Anasayfa Makale İktisat, Din ve İdeoloji

İktisat, Din ve İdeoloji

by

Din faktörü kültür yapılarının en önemli unsurunu oluşturmaktadır. Bir başka deyişle kültür farklılıklarının belirleyicisi dindir. Dinler sadece inanç sistemleri değil, bu sistemlerin belirlediği sosyal, siyasî, iktisadî ve hukukî sistemlerdir. Batı tarihi içerisinde feodalitenin kapitalizme dönüşüm süreci içerisinde ortaya çıkan yeni sınıf yani burjuvazi bütün feodal değerlere ve yapılara savaş açarken kiliseyi de saf dışı bırakmıştır. Laisizm bir anlamda kilisenin, feodal bir kurum olarak, siyasî, hukukî ve iktisadî etkinliğinin en aza indirilmesidir. Ancak devletten kısmen uzaklaştırılan kilise ve din kültürel ve sosyal hayatta varlığını sürdürmektedir.

Batılı iktisat kitaplarında bugünkü iktisat ilminin temellerinden bir tanesinin İbranî-Hıristiyan geleneği olduğu belirtilir. Yani bugünkü Batılı iktisat ilmine İbranî-Hıristiyan kültürü sinmiştir. Özellikle muharref Hıristiyanlık kapitalizmin oluşum döneminde ahlâkçı, idealist ve spritualist özelliklerini yitirerek emperyalizmin ajanı rolünü üstlenebilmiştir.

Kapitalist içtimai nizamın kuruluşu Hıristiyanlığı da etkileyecektir. Böylece ferdiyetçilik daha da güç kazanacak, eski Hristiyanlıkta mevcut olmayan rasyonalizasyon oluşacak ve Kapitalizm-protestanlık ilişkisi daha belirgin hale gelecektir. Maamafih Weber’in bu görüşü protestanların (ve kalvi[1]nistlerin) bulundukları yerlerde genellikle azınlık statüsünde oldukları ve dolayısıyla yönetim ve askerlikten uzak olup ticâretle uğraşmalarından kaynaklanmaktadır.

Feodal dönemde Hıristiyanlık rasyonaliteye sahip değildi. Reform hareketleri ona bu vasfı kazandırmaya çalıştı. Sonuçta Hıristiyanlığın kapitalizme engel teşkil eden özellikleri ayıklandı ve din geleneğinden uzaklaştı. Max Weber’in (1864-1920) vurguladığı gibi Protestanlık-Kapitalizm arasında güçlü bir iletişim vardı. Sombart (1863-1941) buna Yahudilik-Kapitalizm ilişkisini ekledi.

İslâm dünyası kendi ilkeleri çerçevesinde hakim sistem olmuş, sonra enerjisini kaybederek duraklamış ve bu özelliğini kaybetmiştir. Batı ise İslâm ile etkileşim içerisinde, fakat kendi ilkeleri doğrultusunda geleneksel düşünceden ayrılarak kapitalizmi oluşturmuştur.

Guenon’cu yaklaşımla konuşursak; Modern Kapitalizmin Hz. Adem’den beri varolan gelenekten en büyük sapma olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Hıristiyanlığın kapitalizme engel teşkil eden ilkelerinin etkisizleştirme sürecinde laisizm, yahudilik ve kalvinizmin payını belirtmek gerekir. Bu etkisizleştirme süreci, aynı zamanda, Batı’nın İslâm’la ortak olduğu değerleri kesinlikle terk etmesi sürecidir.

Sombart kapitalizmin Batı’ya sağladığı imkanları, “Zengin olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı” ifadesiyle sömürgeciliğe bağlamıştı. İslâm ise bu zihniyete yabancıydı. Onun sömürüye, sömürgeciliğe imkan tanımayan; adaletsizliğe, ferdiyet[1]çiliğe, riba, kumar ve spekülatif işlemlere karşı olan sistemi kapitalizme geçiş imkanı vermemiştir. Bununla birlikte, iç dinamizmini kaybederek kurumlarını yenileyememiş ve durağanlaşmıştır.

İslâm “gelenek” çizgisine sahip çıkmakla birlikte kendi bünyesine yabancı olan unsurları değiştirme ve dönüştürme kudretine sahip olduğunu göstermiştir. “İslâm iktisadı” İslâm’ın bütünlüğü içinde yerini alır ve yabancı unsurlara İslâm’ın özelliklerini hakim kılmayı amaçlar.

“İslâm iktisadı”nı İslâm’ın bütünlüğünde ele almak gerekir. Bugünün insanına hakim olan Kartezyen düşünce yani mana-madde ruh-beden ayırımı gibi, “ikici düşünce” İslâm’ın vahdet görüşü içinde yer bulamaz.

Aydınlanma çağı Batı’da dine yani Hıristiyanlığa karşı aklı ve pozitif bilimi ön plana çıkarmıştı. Akıl ve pozitif bilim yeni bir din üretmişti. Bu yeni din ideolojidir. Oluşmasında Batı’nın antagonizmalara dayalı denge anlayışından kaynaklanan bilgi ve toplum geleneğinin önemi büyüktür. Burjuva da bir yönüyle bu antagonizmanın bir ürünüdür.

Aydınlanma çağından beri dinlerin uzaklaştırıldığı alanı ideolojiler doldurmaya başladı. Günümüzde, ideoloji halindeki inançlar kaba bir şekilde içtimaî ilimler üzerindeki hakimiyetlerini sürdürmektedirler. İdeolojiler Batı’ya has olduğu için Batı’nın geliştirdiği bilgi dallarında bunun izini ve tesirini görmek mümkündür. Batı’nın akılcı geleneği içinde ferdî psikoloji bakımından akla uydurma (rationalisation) nasıl büyük bir önem taşıyorsa, içtimaî sahada ideolojileri ortaya çıkaran da bu temel yöneliştir. Özellikle sınıf çıkarları için gerçekler akla uydurulur yani istenilen şekilde saptırılır. İdeolojilerin ortak temel noktaları Batı’yı ve Batı kültürünü esas almalarıdır.

XVIII. yüzyıl Avrupa’sındaki sosyal tarih çalışmalarının esası evrensel bir tarihçilik anlayışıdır. Voltaire’in öncülük yaptığı çalışmalarda esas konu, evrensellikle birlikte doğrusal tarih anlayışı, yani, insanlığın ilkellikten, barbarlıktan medeniyete doğru gelişme gösterdiğidir. Yine insanların ruhi manevî özellikleri, düşünce tarzları, değer hükümleri, kültürleri sınıflaşmaya göre oluşur. Sınıflaşmadaki, servet ve gelir paylaşımındaki değişiklikler bu unsurlarda da değişikliğe yol açar.

Doğrusal-ilerlemeci anlayış, Batı merkezli anlayışla tamamlanır. Buna göre Batı merkezdir, diğer ülkeler ise çevredir. Medenileşme Batılılaşma demektir.

Modern kapitalizmin yukarıda belirtilen esaslarının belli bir tarih ve coğrafya ile sınırlı olduğunu ilk sistemleştirenler önce Almanya’da ortaya çıkan iktisat tarihçileri olmuştur.

İktisat tarihçilerinin temel fikrinin, Ricardo geleneğinin mutlakçılığına ve evrensellik iddiasına karşılık bir iktisadî izafiyet (relativism) kurmak olduğu söylenebilir. Bu okula göre insan sadece kazanç eğilimi ile hareket etmez. Örf ve âdetler, hukuk, toplum ve devlet, sosyal zümre ve din insanı yönlendiren diğer faktörlerdir. Tarihçi okul evrensellik iddiasına karşı iktisadî relativiteyi (izafiyet, nisbîlik) koymuştur. Maamafih, Mill gibi bazı klasikler, sosyolojinin ve bu arada iktisadın pozitif (müsbet) tahminlerin değil, eğilimlerin ilmi olduğunu söylemekle bu relativiteyi kabul ederler. Marshall gibi bir neoklasik iktisatçı da iktisat kanunlarını iktisadî eğilimlerin ifadesi olarak kabul etmiştir.

Tarihçi okul, ikinci olarak, klasiklerin insanı yalnız menfaat saikiyle kazanç peşinde koşan bir varlık olarak ele almalarına karşı çıkar. Gurur, şöhret arzusu, iş görmek zevki, vazife hissi, merhamet, yakınlara düşkünlük, itibar görme isteği gibi eğilimleri de hesaba katmak gerektiğini ileri sürerler ki, Mill gibi ve daha sonra Marshall gibi iktisatçılar bu tenkitleri dikkate almak zorunda kalmışlardır.

Tarihçi okul, klasiklerin soyutlamacı ve tümdengelimci yöntemleri yerine gözlemci ve tümevarımcı yöntemi ön plana çıkarır. Bu da sonraki iktisatçılar tarafından dikkate alınmak zorunda kalınmıştır. Böylece metod hakkında daha geniş bir anlayışa ulaşılmıştır. O kadar ki, Marshall gibi neoklasik iktisadın önemli bir siması, iktisat teorisinin evrensel ve her zaman ve her mekanda geçerli olamayacağını savunurken tarihçi okulu destekliyordu.

Alman tarihçi okulu, klasik kapitalist okulun tıkandığı noktada, iktisada yeni bir hayatiyet vermiştir. Evrensel iktisadî kanunlara ulaşabilmek için sadece Batıyla sınırlı kalmayan, çok daha geniş tarihî araştırmalara ihtiyaç olduğunu ilham etmiştir. Nihayet iktisat biliminin izafi olduğunu, her milletin kendi tarihinden ve sosyal gerçeklerinden kaynaklanan ayrı iktisadî politikaları olması gerektiğini vurgulamıştır.

Böylece iktisat tarihi bağımsız bir bilim olma sürecine girmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiliz ve Amerikalı bir çok iktisatçı Alman tarihçi okuluna mensup iktisatçıların bizzat Almanya’da öğrencisi olmuşlardır.

Alman tarihçi okulunun yoğun etkisiyle de Rogers, Toynbee, Cunningham, Ashley gibi iktisatçıların temsil ettiği “İngiliz tarihçi okulu” ortaya çıkmıştır.

XVIII. yüzyıl sonlarında önce İngiltere’de ortaya çıkan Sanayi Devrimi, bu kavramı ortaya atan A. Toynbee (1852-1883), aynı ismi taşıyan şöhretli İngiliz tarihçisinin amcası) klasik iktisadı, sanayi çağının getirdiği sosyal meseleleri çözmede en büyük engel olarak görüyordu. Ona göre, iktisadî gelişme ve tabiî kanunlar, aslında hakim güçlerin bencilliklerinin sonuçlarından başka bir şey değildirler. Serbest rekabetin İngiltere’de gerçekleşen biçimi, güçsüzlerin ezilmesi sonucunu oluşturmuştur. 1760-1820 arasında İngiliz tarım ve sanayiinin geçirdiği köklü değişiklikleri ilk defa ‘Sanayi Devrimi’ kavramıyla ifade eden odur.

Ona göre Sanayi Devrimi “serbest rekabetin refah getirmeden zenginlikler üretebileceğini” ispatlamıştır. Artan zenginlik sefaletin de yaygınlaşmasına; büyüyen üretim, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesine ve üretici kitlesinin sosyal itibarının kaybolmasına yol açmıştır. Kısacası Sanayi Devrimi teknolojik gelişme ve kitlevî üretim yanında işsizlik, düşük ücret, kötü çalışma şartları ve yaygın sefaletle birlikte gerçekleştirilmiştir. Osmanlı toplumundaki yüksek ücret vakıasının Sanayi Devriminin bu toplumda oluşmama sebeplerinden biri olduğunu belirtelim.

Sanayi Devrimi’ni ve modern kapitalizmi hazırlayan süreçte sermaye birikiminin büyük yeri vardır. Sermaye birikimini sağlayan da Merkantilist dönemde yoğunlaşan deniz aşırı sömürgecilik ve köle sömürüsüdür. Bu türden bir ekonomik gelişme İslâm’a yabancıdır. Yirminci yüzyılın başlarına kadar İslâm ülkelerinin kapitalizmin tahakkümüne girmesinin de etkisiyle İslâm, müslümanlar, tasavvuf suçlanmıştır.

Yukardaki açıklamalar, bize kapitalizmin evrensel bir gerçek olmadığı konusunun daha iktisadın ayrı bir bilim olarak ortaya çıktığı dönemde ele alındığını göstermektedir. İktisat tarihi de öncelikle böyle bir anlayışın sonucudur. Daha sonraki dönemlerde ise, özellikle Batı ülkeleri dışında tarih araştırmalarının yetersiz kalması sebebiyle, genellikle kapitalizmin evrensel bir gerçek olduğu varsayılmıştır. Bunda, çağdaş kapitalist ve marksist anlayışlardan kaynaklanan ideolojik yaklaşımlar da etkili olmuştur. Günümüz düşünürlerinden sosyal ve iktisadî relativiteyi benimsemiş olanları bundan ayırmak gerekir. İktisat tarihi ayrı bir bilim olarak gelişirken işte bu relativiteden hareket ediyordu.

Kapitalist iktisat ile ideoloji arasında sıkı bir ilişki vardır. İdeoloji sınıflı bir toplumun ürünüdür ve belli bir sınıfın tercihlerini yansıtmaktadır. Kapitalist iktisat-kısmen marjinalistlerin meseleyi ideolojiden sıyırarak, fizyolojik vakıalara dayanan ‘evrenselleştirme’ ve bazı çağdaş iktisatçıların ‘nicelleştirme’ çabalarına rağmen- burjuvazinin çıkarları doğrultusunda gelişmiştir. Bunun tepki şeklinde ortaya çıkan türevi marksist iktisat da işçi sınıfının sözcüsü olmak iddiasındaydı. Günümüzde ise ideolojiler sınıfları aşmış ve millet hatta kültür ve medeniyet çapına ulaşmışlardır. Bunun en son görüntüsü olan tek kutupluluk ve küreselleşme, kapitalizmin bir kısmının üzerinden komünist örtünün kaldırılmasından başka bir şey değildir. Gerçek temel çelişki gelişmiş-geri kalmış veya daha doğru bir deyişle kapitalist-az kapitalist ülkeler arasındadır.

Ahmet Tabakoğlu

Kaynak: Sosyal Piyasa Ekonomisi ve İslam’daki Algılanışı

 

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun