Anasayfa Makale Asr-ı Saadet ve Ticaret Ahlakı

Asr-ı Saadet ve Ticaret Ahlakı

by

İslam, hayatın her aşamasıyla ve her alanıyla ilgilenmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ (c.c.) insanın, insan, toplum, çevresindeki eşya, nihayet dünya ile ilişkilerini düzenleyip birtakım esaslar getirmiştir. Bunlardan biri de her türlü alışveriş ve ticarettir.

Vahyin ilk muhataplarının yaşadığı Mekke, tarım ve hayvancılığa müsait bir yer olmadığı (İbrahim, 14/37.) için Mekkeliler de geçimlerini ticaretle temin etmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dedelerinden Abdumenaf ve Haşim’in yakın ve uzak çevredeki kabile ve devletlerle yaptıkları anlaşmalar Kureyş kabilesine mensup tüccarları ayrıcalıklı bir konuma kavuşturmuş; bu bağlamda yazın Şam, kışın da Yemen taraflarında olmak üzere yıl boyu ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu durum onların emân (diğer kabilelerden alınan dokunulmazlık hakkı), emanet (değerli eşyaların güvenilir kişilere emanet verilmesi), îlâf (kervanların güvenliğinin sağlanması), hılfu’l-fudûl (Mekke’de ticaret yapanların haklarının korunması) benzeri ticaretle ilgili birtakım kurallar ve müesseseler oluşturmalarına, mudârebe (emek-sermaye ortaklığı) gibi ortaklık sistemi geliştirmelerine, panayırlar gibi ticaret mallarını satabilecekleri büyük çaplı pazarlar kurmalarına da imkân sağlamıştır. Dolayısıyla İslam, ticaret geleneğinin olduğu bir çevrede ortaya çıkmıştır. Nitekim Hz. Peygamber henüz nübüvvet gelmeden önce ticaret yapmış, zaman zaman Hicaz dışına çıkmış ve hayatının her alanında olduğu gibi ticari faaliyetlerinde de doğruluğu münasebetiyle toplumda el-Emin (güvenilir kişi) (İbn Sa’d, Tabakât, I/121, 123.) olarak anılmıştır. Onun, bir iş kadını olan Hz. Hatice ile evlenmesinde de ticaretteki güvenilirliği etkili olmuştur. Mekke dönemindeki ilk Müslümanlardan Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam ve Abdurrahman b. Avf gibi çok sayıda sahabi de ticaretle uğraşmıştır.

Medine’ye hicret edildiğinde Mekkelilerin aksine şehirde tarımla ilgilenen bir Arap toplumu vardı ve şehirdeki ticari hayat da büyük oranda Yahudilerin tasarrufundaydı. Ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderilmiş, örnek alınması gereken yüce bir ahlaka sahip olan (Kalem, 68/4.) Hz. Peygamber, Medine’de bir İslam toplumunun ihtiyaç duyacağı her alanda birtakım faaliyetler yapmaya başladı. Bu arada onun ahlakının Kur’an olduğu bilinciyle (Müslim, Müsafirin, 139.) hareket eden sahabe de onu adım adım takip ediyordu. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in ilk faaliyetlerinden biri Mescid-i Nebi’nin inşası diğeri ise kimsenin zulme uğramaması, kimseden haraç alınmaması (İbn Mace, 40/2233.) gibi temel esasların geçerli olacağı Müslümanlara ait bir çarşının kurulmasıdır. Gerçekten de ticaret hayatı, İslam’da ahlaka en fazla vurgu yapılan alanlardan biridir. Nitekim Hz. Ömer bir kimsenin ahlakının tanınmasını komşuluk ve yolculuğa ek olarak ticaretle de ilişkilendirmiştir. İslam’a göre ticaret mutlaka karşılıklı rızaya (Nisa, 4/29.) dayanmalı, kesinlikle faiz (Bakara, 2/275.) ve benzeri haksız ve haram yollara (Bakara, 2/188; Nisa, 4/29.) tevessül edilmeden yapılmalıdır. Zira böyle bir hayat tarzı insanın en güzel tabiatta yaratılmasıyla (Tin, 95/4.) örtüşeceği gibi kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındaki nefsini (Bakara, 2/169.) temiz tutması sebebiyle kurtuluşa erip hüsrana uğramamasına (Şems, 91/9-10.), günahkâr ve şerli olarak haşrolunmamasına (Tirmizi, Büyu’, 1210.) da vesile olabilecekti.

İnsan, başka sorumluluklarının yanında dünyayı imar etmekle de (Hud, 11/61.) görevlendirilmiştir. Bu bağlamda ona ahiret yurdunu gözetip dünyadaki nasibini de unutmaması (Kasas, 28/77.), dünya ve ahireti dengeleyen mutedil bir hayat sürdürmesi (Fatır, 35/32.) tavsiye edilmiş; çalıştığının karşılığının verileceği (Hud, 11/15.) vadedilmiş, sırtına bir bağ odun yüklenip satması dilenmekten hayırlı (Buhari, Zekât 50, 53.) görülmüş, elinin emeği ve mebrur alışverişi kazancının en üstünü olarak (Müsned, III/ 466.) nitelendirilmiş; salih kişiye salih malın yakışacağı (Müsned, IV/197, 202.), kuvvetli müminin zayıf müminden hayırlı (Müslim, Kader, 34.), veren elin de alan elden üstün olduğu (Müslim, Zekât, 106.) hatırlatılarak çalışmanın ve aynı zamanda meşru yollardan zengin olmanın önemi vurgulanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişen ve bütün servetlerini Mekke’de terk ederek hicret eden muhacirler, kendilerini hürmet ve muhabbetle karşılayan ensarın, mallarının yarısını paylaşma teklifini büyük bir nezaketle geri çevirip ticaret yapabilecekleri pazar yerinin gösterilmesini istemişlerdi.

Gerçekten de Hz. Peygamber’in ashabı çalışıp kazandıklarının dışındakilerin kendilerine faydalı olamayacağı (Necm, 53/39.) kuralını; acizlikten, tembellikten, korkaklık ve ihtiyarlıktan Allah’a sığınılması (Müslim, Zikr. 73.) önerisini; boş vaktin, kaçırılan bir fırsat ve gafil olunan bir vakit (Buhari, Rikak 1.) olduğu, çalışmayan kişinin de asaletinin faydasız olduğu (İbn Mace, Mukaddime, 17.) uyarılarını; kıyametin kopmasının duyulduğu anda bile elde kalan bir fidanın dikilmesi (Müsned, I/191.) hatırlatmasını layığıyla özümsemişlerdi. Onlar dikilen bir ağaç, ekilen bir ekin dâhil yararlanılması durumunda yapılan her işten sadaka sevabı alacaklarını (Müslim, Musakat, 112.) biliyorlardı ve servetin, yetimi ve yoksulu gözeten bir mümin için ne kadar da güzel bir arkadaş olduğunun (Müsned, III/21.) farkındaydılar.

Çalışma ve iş disiplini kadar kazancın bütünüyle helal olması da önemlidir. Zira sahabe zerre miktarı bir hayrın da zerre miktarı bir şerrin de karşılıksız kalmayacağını (Zilzal, 99/7-8.), erkek ve kadın hiç kimsenin amelinin boşa gitmeyeceğini (Âl-i İmran, 3/195.) bilip gereğini yerine getirmeye çalıştılar. Aslında helal kazancın değeri Mekke müşriklerinin de önem verdiği bir husustu. Nitekim aralarında helal yolla mal kazanmaya hassasiyet göstermeyenler bulunmaktaysa da Kâbe’nin tamiri gibi önemli bir hayır işi söz konusu olduğunda haram yollarla kazanılan servetin burada kullanılmasını uygun görmemişlerdir.

Dünya hayatı oyun ve eğlence, ahiret yurdu asıl hayat (Ankebut, 29/64.), hakiki er kişiler ise ticaret veya alışverişin kendilerini namaz kılmak ve zekât vermekten engellemediği kimseler (Nur, 24/37.) olarak nitelendirilmiştir. Böyle bir anlayışa bağlı kalarak alışveriş yapıp servetlerini gizli ve açık şekilde infak edenlerin ticareti “ticâreten len tebûr” yani asla zarara uğramayan bir kazanç (Fatır, 35/29.) olarak kabul edilmiştir. Bu dereceye ulaşmayı hedefleyen, aralarında Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf’ın da bulunduğu çok sayıda sahabi, gerek Hz. Peygamber döneminde gerekse sonrasında edindikleri servetlerinin bir kısmını veya tamamını len tebûr derecesindeki ticarete ulaştırabilmişlerdir.

İslam’ın, ticareti de kapsayan birtakım genel esasları vardır ki insanın kendisi için arzu ettiği bir şeyi Müslüman kardeşi için de arzulaması (Buhari, İman, 7.); diğer Müslümanların onun elinden ve dilinden güvende olması (Buhari, İman, 4.); helalin de haramın da belli olması, bu ikisi arasında bulunan şüphelilerden sakınan kişilerin dininin şerefini koruması (Buhari, İman, 39.); yediği, içtiği, giydiği haram olanların duasının kabul edilmemesi (Müslim, Zekât, 65.); hırsızlık yapılmaması (Buhari, Menâkıbu’l-ensâr, 43.) bunlardan sadece birkaçıdır.

Hz. Peygamber’in hayatı tebliğle, İslam’ın kurallarının topluma bildirilip açıklanması, uygulanmasının sağlanması ve takibi ile geçmiştir. Kendisinden sonra gelen halifeler ve yöneticiler de aynı sistemi devam ettirerek toplumu bilgilendirmişlerdir. Nasıl ki namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetleri yerine getirebilmek için bunların farzları, şartları, rükûnları, yasakları ve mekruhlarına dair bilgi sahibi olmak gerekiyorsa helal ve meşru bir ticaret yapabilmek için de ticari prensipleri öğrenmek gerekli görülmüştür. Nitekim Hz. Ömer, valilerine gönderdiği bir yazıda ticaretle ilgili esasları bilmeyenlerin Müslümanların çarşı ve pazarlarında alışveriş yapmalarına izin verilmemesini (Tirmizi, Vitr, 21.) istemiştir. Belirlenen kurallara ne derece riayet edildiği hususuna da dikkat edilmiş, bizzat Hz. Peygamber veya görevlendirdiği kişiler ki aralarında kadın sahabiler de vardır (İbn Abdilberr, İstî’âb, IV/355.) çarşı ve pazarlarda teftiş ve denetimlerde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber bir seferinde üstü kuru, altı ıslak buğday satan bir tüccarı “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman, 164.) diyerek uyarmıştır. Hz. Ömer ise teftiş ve denetim konusundaki titizliği bir adım daha ileri taşıyarak hisbe teşkilâtını (İbn Abdilberr, İstî’âb, IV/341.) oluşturmuştur.

İslam’da problemlerin temeline inilerek üstesinden gelinmeye çalışılmış, bir taraftan ticaretle ilgili kurallar oluşturulurken diğer taraftan hem ticaret yapanların hem de üreticilerin ve tüketicilerin haklarının korunması hedeflenmiştir. Hz. Peygamber “emrolunduğun üzere dosdoğru ol” (Hud, 11/112.) ayetinin kendisini ihtiyarlatan (Tirmizi, Tefsir, 56.) bir emir olduğunu söylemiş ve ashabına da dosdoğru olmalarını (Müslim, İman, 62.) emretmiştir. Bu bağlamda alışverişteki dürüst davranışların berekete vesile olacağı (Buhari, Büyu’ 19.); doğru, dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccarın nebiler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olacağı (Tirmizi, Büyu’ 4; İbn Mace, Ticârât, 1.) belirtilerek övülmüştür. Buna karşılık ölçü ve tartıda hile yapılması (İsra, 17/35; Rahman, 55/9; Enam, 6/152.), yalan beyan (Ahzab, 33/24.), yalan yemin (Buhari, Büyu’, 26.), aldatma (Müslim, İman, 164.), maldaki ayıbın gizlenmesi (Tirmizi, Büyu’, 26.), sözünde durmama (Maide, 5/1; Müminun, 23/8.), devam etmekte olan bir satış üzerine satış yapılması (Müslim, Büyu’, 7.) veya neceş yani sadece yüksek fiyata satabilmek için hile ile artırım yapma (Buhari, Büyu’, 58.) gibi güveni zedeleyecek her türlü eylem ve davranış kötü görülmüş ve yasaklanmıştır. Benzer şekilde, gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satan tüccarın sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi sevap kazanacağı (İbn Mace, Ruhun, 16.) belirtilerek takdir edilirken pahalılıkla mücadelede tekelleşmeye ve karaborsaya (İbn Mace, Ticârât, 6.) izin verilmeyerek şehirlinin köylü adına satış yapması (Buhari, Büyu’, 58.) ve pazara gelen malların yolda karşılanması (Buhari, Büyu’ 71.) da yasaklanmıştır.

İnsanın yeryüzünü imar etmekle görevli bir halife olduğu (Bakara, 2/30.), göklerdeki ve yerdeki her şeyin de insanlara bir nimet olarak verildiği (Casiye, 45/13.) dikkate alındığında insanların yeryüzündeki dengeyi ve düzeni bozup (Rum, 30/41.) bir felâkete yol açacak nitelikte üretim ve ticari faaliyette bulunmaması gerekmektedir.

Yeryüzünün tamamının mescit kılınması (Buhari, Salat, 56.) örneğinde olduğu üzere diğer dinlerden farklı olarak cuma vakti dışında (Cuma, 62/10.) ticaretin yasak olduğu bir zaman bulunmamaktadır.

Ticarette alacak verecek ve ortaklık konusu sıkça ihtilaf yaşanan hususlardandır. Ortaklar birbirine hıyanet etmediği sürece, Allah’ın kudret eli onların üzerindedir. (Ebu Davud, Büyu’, 26.) Bununla birlikte maalesef sayıları az da olsa iman eden ve amel-i salih sahipleri hariç ortakların çoğunun birbirinin haklarına tecavüz ettikleri (Sad, 38/24.) de bir gerçektir. Muhtemel ihtilafları önleme amacıyla borç ilişkilerinin mutlaka şahit eşliğinde kayda alınması (Bakara, 2/282.) hatırlatılmıştır. İmkân olduğu ve hiçbir geçerli mazeretin de bulunmadığı durumda borcun ödenmemesi zulüm olarak (Buhari, İstikraz, 12.) değerlendirilmiştir. Şu kadar var ki özellikle ekonomik kriz dönemlerinde ödeme sıkıntısı yaşayanlara sıkça rastlanmaktadır. Bu durumlarda maddi zorluk çekenlere karz-ı hasen şeklinde yani karşılık beklemeksizin borç verilmesi (Bakara, 2/245; Ebu Davud, Edeb, 60.); borcun iadesi esnasında da müsamahakâr davranılması (Buhari, Büyu’, 16.) ve maddi rahatlığa kavuşuncaya kadar mühlet verilip borçlarının ertelenmesi hatta hiç ödeme durumu kalmadıysa borcun sadaka olarak (Bakara, 2/280.) bağışlanması (Buhari, Büyu’, 17.) teşvik edilmiş; borçluya kolaylık gösterenlerin işlerinin de hem dünya hem de ahirette kolaylaşacağı (Müslim, Zikr, 38.) müjdelenmiştir.

İnsan, beşer olması nedeniyle her an hata yapabilecek (İbn-i Mace, Zühd, 30.) bir potansiyele sahip olup ticaretle uğraşanların yararsız (lağv) söz, iş ve yeminler nedeniyle günahkâr olma (İbn Mace, Ticarat, 3.) ihtimali çok daha yüksektir. İyiliklerin kötülükleri gidereceği (Hud, 11/114.), zekât ve sadakanın malı arındıracağı (Tevbe, 9/103.) bilinmektedir. Bu nedenle ticaret yapanlara sadaka ile temizlenmeleri (Ebu Davud, Büyu’, 1.) tavsiye edilmiştir.

Ticaret, kâr ve zararı birlikte içeren bir mahiyete sahiptir. Kazanma yanında kaybetme riski de bulunması nedeniyle haram olan faizden ayrı tutulmuştur. (Bakara, 2/275.) Bilindiği üzere insana hoş gösterilen şeyler arasında servet de (Âl-i İmran, 3/14.) bulunduğu için insan, mal biriktirmeye ve daha fazla kazanmaya yönelik bir hırs içindedir. Hatta iki vadi dolusu malı olsa bir üçüncüsünü isteyeceği, karnını topraktan başka bir şeyin dolduramayacağı (Buhari, Rikak, 10.) bir mizaca sahiptir. Bu nedenle Hz. Peygamber mal ve servetin, ümmetinin bir fitnesi olduğunu (Tirmizi, Zühd, 26.) söylemiş; altın ve gümüş, para ile kibir ve gurur taşıyanların helak olacaklarını, bu tür kimselerin dilediği verildiğinde memnun, verilmediğinde ise hakkına rıza göstermeyip ilahi taksim ve takdire isyan eden çıkar düşkünü muhteris kişiler (Buhari, Rikak, 10.) olduğunu belirtmiştir. Bazı insanlar da şeytanın fakirlikle korkutmasına maruz kalarak (Bakara, 2/268.) iyice cimrileşirler. (Buhari, Zekât, 27.) Hâlbuki mülk Allah’a aittir ve dilediğine dilediği kadar verir (İsra, 17/30.), dilediğinden de çekip alır, dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltır. (Âl-i İmran, 3/26.) Aslında bunların tamamı sadece sabredenlerin başarılı olacağı birer imtihandan (Bakara, 2/155.) ibarettir.

Prof. Dr. Salih PAY

Kaynak: dergi.diyanet.gov.tr

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun