus’a ait. Zira bilseydi zimmetini haramın kuşattığı kimseyle alışverişe razı olmayabilirdi (İbn Rüşd, ty, s. 1:559, 560).

İki zıt yaklaşımı temsil eden aynı mezhepteki alimlerin bu farklı tutumları, şahsi sorumluluk ilkesiyle, şer ve kötülüğe alet ve yardımcı olmama esasını dikkate alan geniş çerçeveli yaklaşımların bir sonucu olarak düşünülebilir.

Hanbeli mezhebi: Mücerred durumu bilmeme sebebiyle asli ibaha gereği ihtimalle hüküm verilmez. Ancak şüphe sebebiyle kaçınmak evla olur (Ruheybani, 1994, s. 5: 233). İbn Teymiyye, konuyla ilgili zahiri durumda bilinenle bilinmeyeni ayrıt etmiş zahirde malın haramdan olduğu bilinmiyorsa alıcı için hem dünyada hem de ahirette bir sorumluluğun olmadığını bu durumda tüm sorumluluğun ve tazminatın satıcıya ait olacağını söyler (İbn Teymiyye, 2005, s. 29:292). İnsanların şüpheli gördüğü fakat kendisince ilmi yönden helal olduğu sabit olan hususta bir sorumluluğu olmaz. Fakat bu durumda insanların ta’nından ve töhmete düşmekten sakınması ırzını koruması açısından isabetli olur (İbn Receb, 2001, s. 201-204).

Yunus KELEŞ

(Bu metin makaleden alıntıdır. Makalenin tamamına kaynaktaki linkten ulaşabilirsiniz.)

Kaynak: Dergi Park

 

Diğer makalelere göz atın

İslam İktisat Düşüncesinde ve Ahilik Geleneğinde Piyasa ve Devlet Odaklı Politikalar Üzerine Bir İnceleme

Tüketicilerin Etik Konumlarının Helâl Turizme Bakış Açıları İle İlişkisi Samsun İli Örneği

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun