Anasayfa Makale İslam Ekonomi Felsefesi ve Etiği Bağlamında Kavâid-i Hamse

İslam Ekonomi Felsefesi ve Etiği Bağlamında Kavâid-i Hamse

by

İslam Ekonomi Etiği Bağlamında Kavaid-i Hamse

İnsan olmanın tabii bir gereği olan iktisadi tutum ve hareketler toplumların maddi gereksinimlerinin güvencesi olan tabii mekânlarda farklılık gösterir. İktisadi tutum ve hareketler aynı zamanda sosyolojik olup başka müesseselerle aynı ortamda bulunulması gerekçesiyle mütekabil bir bağ içindedir. Bu müesseselerin içinde eğitim, aile, politika, iktisat,  etik,  hukuk ve din vardır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde din ve iktisadın etkileşim içinde olduğu görülür. Yani dinin bütün müesseselerle münasebeti söz konusu olduğu gibi iktisat ile de yakın bir ilişkisi, bağı mevcuttur (Pehlivan, 2016, s.13-35). Ancak modern iktisatta etiğin önemli derecede analize dâhil edilmediği hususundaki fikri kuvvetli bir biçimde dile getiren Sen, Smith’in “Ulusların Zenginliği” adındaki eserinde “homo economicus”  ile ilgili olarak bireysel menfaate umumi biçimde iktisadi faaliyetlere diğerlerinden daha büyük bir anlam yüklemediğini söylemektedir. Smith’in bireysel menfaat’in ekonomik faaliyeti dürtüsel olarak tek belirleyici olmadığını gösteren bölümler vardır. Smith “ahlak-iktisat”  arasındaki bağı kabul eder ancak bu sorunla hesaplaşma hususunda uzak durmaktadır. Şöyle ki etik değerleri ön planda tutan diğergam ve empatik insan yerini bencil ve çıkarcı “homo economicus” a bırakmıştır. Günümüz Avrupası da bunu pratize ederek dini, yaşamın dışına çıkarmak suretiyle sekülerizme yönelerek özgür fertlerin hayatı şekillendirmesi gerektiğini savunmuştur.

Bunun neticesinde oluşturulan özgür birey” kimliği, dini ya da ahlaki hiçbir hususta sınırı olmayan,  “nefsi” heveslerinin uğrunda hayatını devam ettiren ve iktisadi davranışlarında yalnız çıkarlarına uygun hareket eden bir insan tipi haline gelmiştir (Bulut,2015,  s.105-123). Oysa İslam ekonomik davranışları ahlaki ilkelere bağlamış, bireyin sadece kendi çıkarlarını düşünen değil toplumun menfaatlerini düşünen bir kişilik göstermesi için düzenlemeler yapmıştır. Şari’ tarafından vaz edilmiş prensipler çerçevesinde düzenlenmiş olan kavâid-i hamse bunun en bariz örneğini ortaya koyar.

Dinin, iktisada tesiri onu hedefe taşıyacak etik sistemi şeklinde özetlenebilir. İktisadın arz/talep dengesi vb. şeklinde asli yasa olarak kabul edilen yasalar dahi, din menşeli bir etikle belirlenmektedir. Bu bağın dışa yansımalarından en mühim olanı dinin iktisat için bir davranış etiği oluşumuna sağladığı katkıdır. Aslında dinin bütün davranışları düzenleyen yol göstericiliği söz konusudur. İktisatla ilk olarak ilişkili olan dini güdüleyicilerin en önemlisi davranış etiğidir. Davranışlar iktisadın asli belirleyici hususiyetlerindendir. Fakat bunların etik gibi dâhilî bir vakıayla sağlamlaştırılması şarttır. Tam bu noktada dine mühim bir vazife yüklenmekte,  dinin etik prensipleri toplumun iktisadi şartlarla birleştirilerek davranış etiği oluşmaktadır. İslam dinini dışlayıcı, aşağılayıcı ve tek taraflı bakış açısını bir kenara bıraktığımız takdirde şunu söyleyebiliriz: Üretim, tüketim ve dağıtım şekillerinin tayin edilmesinde dinin ciddi anlamda bir tesiri söz konusudur (Weber,  1986,  s.  220-230). Dünyayı merkeze alarak daha da ehemmiyet verme ya da dünyadan içtinapta eşit miktarda dinî bir tesir şeklinde değerlendirilebilir. Ancak Weber mevzubahis davranış etiğini büyük oranda Protestanlığa özel olarak kabul etse de bu durum İslam’ın ve diğer ilahi dinlerin de iman edenlere çalışıp say etmeyi emrederek iktisadi randımanı yüksek tutmayı amaçladıkları hususu aşikârdır.

Weber,  dinin iktisada etkisini üretimi örnek vererek kanıtlamaya çaba göstermiştir. Ona göre insanın vicdanına seslenendin, Allah’ın rızasını kazanmak için var olan güçlerinin hepsini kullanmak suretiyle üretmelerini ve gereksiz yere harcama yaparak israfın önüne geçmelerini emretmiştir. Bu sayede dinin dünyaya dalma hususunda tavsiye ettiği mesafeli olma prensibinin dine aykırı olmayacak şekilde uygulanması sağlanmıştır. Devletlerin dünya ile ilgili tedbirlerle, (çalışma seferberliği, tasarruf tedbirleri gibi) gerçekleştiremediklerini din gerçekleştirmiştir (Weber, 1986, s. 220-230).

Dinlerin ve İslam’ın tüketim şekillerini de yönlendirdiği malumdur. Bu da iktisadi davranışların ortaya konmasında dinin etkisini göstermektedir. İnsanlar önüne geleni tüketmemekte inanmış olduğu dinin belirlediği helal ve harama göre tüketimini yapmaktadır.   Mesela İslam’da domuz eti,  sivri dişli etçiller,  leş,  Allah’ın adına kesilmemiş hayvanlar yenmemekte, sarhoşluk veren bütün içkiler de içilmemektedir. İslam’da servetin paylaşım ile dağıtımı hususunda da etkili prensipler söz konusudur. İslam mal varlığı nisap miktarına ulaşacak derecede iyi olan Müslümanların sahip oldukları şeylerden infak etmesini ibadet olarak emretmektedir.

Şimdi de kavâid–i hamseyi anlamak için İslam ekonomi felsefesi anlayışı çerçevesinde inceleyelim:

Bir İşten Maksat Ne İse Hüküm Ona Göredir

İşlerde hüküm, maksada göre verilir. Bu kaide “Ameller niyetlere göre değerlendirilir ve herkesin niyeti her neyse elde edeceği şey odur.” (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155;  Ebu Davud,  Talak,  11)  şeklindeki hadise dayanmaktadır.  Bu kaide,  bir kişinin herhangi bir eyleminin ya da sözünün, kendi amacına göre yorumlanması gerektiğini ima eder. Çünkü insanların eylemleri niyete göre belirli bir amaca göre değerlendirilir.

“Amaca ulaştıracak vasıtalar,  hukuken veya ahlaken sınırlandırılmamıştır.  Yani, amaçlanan hedefe ulaşabilmek için kullanılabilecek her yol,  hukuka ve ahlaka uygundur” (Güney ve Mandacı, 2009, s. 83-104) şeklindeki ekonomi felsefesinin aksine İslam ekonomisinde hem amaç hem de araç karşılıklı olarak ahlaki olmak zorundadır. Başka bir deyişle, İslam’da araç, ulvi amacın kendisi kadar önemlidir. Nihai amaca ulaşmanın yolunu İslam’ın etik değerleri belirler.

Bu kaide ile ilgili olarak îne satışı örnek olarak  verilebilir. Îne vadeli  olarak bir malı sattıktan sonra da aynı malı tekrardan satılan fiyattan daha yüksek bir fiyatla vadeli olarak  satın  almayı  ifade  eden  bir  satıştır.  Bu işlem ribayı gizlemek kastıyla yaygınlaştırılıp kurumsal hale getirilirse üç mezhebe göre câiz değildir;   hatta bu durumda faize ulaşma kastı artık açığa vurulmuş sayılacağından Şâfiî açısından da meşruiyetini yitirmiş olur.(Apaydın, 2000, s. 283-285) Zira bu akitte yaygınlaşma ve kurumsallaşma nedeniyle yakîn derecesinde riba söz konusu olmuştur. Şek derecesinde de riba olmama durumu söz konusudur. Bundan dolayı devlet tarafından bu akdin hiçbir şekilde icra edilmesine müsaade edilmeyecek dereceye gelmiştir.  Ancak bu türdeki muameleler ferdi olarak akit teorisine uygun olacak şekilde icra ediliyor ancak bu işlemi yapan kimseler faiz almak için gizli bir niyet taşıyorsa devlet bu akitleri yasaklamak yoluna gitmez. Ancak seddi zerâi gibi başka kaide ve kurallar nedeniyle yasaklama yoluna gidilebilir.

Şek ile Yakîn Zâil Olmaz

Fıkıhta,  bu küllî kaide ilk andan itibaren kavâid edebiyatında yer alan ve başka kaidelerin üzerine bina edilen beş ana kaideden biri kabul edilmiştir. Dinî ahkâm ve yapılacak fiillerin kuruntuya bağlı olarak değil kati ya da katiye yakın derecede olan malumat üzerine yapılması hususunda net bir ölçüt getirmektedir.(Günay, 2010, 263-265) Bu kaide, daha geniş bir anlatımla şöyle izah edilebilir:

Hukuki ilkeler tarafından benimsenen kurallar şüpheye dayalı olarak yeniden sorgulanamaz. Yakîn ile hareket etmek şek ile hareket etmekten imtina etmeyi gerektirir. Peygamber sav şöyle buyurmuştur: “Her kim şüphelilere yaklaşmazsa, dinini de, ırzını da korur.”    Bu kaidenin ekonomik işlemler üzerine uygulanabilirliği şu şekildedir. Örneğin, İslam ekonomisinde tüm formları ile tefecilik (riba) bütün işlemlerde açıkça yasaklanmıştır. (Bakara 2/275-276; Âl-i İmran 3/130; Nisa 4/161; Rum 30/39) Fıkıhta satın alınan  malda, malı  geri  vermeyi  haklı  kılacak  ölçüde  bir  kusurun  bulunup bulunmadığında (hıyâr-ı ayb) tereddüt edilirse malın kusursuzluğu, borcun varlığında şek  halinde  borçsuzluk,  abdestin  bozulduğunda  tereddüt  edildiğinde  abdestin mevcudiyeti, elbiseye bir pisliğin bulaştığı biliniyor da yeri bulunamıyorsa tamamının yıkanması gibi hükümler kaidenin uygulama örnekleri olmasının yanında aslî berâet, mâsumiyet  karinesi  ve  galip  zan  gibi  delillerin  yakîn  kapsamında  sayıldığını  da göstermektedir. Bir şahıs borçlusuna kendisine borcunun kalmadığı yönünde bir açıklamada bulunup ibrâ etse aradan bir müddet geçtikten sonra şüpheye düşüp ondan alacaklı olduğunu borçlu dile getirse, kesin olduğu için yapılan ibrâ geçerlidir ve borçludan alacak mevzubahis olmamaktadır.

Meşakkat Teysîri Celbeder

Mecelle’nin kanunlaştırdığı,  “Bir iş dıyk oldukta müttesi‘  olur”(Mecelle,   md.18) maddesi de bu kapsamdadır. Ahkâmü’l-Kur’an müellifi Cessâs, her ihtilaflı meselede meşakkate sebep olacak şeyin ortadan kaldırılması ve teysirin öncelenmesi gerektiğini dile getirir (Cessâs,  90). “Bir şey daraldığı zaman genişler” kaidesinin İmam Şâfiî tarafından ve bu manayı destekleyen, “Haddini aşan şey zıddına döner” kaidesinin de Gazzâlî tarafından zikredildiği söylenebilir (Özen,  2004,  s.  357-360). İslam dininin kolaylık esasına dayandırılmasının bir felsefesi ve gayesi vardır. İnsanın bütün hareket ve davranışlarını içine alan, onlara yön veren ve ruh katan İslam’da kolaylığın esas olması normaldir.  İslam’ın,  insanın yaratılış kanununa ve ihtiyaçlarına cevap vermeyi amaçlaması bu kolaylık esasına göre gerçekleşebilecektir. İslam dini küçük bir azınlığın dini olmayıp bütün insanlığın dinidir (Atay,  1986,  s.  14). Kişilere ve topluma din tarafından istenmeyen meşakkat, İslam’ın amacı ve ibadetin sevabını arttıran bir durum değildir. Bundan dolayı bir şahsın dinen istenmeyen bir meşakkati kendine reva görmesi câiz görülmemiştir (Özen, 2004, s. 357-360). Örneğin bey’ akdindeki müphemliklerden uzak durulması meşakkatli olma durumuna göre üç başlık altında ele alınır. Akitlerde meydana gelen kaçınılması meşakkat gerektiren bir durumsa akdin sıhhatine engel teşkil etmez,  kaçınılması zor olmayıp meşakkat gerektirmiyorsa akdi geçersiz hale getirir; akitte meydana gelen garar biraz evvel bahsedilen durumların ortasında ise bu sefer hangisine yakınsa ona ilhak edilir. “Meşakkat teysiri celbeder” kaidesiyle ilgili olan ve kaçınılması imkânsız garara örnek olarak bazı ayların 30 bazısının da 31 gün olmasına rağmen kira akdinde herhangi bir değişiklik yapılmadan kolay olacak şekilde icâre akdi yapılması verilebilir (Onur, 2018, s. 58-61).

İslam bireye meşakkati ve zararı mubah görmez. Bu durumun en bariz örneği olarak şu meseleyi sunabiliriz:  Buna göre,  eğer bir şahıs iflas ederse ve haciz kararı alınırsa borçlarının ödenmesine haciz tertibine uyularak hareket edilir.  Mallar haczedilirken borçlu şahsa, olmaması durumunda en az sıkıntı oluşturacak, haczedilmesi ve satım işi en kolay olanlardan başlanır. Şahsın mali taahhütleri ve taşınır varlıkları önce dikkate alınır, eğer bu mallar borç miktarını karşılıyorsa, gayrimenkullere dokunulmaz.

İslam’da Zarar ve Zarara Karşılık Olarak Zarar Vermek Yoktur

Bu kaide, birçok fıkhi hükmün dayanağını oluşturan şu hadisten alıntılanarak düzenlenmiştir:  “İslam’da zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.” (Muvaṭṭa, “Aḳdıye”,  31). İslam, bir din olarak, geçerli sebepler olmadan insanlara zarar vermeyi hiçbir surette onaylamaz. İslam hukukunda zarar verme ihtimali yüksek olan haller de zarar olarak kabul edilir. Şüf‘a akdinin meşru olma gerekçesi olarak, oluşacak yeni ortaklıktan dolayı ihtimal dâhilinde meydana gelebilecek zararı engelleme fikri yatmaktadır. Zarar ile alakalı şer‘î ahkâmda iki merhale uygulanır. Birinci gaye zararın meydana gelmesinin önüne geçmektir.  Bu kapsamda yapılan kodifikasyon ve değişiklikler tasarlanıp ihtiyat prensibine bağlı olarak gerçekleştirilir (Aybakan,  2013, 130-134;Pala,  2009,  s.28-29). Zararın önüne geçilmesinin imkânsız olduğu hallerde büyümesinin engellenmesi ya da en az olması hususunda çaba gösterilir. Bu telakkiyi Kâsânî, “Bir şeyi en başından (oluşmadan) engellemek olduktan sonra düzeltmekten daha zahmetsizdir” şeklinde ifade eder (Kâsânî, 1982, s.  270). Bir sonraki merhale zarar oluşması durumunda sergilenen tepki ile alakalıdır. Bu ise zararın oluşmasına neden olanların tespit edilerek bu zararın onlara tazmin ettirilmesi, şayet tespiti mümkün değilse dayanışma ve yardımlaşma prensibi gereğince mağdurun yükünü hafifleştirmektir. İlk merhaledeki hükümler tedbir, sonraki merhaledeki hükümler ise telâfi türündendir (Aybakan, 2013, 130-134). Ayıp nedeniyle satılan malın geri verilmesi, yine muhayyerlik türleri, sefihin mali tasarruflarından hacr edilmesi, ön alım (şufa), telef edilen malların zararının ödenmesi, hissedarın ortaklığı giderme yoluna zorlanması ve benzeri birçok ekonomik davranışın temeli bu kaidedir.

Âdet Muhakkemdir

Bu kaide İslam Hukukunun beş esas prensibinden biri olarak kabul edilmiştir. Özellikle füru-i fıkıh kitaplarında fıkhî neticenin tayin edilmesi hususunda örfe ve âdete ciddi anlamda atıflar yapılmıştır. “Örf”, herhangi bir toplumun genellikle uzun süre içerisinde onaylanmış uygulamalarına atıfta bulunur. “Örfün sosyal bir norm ve hukukun da sosyal hayatın bir formu olduğu dikkate alındığında hukukla örf arasında derin bir ilişkinin bulunması tabiidir. Nitekim hukuk formunu alabilen diğer sosyal normlar gibi örflerden de teâmülî hukuk meydana gelebilmekte, yani bazı örfler hukukun kaynakları arasına girebilmektedir.” (Dönmez, 2007, s. 87-93). Ancak, örf yerleşik bir İslami normatif ilkenin yerine geçmemeli veya onunla çelişmemelidir.  Bu nedenle İslam hukukçuları örfü; İslam Hukuku tarafından kabul edilen sahih örf ve kabul edilmeyen fasit örf şeklinde ikiye ayırmışlardır. “Sahih örf, insanların âdet haline getirmesiyle birlikte İslam’ın ilkeleriyle çatışmayan, şer’î bir delile aykırı olmayan, haramı helal kılmayan ve vacibi de ortadan kaldırmayan örftür.” (Yelek, 2015, s. 85-99). İslam Hukukunda sahih örf olarak bilinen bu uygulamalar, insanların kültürel yaşamını yönetme ilkelerinin temeli haline gelir. İslami ilkelerle uyumlu olan bu tür örfün hem ahlaki hem de hukuki olarak bağlayıcı olduğu kabul edilir. Bu tür örf sosyo-ekonomik ilişkileri de bağlayıcı nitelik taşır.

Örneğin; vedîa şeklinde teslim edilenlerin mekanik aletin yağlanıp motor bakımlarının yapılması, hayvanların yemlenip sulanması,  yüne güvelenmemesi amacıyla ilâç vurulması bu türdendir. Bu konuyla ilgili olarak mûdiin başkaca bir talep iletmesi gerekli değildir; çünkü her bir vedia için ne şekilde bir koruyuculuk muamelesinin pratik hayata döküleceğini örf ve teamüller belirlemektedir.  Hanefîler dışındaki mezhepler bu görüştedir.

Kavâid’in İslam Ekonomisiyle Uyumu

Çeşitli araçların İslam bünyesine uyumu olan İslam ülkelerindeki ekonomi çalışmaları ümit verici iyi bir arayış olarak karşımıza çıkmaktadır. Genellikle çerçeve olarak kabul edilen standart kalıplara uygun insan davranışlarını ve ekonomik teorileri İslam Hukuk anlayışına uygun hale getirmek gerekir. İslam ekonomisi ve bileşenlerini, bankacılık ve finansını öğrenmek ve uygulamak noktasında ciddi eksiklikler söz konusudur. İslam ekonomisinin karşı karşıya olduğu en büyük zorluk birçok İslam ekonomist ve düşünürünün hala geleneksel ekonomik teorileri ve yaklaşımları kullanıyor olmasıdır. İslam ekonomisi ile ilgili araştırmalar çok az sayıdadır.  Bu zorluk anlaşılabilir bir durumdur çünkü bu alan yeni bir alan olup hala gelişmektedir. Üniversitelerde İslam ekonomisinin İslam Hukukuyla mezcedilmesi ve geleneksel ekonomi kuramlarından da haberdar olunarak bu alanın geliştirilmesi gereklidir. Ekonomistlerin İslam Hukuku ve evrensel etik değerlerini mütalaa etmeleri gerekir.  Maalesef genelde klasik ekonomiyi bilenler İslam Hukuku ve ekonomi sistemini, İslam Hukukunu bilenler de klasik ekonomi kuramlarını bilmemektedir. Her iki alanın evrensel İslam etik değerleri ile bütünleştirilmeleri gerekir. Özellikle İslam ekonomisinin farklı bir pratik yaklaşım veya uygulamalarına vurgu yapmamız gerekir.  İslam ekonomik sisteminde evrensel etik değeri taşıyan özel hükümlerle toplumun yoksul veya savunmasız kesimleri zekat vb. uygulamalarla koruma altına alınır. Ya da Faizin yasaklanması ile kredi ihtiyacı olan kesimi haksız yere fazladan para ödemekten koruması da bu türdendir.  Buradan hareketle İslam Hukuku kaidelerinin İslam ekonomisiyle doğrudan bağlantılı olduğu görülür. İslami ilkeleri benimsemiş bir ekonomik düzeni teşvik etmek daha adaletli bir yaşamı beraberinde getirecektir.  Bu uyum sürecinde başarılı olmak için klasik ekonominin eksikliklerinin üzerinde durmalıyız. İslam Hukukuna, özelde de kavâide ve genel olarak hâlihazırda bütünleşmiş geleneksel teorilerle birlikte,  profesyonel ekonomi felsefeleri kullanılmalıdır. Bu,  klasik iktisadın İslam ekonomisinin yararlı teorilerinden yararlanmak suretiyle, İslam hukukunun bir parçası olarak İslam iktisadının öğretilmesi gerekmektedir.  Bu uyum sonunda, ekonomiyi öğretmek için bir aşama kat edilmiş olacaktır.

(Bu metin çalışmadan alıntıdır. Makalenin tamamını okumak için kaynakta yer alan bağlantıyı tıklayınız.)

Kaynak: Dergi Park

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun