Anasayfa Analiz Agop’un Delik Lirası

Agop’un Delik Lirası

by

Kapitalizm, akıl dışı akıllılık. Sistem, araçları ve işleyişi bakımından son derece rasyonel; hesap kitaba dayalı. Fakat nihai amacı bakımından akla ziyan!

Kapitalizm, akıl dışı akıllılık. Sistem, araçları ve işleyişi bakımından son derece rasyonel; hesap kitaba dayalı. Fakat nihai amacı bakımından akla ziyan! Max Weber bile, ünlü Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (1904-5) başlıklı eserinde, bir yandan kapitalizmin insanlık tarihinin en rasyonel (akılcı) çalışma düzeni olduğuna dikkat çekiyor; diğer yandan da, sistemin maksadı bakımından son derece irrasyonel (akıl dışı) olduğunun altını çiziyordu:

  • “İşadamlarına, sonugelmez yarışlarının anlamının ne olduğunu, sahip oldukları şeylerle niçin hiçbir zaman tatmin olmadıklarını ve dolayısıyla kaçınılmaz surette anlamsızca salt dünya metaı için sağa sola seyirttiklerini sorduğumuzda, zaman zaman şu cevabı verirler (cevap vermesini biliyorlarsa tabii): Çocuklarımızın ve torunlarımızın geçimini sağlamak için. Ancak, bu görüş sadece onlara özgü olmayıp, gelenek ehli için de geçerli olduğundan, muhtemelen daha basit, daha kesin bir tarzda, kesintisiz çalışma düzeniyle işletmenin kendi hayatları için vazgeçilmez hâle gelmiş olduğunu söyleyeceklerdir. Gerçekten de tek doğru açıklama budur ve kişisel mutluluk bakımından bu hayat tarzında o denli irrasyonel olan özelliği gözler önüne sermektedir: İşletmesi insanoğlu için değil de, insanoğlu işletmesi için yaşamaktadır.” (Vurgular benim.)

BalzacZolaMann veya James gibi, Tanpınar da iktisat bilgi ve bilinci çok yüksek bir romancıydı. Sadece Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Huzur değil, ilk romanı Mahur Beste de iktisat ve işletme yönetimi derslerinde okutulacak kaynak eserlerdendir. Bir kitapta, içinde yaşadığınız sistemin hem akılcı hem de akıl dışı yanlarına derinden nüfuz edildiğini gördüğünüzde ne hissedersiniz? Üstelik bu kitap alelade bir ders kitabı değil de, aşklı ıstıraplı bir romansa?

Önce nevzuhur kapitalizmimizin rasyonel yanına bakalım: Agop Efendi, Nuri Bey’e caddeden geçmekte olan sırma giysili bir subayı göstererek, para kazanmasını bilen bir adamın bu üniformalar sayesinde iki senede zengin olabileceğini fısıldar. Aslında “yeni tanzim edilmeye başlanılan kara ve deniz orduları için apolet, kılıç kayışı, kordon gibi sırmalı eşya yapmak suretiyle bir servet kazanılacağı fikrini” Agop’a söyleyen Soloski adlı bir Leh subayıdır. Bu “transnasyonel” danışmanlık hizmeti sayesinde Nuri Bey, Kapalıçarşı’da askerî ve sivil üniformalar için gerekli sırmalı eşya satmaya başlar ve hemen piyasada sivrilir. Rakiplerine karşı başlıca üstünlüğü, kullandığı ecnebi sırmasının parlaklığı ve (Simkeşhane sırmasına kıyasla) ucuzluğu idi.

Parlak ve ucuz! Her iki üstünlüğün “bilgi kaynağı” da Agop ile Soloski’ydi. “Agop Efendi’nin delaletiyle, sattığı eşyanın çoğunu Gedikpaşa-Kumkapı arasında oturan orta hâlli Ermeni ailelerine yaptırdığı için, el ücretinden bir hayli kâr ediyordu.” Buna günümüzde outsourcing diyoruz. Başta Amerikan şirketleri olmak üzere, “küresel” şirketlerin hemen hepsi, aynı saikle üretimlerini Çin’de, Asya ve Latin Amerika’da yaptırıyorlar. Gerçi Gedikpaşa mallarının kalitesi Simkeşhane ürünleri kadar yüksek olmuyordu. “Olmuyordu ama, iş de çabuk görülüyordu.”

İşte size kapitalizmin geleneksel sanatları yıkma stratejisinin üç kelimelik arkeolojisi: ucuz, hızlı ve kalitesiz. Donald Quataert boşuna “Osmanlı sanayii, kalitesinin kurbanı oldu!” demiyor.

Para, hareket etmeli!

Bu işten çok para kazanır Nuri Bey, fakat bir kapitaliste dönüşmez. Çünkü para hırsıyla yaşamıyor, işi iş için seviyordu. Gerçi hesabında çok titizdi; “Bir mecidiyelik hesap farkı için Soloski’yi saatlerce karşısında terletir, adamcağıza söylemedik laf bırakmazdı.” Fakat, kapitalizmin esası olan birikim zihniyetine uzaktı. “Geniş yaşamaktan hoşlanır, bir aylık kazancını bir gecede harcamaktan çekinmezdi.” Agop onun hesabına Avrupa tahvilleri alıp saklardı; kazandığı paranın hareketsiz kalmasını istemezdi.

  • Kapitalizmin özü, paranın raksıydı: “Agop Efendi için para olduğu gibi kaldığı takdirde büyük bir kıymet değildi. Onun dünyasında o kadar sevgiyle, imanla bağlı olduğu Protestan kilisesinin öğrettiği şekildeki uluhiyetten sonra en yüksek yeri altın işgal ederdi. Belki de bu yüzden paranın bir yerde hapsolmasına razı değildi. Tanrı’nın insanoğullarına bahşettiği bu tılsımlı maden, kendi has cevheriyle insanların hayatına girmeli, en fakir izbeden en yüksek saraylara kadar dolaşmalı, acıları dindirmeli, doymaz iştihaları yatıştırmalı, hırsları kızıştırmalı; servet, insanları refaha kavuşturmalı, sonunda gene kendi aslına dönerek kira, kâr, faiz şeklinde… eski sahibinin kasasına bir yığın benzerini de beraberinde sürükleyerek, âdeta çoluk çocuk, torun sahibi olarak dönmeliydi.”

Nuri Efendi’nin derdi, kazancı yüksek de olsa, cebinin yahut kasasının âdeta delik olması, para tutmaması iken; Agop’un derdi Arnavut Hasan’a kaptırdığı o ilk (tepesi delik) Mahmudiye altınına, ne kadar arasa, asla kavuşamamasıydı! Hikâye şuydu: Agop küçük bir çocuk iken, ahır uşaklığını yaptığı İsmail Paşa konağında, ağanın hediye ettiği ilk Mahmudiye altını ile o gece âdeta gerdeğe girmişti. “O gece sabaha kadar uyumamış, bu tek altını çoğaltmaya çalışmış, soğukta buz kesmiş parmaklarıyla durmadan saymış, saydıkça unutmuş, unuttukça yeniden başlamış, sonra hayal zihinden göze geçmiş, ilkin ahırdaki bütün yemlikleri, bütün ahırı, nihayet koca konağı onlarla doldurmuş, yeni doğmuş bahar güneşi gibi sapsarı bir servet dünyasında sabahı etmişti.”

Arnavut Hasan’ın Agop’un elinden kapıp bir de üstüne dayak attığı bu altın lira meselesi konakta duyulunca, Arnavut kovulmuş, Agop’a da İsmail Paşa tarafından büyük bir servetin ilk sermayesi olacak üç altın lira verilmişti. Agop bu parayı ticaret ve (insaflı) tefecilikte çoğalttıkça çoğaltmış, günün birinde Paşa’ya vekilharç olmuştu. “Agop Efendi, yeni rejimin verdiği imkânlarla çok para kazandı. Hele iltizam işlerinde, kaide edindiği ‘az kazanç, çok iş’ prensibiyle birkaç yılda serveti yirmi bin altını buldu. Her akşam dükkânının kepengini indirdikten sonra küçük masasının başına oturur, eline geçen parayı, yıllarca bu işte ustalaşan parmaklarıyla yoklar, küçük meşin çantasına ‘bugün de böyle geçti’ der gibi hüzünlü bir ifadeyle, başını sallaya sallaya istif ederdi.

Sermaye birikimi kapitalist için neşe kaynağıdır. Oysa Agop’un sermayesiyle beraber hüznü de artıyordu. Çünkü Arnavut Hasan’ın elinden aldığı o delik liraya bir türlü kavuşamıyordu. “Evet, o gün de öyle geçmiş, sırasına, tesadüflere göre on, yüz, beş yüz lira kazanmıştı. Fakat aradığı şeyi gene bulamamıştı. Arnavut Hasan’ın, elinden hileyle aldığı o tepesi çiviyle delinmiş Mahmudiye altını, Agop Efendi’nin ilk ve son sevgilisi, gene eline geçmemişti. Agop bütün ömrünce bu sevgiliyi binlerce benzeri arasında yorulmadan, bıkmadan aradı. Kendisini altınla temas hâline getirecek her işe girdi, her çeşit ticarete başvurdu, fakat ona kavuşamadı. Bu onun ömrünün biricik hüznü idi.

Ceviz sandık medeniyeti

Agop ve Nuri Bey, dinleri farklı iki Osmanlı. İkisi de kendi tarzlarında irrasyonel. Bana göre her ikisinin de davranışı gayet makul. Birinin “çocukluk aşkını” unutmaması, diğerinin (Weber’e uygun bir ifade kullanırsak) “işletmesi için yaşamayı” reddetmesi niçin akıl dışı sayılsın? Kapitalizm için, efendim. Hakikaten, kapitalizmin makuliyetine inanmış iseniz, Nuri Bey son derece, Agop Efendi ise bir dereceye kadar “tuhaf adamlar” vesselam, dersiniz.

Carl Becker, 13. yüzyıl 18. yüzyıldan daha rasyoneldi diyor. “Çünkü, birincisi inancı rasyonel bir temele oturtmaya çalışırken, ikincisi rasyonalizmi inanç hâline getiriyordu.
Carl Becker, 13. yüzyıl 18. yüzyıldan daha rasyoneldi diyor. “Çünkü, birincisi inancı rasyonel bir temele oturtmaya çalışırken, ikincisi rasyonalizmi inanç hâline getiriyordu.

Carl Becker, 13. yüzyıl 18. yüzyıldan daha rasyoneldi diyor. “Çünkü, birincisi inancı rasyonel bir temele oturtmaya çalışırken, ikincisi rasyonalizmi inanç hâline getiriyordu.” Max Weber de kapitalizmin ruhunu araştırırken aynı paradoksla karşı karşıya kalmıştı: Kapitalizm işleyişi bakımından rasyonel, amacı bakımından irrasyoneldi. Maddi kazanç insanoğlu için bir araç olmaktan çıkmış, amaç hâline gelmişti. Buna rasyonellik (hesabilik) denebilir belki; ancak bunun makuliyet ile alakası yoktur. Makuliyetin mahiyet ve ölçüsü, bir kültür ve medeniyet formülüdür ve her medeniyetin temelinde ayrı bir (dinî) aksiyoloji vardır. Bir değerler sistemi; etik ve estetik bir “dünyaya bakış”.

Mahur Beste’deki olayların geçtiği “geç Osmanlı” dönemi, kadim değerler sisteminin çözüldüğü, romancının deyişiyle medeniyetin iflasa sürüklendiği bir evredir. İflasın zirvesi, piyasaya bozuk para sürülüyor gibi, çevremizi bozuk insanların sarmasıdır. Karısının ihtilalci yapmaya uğraştığı Behçet Bey’e, gerçek ihtilalci Sabri Hoca medeniyet-insan ilişkisinin mahiyetini şöyle anlatır: “Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin? İnsan bozulur, insan kalmaz. Bir medeniyet, insanı yapan manevî kıymetler manzumesidir. Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.”

Behçet Bey medeniyet iflasına tam akıl erdirememiş ki, Sabri Hoca ona büyük annesinin ceviz sandığından söz eder. Çocukluğunda, her defasında sevdiği bir şey çıkıyormuş sandıktan, hiç bitmezmiş gibi. Bu sandık ona bir bereket mucizesi gibi gelirmiş. Bir konak ve o konakta tükenmez şeylerin deposu olan ceviz sandık. “İşte medeniyet dediğin bu konağa benzer. Evvela o sandığın mucizesi vardı. Yani rahmetli büyük annenin, hoşuna gidecek şeyleri sen farkına varmadan hazırlayan sevgisi. Bu, o medeniyetin yaratıcı tarafıdır ve hakikaten bir mucizeye benzer. Her şey âdeta hazır gibi aranmadan bulunur. Her tesadüf, her adım bir mevsim gibi yüklü ve zengindir. Hiçbir arıza bu cömert feyzi tüketmez. Bağdat bitince Kurtuba başlar. O bitince Bursa, İstanbul doğar. En büyük sanat adamından en basit işçisine kadar her kafa, her kol sonuna kadar veluttur.”

Gün gelir, medeniyetin bu yaratıcı tarafı ölür. “Büyük anne artık yoktur. Konsol, sandık hepsi mucizesini keser. Fakat ev sağlamdır; hayat eskisi gibi devam eder. Sen o hatıralar için yaşarsın. Mucizenin kendisi değilse bile, ondan her yana sinen bir sır vardır, emniyet vardır. Aradığını bulmasan bile aramanın zevkini duyarsın.” Ne güzel! Fakat sonra bir an gelir, konağın kendisi yanar. Enkaz arasında dolaşmaya başlarsın. “Şimdi sen istediğin kadar bu artıklarla yeni bir şey yapmaya çalış, istediğin kadar Şarkı, eski dünyamızı sev, ona bağlı yaşa; sihirli nefes ortadan kaybolduktan sonra elindeki çer çöp yığınından ne çıkar?”

Yaratıcılık nehrinin yolunu açmak!

Peki, ne yapmalı? Herzen’den Lenin’e kadar birçok Rus düşünür ve eylemcinin aşağı yukarı aynı dönemde bu başlıkla kitaplar yazması boşuna değil! Medeniyet artıklarıyla bir şeyler yapmaya mı çalışmalı, yoksa yeni bir yol mu tutturmalı? Sabri Hoca’nın kararı, Ziya Gökalp’ten mülhem gibidir: Eskiyi unut, yeni yolu tut! Yaratıcılık nehrinin yolunu açmamız lazım!” diyor. Bu basit bir hukuk düzenlemesi değildir ama; topyekûn bir inkılap ister. Sadece anayasanın ilanıyla olmaz bu. Çünkü dava imparatorluğun talihi üzerinde dönüyor.

  • “Bu talih bir Kanun-ı Esasi ile değişmez. … Yüz yıl önce bu memlekette herkes bizden yalnız adalet istiyordu. Sonra toprak hakkı istedi. Şimdi ise bütün unsurlar müstakil bir çekirdek etrafında toplanmışlar, ana bünyeden ayrılmak istiyorlar. Her cemaatin cebinde ayrı bir vatan haritası var. Hiçbirinin bizimle yaşamağa niyeti yok.”

İmparatorluğun dayandığı iktisat sistemi değişmelidir. Sonra bu değişmenin getireceği halk aydınlanması gerekli büyük dönüşümün önünü açar. “Halktaki hak fikri değişir, mücadele başlar. Bu gençler belki de neticesi nereye varacağını bilmeden bir kapıyı açıyorlar. Ülke insanını şişeden çıkarıyorlar. Açık havada ölmek cam arkasında boğulmaktan iyidir.” Aslında bütün Şark dünyası ıstırap içinde, boyuna gömlek değiştiriyor. “Hint’i, Çin’i, Efgan’ı, Arap’ı, Türk’ü hep soyunuyoruz; soyundukça üstümüzden attığımız şeylerin alelade ekler olduğunu, daha derinden birtakım şeyler çıkarıp atmak lazım geldiğini görüyoruz. O zaman korkuyoruz; olduğumuz yerde imdat arar gibi sağa sola bakınıyoruz. … Fakat olmuyor; bize lazım olan, gömlek değiştirmek değil, içten değişmektir. … İnsanı yeni baştan, yeni esaslarla kurmamız lazım; yeni kıymetlerle yaşayan bir insan.”

Tek çare unutmak mı?

Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşı, işte “yeni kıymetlerle yaşayan” bu insan olacaktı. Modern bir ulus olmak istiyorsak, eskiyi unutacaktık. “Şark içimizde son sözünü söylemedikçe kurtuluş yoktur. … Şarka düşman değilim, ben Şarklıyım. Yüzüme bak: neresi Frenk? Şarkı, bizim şarkımızı bulsam bu yüzde mi bulurum? Benim yüzüm, senin yüzün, babalarımızın yüzü? Yani hayatları tam olmayanların yüzü? … Şark yok, şark öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız.”

Mahur Beste’nin kahramanları nasıl aşklarını unutup akılcı kapitalist olamadıysalar, Türkiye’nin Müslüman halkları da meşklerini unutup çağcı ulus olamadılar.

  • Tanpınar, unutmanın trajik romanını yazmaya çalıştı; hatırlamanın epik romanını kim yazacak?

Mustafa ÖZEL

Kaynak: NİHAYET

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun