Okumak, düşünmek ve yazmak entelektüel boyutta insanı kalıcı kılan üç önemli süreç. İnsan okumakla düşünmenin, düşünmekle de yazmanın ayrıcalıklı dünyasına yelken açar. Bir bakıma insan üç boyutlu bir varlığa dönüşür. Eşrefü mahlûkat olarak yaratılışının hikmetini kavramaya başlar.
İbn Haldun’un “İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şey atılmazsa, kendi kendini öğütmeye başlar” dediği gibi, insanın entelektüel bir yaşam sürmesi zihninin ve aklının, diğer bir ifade ile ruhunun ve kalbinin canlı kalmasına onların entelektüel gıdalarla beslenmesine bağlıdır. Okumayan zihin değirmen taşı gibi sermayesini tüketerek yokluğa mahkûm olur. Okuyan zihin, değirmen taşına verilen zâirelerin una dönüşmesi gibi, bilgileri düşüncelere dönüştürür. Düşünceler ister istemez düşünen insanı bir başka boyuta, yazmaya iter. Üçüncü boyuta taşınmıyorsa bilgiler, tarihe düşülecek notlarımız da olmayacaktır.
Yazmak okuyan insanın, özellikle düşüncelerini yaşadığı toplumla paylaşmak isteyen insanın olmazsa olmaz alışkanlıklarından biri olmalıdır. Okumayan aklın körelmesi gibi yazılmayan düşünceler de yine değirmen taşı metaforunda olduğu gibi bu defa kendi kendini yok ederek silikleşecek ve en sonunda yok olmaya mahkûm olacaktır.
Ulusal günlük gazetelerde haftalık yazdığım en son köşe yazısının tarihine baktığımda aradan hemen hemen 3 yılın geçmiş olduğunu gördüm. “Bir ah çektim ki karşıki dağlar yıkılır” hesabı, içimde meydana gelen sızıdan yüreğim parçalanacak duruma geldi. İlmi çalışmalarda bereketin çokluktan ziyade az da olsa süreklilikte olduğu bilgisi medeniyetimizin en önemli öğretilerinden biri olduğunu bu süreçte yeniden hatırlamış oldum.
O yüzden, ibadetlerde olduğu gibi yazma yetisinde de bereket, ancak az da olsa sürekli yapmada gizlidir. Hani günümüzde sustainable development (sürdürülebilir kalkınma) diye popüler bir tabir var ya, işte o tabir iktisâdi ve finansal işlerin yanında bilginin gelişmesi için de kullanılması gerekir. Gerçekten her bir bilim insanının sürdürülebilir alışkanlıkları olması gerekir. Bu alışkanlıkların en asili okumak, düşünmek ve yazmaktır.
Bir şeyin yaşamın parçası hâline gelmesi, o işin insanda meleke haline gelmesiyle ancak olur. Diğer sahada olduğu gibi İslam iktisadı ve finansı sahasında her bilim insanının meleke haline gelen bir derdi olmalı. İşte bu dert, ister istemez kişiyi okumaya, okudukça düşünmeye ve düşündükçe de yazmaya zorlayacaktır. Başlangıçta suni yollarla da olsa kişi kendini yazmaya motive edici faktörleri devreye sokmalı, zamanlı bu yöntem kişide meleke haline geleceğinden okumanın, düşünmenin ve yazmanın ayrıcalığını fark etmeye başlayacaktır.
Günümüzde iktisadın yer verilmediği hiçbir sahanın olmadığı gerçeğinden hareketle, söylenecek çok şeyin olduğunu insan düşünmeye başlayınca fark ediyor. İlimlerin henüz tam ayrışmadığı dönemde iktisat ilmi felsefenin, diğer bir ifade ile düşünmenin, bir parçası olarak değerlendiriliyordu. Felsefe ise temelde iki kısımda değerlendirmiş, ilki fizik, matematik ve metafizikten oluşan teorik araştırmalar, ikincisi de ahlâk, iktisat ve siyasetin yer aldığı pratik alandır.
Pratik alanı teşkil eden felsefenin iktisat boyutu aslında düşüncenin hayata yansımış şeklidir. Aynı zamanda iktisat ilminin 19. yüzyıla kadar ahlâk biliminin bir alt başlığı olarak değerlendirildiğini göz önüne alırsak, iktisadın ahlâkla ne denli ilişkili olduğu da ortaya çıkacaktır. İktisadı olması gerektiği şekilde yaşamına uygulayan kişi aynı zamanda ahlâki bir tavır sergiliyor demektir.
Aynı zamanda iktisat ilmi adâlet ilmidir. Servetin âdil bir şekilde dağılımını hedefler. Servetin artırılmasını hedefleyen diğer sistemlerden farklı olarak İslam iktisadı, servetin âdil bir şekilde dağılımını da hedefler. Bunu yaparken bütün sınıfların huzur ve saadetini göz önüne alır. Çünkü İslam iktisadının hedefi sadece bu dünya ile sınırlı olmayıp, âhiret saadetinin gerçekleştirilmesini de hedefler.
Bu açıdan bakıldığında iktisat ilmi toplumdan topluma değişebilir. İktisat biliminin şekillenmesinde insanların dünya görüşü yadsınamayacak derecede etkili olmuş, tarih boyunca ortaya çıkan teoriler bu minvalde zuhur etmiştir. Geleneksel iktisat anlayışının seküler düşüncenin bir ürünü olduğu, İslam iktisadının ise vahiy-akıl kaynaklı düşüncenin ürünü olduğu unutulmamalıdır.
İktisat ilminin “Sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynaklarla karşılanması” olarak tanımlanmasını bir kültür meselesi olarak görmek gerekir. Oysa bizim anlayışımıza göre kaynaklar kıt değildir ve insan ihtiyaçları da sınırsız değildir. İnsanı yaratan yüce varlık her şeyi insanın ihtiyaçlarını karşılayabilecek miktarda yaratmış, yeryüzüne bir denge koymuştur. Mesele ne kaynakların kıtlığı ne de ihtiyaçların sınırsızlığıdır. Mesele insanın aç gözlülüğü ve ahlâklı olup olmaması ile ilgilidir.
İnsanlık için faydalı varlıklar olabilmemiz hem iktisatlı, hem adâletli, hem de ahlâklı varlıklar olabilmemize bağlıdır ve bu ancak İslam iktisadını hayatımızın bir parçası hâline getirmemizle mümkündür.
Okuyarak, okuduğumuzu düşünerek, düşündüklerimizi de yazarak bu sahaya katkı sağlamaya devam edebilmek ne asil bir alışkanlıktır. Bu yüzden şahsımı bu sahada yazmaya davet eden İslamiktisadı nokta net’in seçkin kadrosuna teşekkür ederim.
Prof. Dr. Saim KAYADİBİ
Karabük Üniversitesi, İşletme Fakültesi, Finans ve Katılım Bankacılığı
* Yazarların görüşleri kendilerini bağlar.