Öşür, “Toprak ürünlerinden alınan zekât.”
Sözlükte “onda bir” anlamına gelen uşr (çoğulu uşûr, a‘şâr) kelimesinin Türkçeleşmiş şekli olan öşür fıkıhta toprak ürünlerinden tahsil edilen zekâtı ifade eder. Bazı şarkiyatçılar tarafından öşürle Âsûrî dilindeki “iş-ru-u” ve İbrânîce’deki “ma‘aşer” arasında bağ kurulabileceği ileri sürülmüşse de (İA, IX, 482) kelime terim anlamını Hz. Peygamber’in konuya ilişkin hadisindeki kullanımından almıştır (aş.bk.). Toprak mahsullerinden zekât (öşür) verilmesinin farz oluşu kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Genel olarak zekât mevzularına temas eden âyetlerde “emvâl” (mallar) kelimesi kullanıldığı gibi Bakara sûresinin 267. âyetinde, “Sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin” buyrularak ziraî ürünlerde malî mükellefiyetin varlığına işaret edilmiş ve En‘âm sûresinin 141. âyetinde müslümanlara hasat günü mahsullerinin haklarını vermeleri emredilmiştir. Bunların ilkinde geçen “infak edin” emrinin “zekâtını verin” mânasında olduğu pek çok müfessir ve fakih tarafından kabul edilmektedir. İkinci âyette yer alan “hak” kelimesiyle zekâtın mı yoksa zekâttan ayrı bir ödemenin mi kastedildiği, ayrıca bu âyetin hükmünün mensuh olup olmadığı tartışmalıdır. İbn Abbas’tan, biri âyetin mensuh olduğuna, diğeri toprak ürünlerinden zekâtı emrettiğine dair iki rivayet gelmiştir. Tâbiîn fakihlerinden Muhammed b. Hanefiyye, Dahhâk b. Müzâhim, Tâvûs b. Keysân, Câbir b. Zeyd, Katâde b. Diâme ve Saîd b. Müseyyeb burada geçen hak kelimesiyle zekâtın kastedildiğini ileri sürerler. Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İbrâhim en-Nehaî, Atâ b. Ebû Rebâh bu kelimeyle zekâttan başka ödemelerin kastedildiği, ayrıca âyetin daha sonraki âyetlerle neshedildiği kanaatindedir (Yahyâ b. Âdem, s. 121-127). Esasen mensuh olup olmadığı hakkındaki tartışma bu âyetin Mekke döneminde inmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bazı dinî yükümlülüklere toplumun bu yönde bilinçlendirilmesi aşamasının ardından son şeklinin verildiği, bu arada zekâtın da Mekke devrinden itibaren dinî bir mükellefiyet olmakla beraber mevzuu, nisabı, nisbeti ve harcama yerleri gibi hususların Medine döneminde belirlendiği dikkate alınırsa bu konuda bir neshin değil tafsil sürecinin söz konusu olduğu söylenebilir. Yine bu konuyla ilgili değerlendirmelerde ilk dönem âlimlerinin nesih kelimesini mutlakı takyid, âmmı tahsis, mübhemi beyan, mücmeli tefsiri de içine alacak bir kapsamda kullandıkları göz ardı edilmemelidir. Öşrün sünnetteki dayanağı Hz. Peygamber’in, “-Toprak mahsullerinden- yağmur ve nehir sularıyla sulananlarda onda bir, kova ile (el emeği) sulananlarda yirmide bir oranında zekât vardır” hadisiyle (Buhârî, “Zekât”, 55) benzeri içerikteki hadisleridir. Öte yandan İslâm âlimleri ziraî mahsullerde zekâtın farz olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Değişik toplumlarda ziraî mahsullerden vergi alınması veya mâbedlere pay ayrılması ve hasat zamanı şenlikler yapılması sabit olmakla birlikte, bazı şarkiyatçıların İslâm’dan önce Arap yarımadasında hasattan mâbedler için vergi niteliğinde pay ayrılması ve müşrik Araplar’ın mahsullerinden yahut hayvanlarından bir kısmını Allah için veya başka mâbudlar adına vermeleri uygulamasıyla İslâm’daki öşür arasında bağ kurup, “Peygamber tamamıyla şuurlu bir tarzda öşrün ibadetle bütün münasebetlerini bertaraf etti ve ihtimal Cenûbî Arabistan’da cereyan eden hususların tesiri altında bunun bir nevi vergi gibi verilmesini istedi” şeklinde bir sonuca varması (İA, IX, 482) ilmî bir temele dayanmamaktadır. Zira Resûl-i Ekrem döneminden itibaren öşür asıl niteliği ibadet olan zekâtın bir türü olarak telakki edilmiş ve fıkıh kitaplarında “zekâtü’z-zürû‘, zekâtü’l-hars” gibi başlıklar altında incelenmiştir.
Vücûb Sebebi ve Şartları
Öşrün vücûb sebebi fiilen ürün vermiş arazidir. Bunun pratik sonucu, bir kimseye öşrün farz olduğundan söz edilebilmesi için onun topraktan elde ettiği bir ürünün mevcut olması gereğidir. Öşrün vücûb şartları Hanefî eserleri esas alınarak iki gruba ayrılabilir.
1. Mükellefle ilgili şartlar: a) Müslüman olmak. Zekâtın bir türü olduğu (ibadet niteliği taşıdığı) için müslüman olmayanlar öşürle mükellef değildir. Hanefîler, diğer zekât mallarında zekât yükümlüsü olmak için akıl ve bulûğu şart koşarken ziraî ürünlerde -malî yükümlülük yönü ağır bastığından- çoğunluğun görüşü istikametinde olmak üzere müslümanların velâyet ve vesâyeti altındaki küçüklerin ve akıl hastalarının malından öşür verilmesi gerektiğine hükmetmişlerdir. Müslüman olmayanların dinin fer‘î hükümlerine muhatap sayılıp sayılmamasıyla ilgili usul ihtilâfı sebebiyle bazı Mâlikîler müslüman olmayı vücûb şartlarından saymayıp sıhhat şartları arasında zikrederler. Bir zimmînin öşür toprağı satın alması durumunda öşürle yükümlü olup olmayacağı arazinin statüsüyle ilgili bir mesele olup tartışmalıdır (aş.bk.). b) Ürünün mülkiyetine sahip olmak. Fakihlerin çoğunluğu, öşür yükümlülüğü için toprağa mâlik olmayı şart koşmayıp elde edilen ürünün mülkiyetine sahip olmayı yeterli saymıştır. Buna göre arazi ekilmek üzere belli bir ücretle kiralanmışsa öşür kiracıdan alınır. Yarıcılık usulüyle ziraat yapılmışsa arazi sahibi ve işletmeci kendi hisselerine düşen mahsulün zekâtını öderler. Ebû Hanîfe’ye göre ise iki durumda da öşür toprak sahibinden alınır. Öşre tâbi mahsuller yetiştikten sonra satılırsa öşrü arazi sahibinden, yetişmeden satılırsa satın alandan tahsil edilir. Âriyet yoluyla yararlanılan araziden elde edilen mahsulün zekâtını âriyet alan öder. Toprak ürünlerinin zekât borcu zimmete değil mahsule bağlı olduğundan öşür borcu olan bir mükellef öldüğünde ürün mevcutsa öşrü vârislerinden alınır. Zekât ise mükellefin ölmesiyle düşer. Yine öşür toprağa değil mahsule bağlı bir borç olduğu için öşür arazisi vakfedildiğinde de buradan elde edilen üründen zekât verilmesi gerekir.
2. Mevzu ile ilgili şartlar. Öşrün mevzuu toprak mahsulleri olup bunların öşre tâbi olması bazı şartlara bağlıdır (mahalliyet şartları). a) Ürünün öşür toprağından elde edilmiş olması. Hanefîler’ce aranan bu şart sebebiyle tarihî seyri içinde arazinin statüsünün ve bu hususta meydana gelen değişikliklerin incelenmesi özel bir öneme sahiptir (aş.bk.). b) Ürünün mevcut olması. Öşrün vücûb sebebini fiilen mahsul vermiş arazi oluşturduğu için öşre konu olacak bir ürünün mevcut olması bir vücûb şartıdır. Buna göre toprak sahibi ürün elde edebileceği halde arazisini boş bırakırsa veya bir âfetten dolayı mahsul yetişmezse öşürle mükellef olmaz. c) Ürünün belirli nitelikte olması. Hangi tür toprak mahsullerinden öşür verilmesi gerektiği “Mevzu” başlığı altında incelenecektir.
Mevzu
Yukarıda zikredilen âyet ve hadisten genel olarak bütün toprak ürünlerinden zekât verilmesi gerektiği anlaşılmakla beraber zekâta tâbi bazı ürünleri özellikle belirten hadisler de vardır. Sıhhatinde tereddüt edilmeyen hadisler buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm üzerinde yoğunlaşmakta (Yahyâ b. Âdem, s. 112-113; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 634-635), en fazla zekât tatbikatının o devir Hicaz bölgesinde diğer ürünlerden daha çok üretilip tüketildiği anlaşılan bu dört ürünle ilgili olduğu görülmektedir. Ancak kaynaklarda gerek Hz. Peygamber gerekse Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler döneminde diğer ürünlerden de zekât alındığını gösteren, fakat bu dört madde hakkındaki kadar kuvvetli olmayan haberler vardır (Yahyâ b. Âdem, s. 150-151; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 667-668, 672). Bu hadis ve uygulamaların değerlendirilmesi sonunda toprak ürünlerinin hangilerinden zekât tahsil edileceği konusunda ashap döneminden itibaren farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Kaynaklarda sahâbeden İbn Ömer’in, tâbiînden Hasan-ı Basrî, İbn Sîrîn, İbn Ebû Leylâ ve Mûsâ b. Talha’nın sadece buğday, arpa, hurma ve üzümü öşre tâbi saydıkları, Kādî Şüreyh ve Şa‘bî’nin -zaruri gıda maddesi olmadığı gerekçesiyle- üzümü bunlardan istisna ettikleri, İbn Abbas ve İbrâhim en-Nehaî’nin bu dört maddeye sült (bir çeşit arpa) ve darıyı, Mekhûl b. Ebû Müslim, Ömer b. Abdülazîz ve Zührî’nin nohut ve mercimeği ilâve ettikleri belirtilir (tâbiîn fakihlerinden yapılan başka rivayetlerle birlikte bk. Yahyâ b. Âdem, s. 140-141, 142, 156; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 634-643, 674-679). Bu delilleri değerlendiren mezhep imamları hangi toprak ürünlerinin zekâta tâbi olacağı konusunda farklı sonuçlara ulaşmıştır. Ebû Hanîfe’ye göre ot, odun, kamış ve meyvesiz ağaçlar gibi ziraat amacı olmaksızın yetişenler dışında bütün toprak ürünleri zekâta tâbidir. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî çürümeden bir sene kalabilen toprak ürünlerinden zekât verilmesi gerektiği, meyve ve sebzelerin ise zekâttan istisna edildiği kanaatindedir. İmam Mâlik ve Şâfiî’ye göre gıda maddesi özelliğine sahip olup bir yıl saklanabilen ürünler zekât mevzuudur. Şâfiî meyvelerden sadece hadiste zikri geçen hurma ve üzümün, Mâlik bunların yanında zeytinin de zekâta tâbi olacağına hükmetmiştir. Ahmed b. Hanbel’e göre ise ölçülebilen, kurutulabilen, dayanıklı gıda maddeleriyle insanlar tarafından yetiştirilen -pamuk, keten gibi gıda maddesi olmayanlar dahil- bütün mahsullerden zekât verilmesi gerekir. Günümüzde Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi ülkelerde Ebû Hanîfe’nin görüşü esas alınarak bütün toprak ürünleri zekâta tâbi sayılmaktadır.
Nisab
“Öşrün farz olması için gerekli sayılan asgari ürün miktarı” anlamına gelen nisab konusunda iki temel yaklaşım vardır. Sahâbeden İbn Ömer, Câbir b. Abdullah, tâbiînden İbrâhim en-Nehaî, Şa‘bî, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Ebû Rebâh, Zührî, Mekhûl b. Ebû Müslim, mezhep imamlarından Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ile Ebû Hanîfe’nin iki öğrencisi Ebû Yûsuf ve Muhammed 5 veskten (hacim ölçüsü olan vesk ağırlık olarak hesaplandığında 653 kg.) az olan üründe zekât tahakkuk etmeyeceği kanaatindedir (Yahyâ b. Âdem, s. 134-137; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 648-649). Sahâbeden İbn Abbas, tâbiînden Zeyd b. Ali, Ömer b. Abdülazîz, Hammâd b. Süleyman, mezhep imamlarından Ebû Hanîfe’ye göre ise toprak ürünlerinde nisab şartı aranmaz, miktarı ne olursa olsun zekâta tâbidir. Hanefî fıkıh kitaplarında Ebû Hanîfe’nin görüşü esas alınmıştır. Toprak ürünlerinde nisab şartını koşanlara göre kabuksuz olarak depo edilen buğday ve arpa 653 kg. ve üzerindeyse zekâta tâbidir. Eğer pirinç gibi kabuğuyla birlikte depo edilmişse nisab belirlenirken bunun iki katı esas alınır. “Beş veskten az üründe zekât yoktur” anlamındaki hadis (Buhârî, “Zekât”, 42) çoğunluk görüşünün dayanağını oluşturur. Çoğunluk bu hadisi, “-Toprak mahsullerinden- yağmur ve nehir sularıyla sulananlarda onda bir, kova ile sulananlarda yirmide bir oranında zekât vardır” hadisinin (Buhârî, “Zekât”, 55) açıklayıcısı olarak kabul eder. Bir başka anlatımla ikinci hadis öşrün nisbetini düzenlemektedir; nisab konusunda genel ifade taşıyan (âm) bir delil olup özel hüküm içermemektedir. Birinci hadis ise nisab konusunu düzenleyen ve özel ifade taşıyan (hâs) bir delil olup bu bakımdan diğer hadisi açıklamaktadır. Ebû Hanîfe’nin görüşünü savunanlar ise Bakara sûresinin 267, En‘âm sûresinin 141. âyetiyle ikinci hadisin âm ifade taşıdığını ve 5 vesk sınırı getiren hadisin bunu tahsis etmeye elverişli olmadığını belirtirler. Bu konudaki tartışmalarda âmmın delâletinin katiliği ve zannîliği hususundaki ihtilâfla âm lafzın hâs lafızla teâruz etmesi durumunda izlenecek metot farklılıklarının önemli bir yere sahip olduğu görülür. Günümüzde Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi ülkelerde çoğunluk görüşüne uyularak öşürde nisabın bulunduğu kabul edilmektedir.
Nisbet
Öşür miktarını belirlerken esas alınacak oranı ifade eden nisbet konuya ilişkin hadiste (Buhârî, “Zekât”, 55, yk.bk.) toprağı sulama şekline bağlanmıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber döneminden itibaren, eğer toprak emek sarfedilmeden meselâ yağmurla veya nehir suyu ile tabii biçimde sulanıyorsa 1/10 (% 10), emek harcanarak veya dolap vb. aletler kullanılarak sulanıyorsa 1/20 (% 5) nisbetinde zekât alınagelmiştir. Bu hususta fakihler arasında ihtilâf bulunmamaktadır (Ebû Yûsuf, s. 55-56). Eğer hem tabii yolla hem emekle elde edilen su ile sulanıyorsa nisbet hangisinin daha çok olduğuna göre belirlenir. Bunların eşit olması durumunda Hanefîler’e göre mükellefin lehine olmak üzere 1/20 nisbeti esas alınır; çoğunluğa göre ise nisbet 1/10’un 3/4’üdür (% 7,5). Tohum, gübre ve işçi ücretleri gibi masraflar toprak ürünlerinin zekât nisbeti belirlenirken dikkate alınmaz. Ancak zekât hesaplanırken önce bunların düşülüp düşülmeyeceği hususunda farklı değerlendirmeler vardır. Yûsuf el-Kardâvî, konuyla ilgili bazı sahâbî sözleri ve öşürle ilgili nasların gayeleri ışığında özellikle günümüz şartlarında önemli bir yekün tutan bu masrafların zekât hesaplanmadan önce düşülmesi gerekeceği kanaatindedir (Fıḳhü’z-zekât, I, 391-397). İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin 120 sayılı kararında ise (22-27 Aralık 2001 tarihinde yapılan on üçüncü dönem toplantısı) bu masrafların eğer borç alınarak yapılmışsa zekât miktarından düşülebileceği sonucuna ulaşılmıştır. Aynı kararda toprak mahsulleri zekâtının hak sahiplerine ulaştırılmasıyla ilgili masrafların zekât miktarından düşüleceği belirtilmiştir. Fakihlerin çoğunluğuna göre matrahı tesbit amacıyla hurma ve üzümün miktarının henüz dalındayken tahmin yoluyla belirlenmesi (hars) câizdir, Hanefîler ise bunu câiz görmez (hars usulüyle matrah tesbitinin Hz. Peygamber, Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler devrindeki uygulaması hakkında bk. Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 654, 656, 662; Buhârî, “Zekât”, 54).
Vücûb ve Tahsil Zamanı
Ekinlerin zekâtı Ebû Hanîfe ve Züfer’e göre taneler ortaya çıktığı, Şâfiîler’e göre sertleşmeye başladığı, Ebû Yûsuf’a göre hasada müsait olduğu, Muhammed’e göre hasattan sonra deste yapıldığı zaman; meyvelerin zekâtı Ebû Hanîfe, Züfer ve Şâfiîler’e göre olgunlaşmaya başladığında, Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre -bir yıl çürümeden kalabilen meyvelerden olmak kaydıyla- devşirme zamanı geldiğinde vâcip olur. Bunun tahsilinin ekinlerde harman, meyvelerde toplama ve üzümlerde kesme sonrası yapılacağı hususunda görüş birliği vardır. Hanefî mezhebi müctehidlerine göre toprak ürünlerinin zekâta tâbi olması için üzerinden bir yıl geçmesi (havelân-i havl) şart değildir. Bir sene içinde kaç defa mahsul alınırsa her defasında hasat zamanı öşrü alınır (öşrü tahsil etmekle görevli olan kişiler hakkında bk. ÂMİL).
Arazinin Statüsü
Hz. Peygamber’in vefatını takiben fetihlerin hızla yayılması sebebiyle gerek fethedilen toprakların gerekse bunlar üzerinde yaşayan yerli halkın hukukî statülerinin belirlenmesi özel bir önem kazanmış, sahâbe Sevâd’ın (Irak) fethi dolayısıyla yeni bir boyut kazanan bu meseleyi Kur’an âyetleri ve Resûlullah’ın uygulamaları ışığında geniş biçimde tartışmıştır. Temel delilleri Enfâl sûresinin 41 ve Haşr sûresinin 6-9. âyetleriyle Resûl-i Ekrem’in tatbikatı ve sahâbenin değerlendirmelerinden oluşan arazi-vergi ilişkisi konusu müctehid imamlar döneminde belirli tasnifler yapılarak ele alınmış ve bu hususta zengin bir doktrin meydana gelmiştir (bk. FEY; GANİMET; HARAÇ). Genel olarak topraklar üç kısımda mütalaa edilmektedir.
1. Ahalisi kendiliğinden müslüman olan topraklarla savaş yoluyla fethedilip 4/5 oranında gazilere taksim edilen topraklar. Bunların mülkiyeti bütün mezheplere göre üzerinde oturanlara ait olup toprak öşür arazisi adını alır. Elde edilen mahsulden sulama çeşidine göre onda bir veya yirmide bir oranında zekât tahsil edilir.
2. Barış yoluyla elde edilen topraklar. Yapılan anlaşma gereği toprağın mülkiyeti müslümanlarda (devlet) kalmışsa haraç vergisi karşılığında arazinin intifâ hakkı yerli halka verilmiştir. Bu nevi arazinin satışı câiz değildir, çünkü bütün müslümanlar için vakıftır; kullanıcısı haraç ödemez. Eğer anlaşma gereği mülkiyeti üzerinde oturanlara verilmişse bu nevi topraklar satılabilir, zira özel mülkiyete konu olmuştur. Konan haraç “cizye hükmünde haraç” diye anılır.
3. Savaş yoluyla ele geçirilen topraklar. Mezhepler arasında bazı noktalarda görüş ayrılığı bulunmakla birlikte eğer gaziler arasında taksim edilmeyip yerli halkın elinde bırakılmışsa araziye haraç vergisi konacağı kabul edilmiştir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre bu arazi müslümanlar için vakıf hükmündedir, yani mülkiyeti devlete aittir; Hanefîler’e göre Hz. Ömer’in Sevâd’daki uygulaması toprağı ahalisinin mülkü olarak bırakma şeklinde olmuştur; sahipleri bu arazi üzerinde satım, hibe gibi tasarruflarda bulunabilir.
Harâcî arazinin müslümanın mülkiyetine geçmesi durumunda buradan elde edeceği mahsul için öşür vermesi gerekip gerekmediği hususu Hanefîler’le çoğunluk arasında önemli bir görüş ayrılığı oluşturmaktadır. Bu durumda hem haraç hem öşür verilmesi gerektiğini savunan Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin delilleri şöylece özetlenebilir: Öşür ve haraç şer‘î dayanak, sebep, mahal ve harcama yerleri bakımından farklı iki malî yükümlülüktür. Şöyle ki: Öşür hükmünün dayanağını oluşturan naslar öşrî ve harâcî ayırımı yapmaksızın müslümanın elde ettiği üründen öşür vermesinin farz olduğunu göstermektedir; ictihada dayanan haraç bunu engelleyemez. Öşrün sebebi mahsul elde edilmiş olması, haracınki araziden yararlanma imkânının bulunmasıdır. Nitekim toprağını ekmeyenden öşür alınmadığı halde aynı durumda olan haraç mükellefinden haraç alınmaktadır. Öşür mahsulle, haraç zimmetle ilgili bir vecîbedir. Öşür zekâtın sarf yerlerine harcanır, haracın sarf yerleri farklıdır. Sahâbe ve -İkrime dışındaki- tâbiîn âlimleri arasında müslümanın haraçla birlikte öşür vermeyeceğini belirten kimse yoktur. Ayrıca aksi yönde rivayetler vardır. Ömer b. Abdülazîz, elinde haraç arazisi bulunan müslümanların hem haraç hem öşür ödemelerini emretmiş (Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, s. 126), Abdullah b. Mübârek de Mervân’ın yakınlarına bu yönde bir telkinde bulunmuştur (a.g.e., s. 128-129). Hanefîler’in delilleri arasında yer alan, Hz. Ömer’in İslâmiyet’i kabul eden dihkana haracını ödemeye devam etmesini söyleyip ayrıca öşrünü vermesini emretmediği rivayetini ise şöyle açıklarlar: Halife bunu ayrıca belirtme ihtiyacı duymamıştır, zira müslüman olan kişi zaten öşrünü verir.
Müslümanın haraç arazisinden öşür vermesi gerekmediği kanaatini taşıyan Hanefîler’in delilleri de şöyle özetlenebilir: Hz. Ömer, müslüman olan Iraklı bir bölge yöneticisine haracını ödemeye devam etmesini söylemiş, ayrıca öşrünü de vermesini emretmemiştir. Hz. Ömer ve Ali dönemlerinde müslüman olan zimmîlerden haraç alındığı bilinmektedir (a.g.e., s. 124-127); fakat sahâbeden haraç ve öşrü bir arada tahsil eden olmamıştır. İster âdil ister zalim olsun hiçbir yöneticinin Sevâd arazisinden öşür aldığı bilinmemektedir; şu halde bu topraklarda öşrün vâcip olduğunu söylemek icmâa aykırı olur. Öşrün vücûb sebebi hakikaten nâmî (fiilen ürün vermiş), haracınki hakikaten veya takdiren nâmî topraktır, yani her ikisinde vücûb toprağa izâfe edilmektedir, şu halde aynı sebep altında iki vergi birleşmez. Öşür ibadet, haraç ise ceza niteliği taşıyan bir malî yükümlülük olup dayandıkları ilke itibariyle farklı oldukları için birleştirilmeleri câiz değildir. Hanefîler’in delilleri arasında yer alan ve İbn Mes‘ûd’dan, Alkame b. Kays, İbrâhim en-Nehaî, Hammâd b. Ebû Süleyman, Ebû Hanîfe, Yahyâ b. Anbese tarikiyle rivayet edilen, “Müslüman arazisinde haraç ve öşür birleşmez” meâlindeki hadis ise (Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, IV, 132) zayıf bulunmuştur. Bu görüşe katılan Hanefî fakihi İbnü’l-Hümâm, Yahyâ b. Anbese’nin mevzû hadis rivayet edecek derecede zayıf bir râvi olduğunu, bu hadisin merfû derecesine yükselmemekle beraber İbrâhim en-Nehaî, Şa‘bî, İkrime gibi tâbiîn tarafından rivayet edildiği için mürsel olduğunu belirtir. Mürsel hadisi Ahmed b. Hanbel zayıf saymakla beraber zaruret karşısında, Şâfiî, Saîd b. Müseyyeb ve Hasan-ı Basrî gibi çok sahâbî ile görüşen tâbiîlerden rivayet edilmişse, Mâlik ve Ebû Hanîfe ise böyle bir kayıt koymadan delil kabul etmektedir.
Öte yandan Hanefî fıkıh kitaplarında toprağın verimliliğini sağlayan su da öşrî ve harâcî şeklinde isimlendirilip bunun arazinin hukukî durumunu değiştirmedeki etkisi üzerinde durulmuş, suyun öşrî sayılmasında esas alınan temel kriter kişiler tarafından tasarruf altına alınıp alınamama şeklinde ifade edilmiştir. Ancak bu kriter öşrî sulara yeterince açıklık getirmediği gibi -sadece yağmur suyunun ittifakla öşrî olduğu söylenebilmektedir- konuya ilişkin ifadeler dikkatle incelendiğinde suyun bütün arazilerin değil âtıl ve sahipsiz olup mülkiyet veya kullanım hakkını kazanma amacıyla imar ve ıslah edilen arazinin öşrî veya harâcî sayılmasında etkili olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye göre ihyâ edilen toprak öşrî su ile sulanıyorsa öşrî, harâcî su ile sulanıyorsa harâcî arazidir; Ebû Hanîfe’nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Ebû Yûsuf’a göre ise ihyâ edilen toprak öşür topraklarına yakınsa öşrî, haraç topraklarına yakınsa harâcî arazidir.
Bu bilgiler, Hanefî mezhebine göre, daha önce haraç arazisi veya mîrî arazi statüsünde iken günümüzde -Türkiye ve Mısır gibi ülkelerde- fertlerin mülkü haline gelmiş topraklardan elde edilen ziraî ürünlerden öşür verilmesi gerekip gerekmediği sorusuna cevap aranırken bu toprakların özel mülkiyete konu olup olmaması kriterini esas almanın sağlıklı bir yol olmayacağını ortaya koymaktadır. Zira Hanefî fakihlerine göre haraç toprakları mülk arazidir; nitekim İbn Âbidîn, “Haraç toprakları olan Mısır, Suriye ve Irak arazisi mülk topraklardı” ifadesiyle bunu bir biçimde dile getirir. Haraç toprağını işleyen müslümanın buradan elde ettiği mahsul için öşür vermeyip sadece haracını ödeyeceği Hanefîler’in ittifakla kabul ettiği bir husustur. Yine özel mülk olmayan arazi de (meselâ vakıf toprakları) öşür toprağı olabilmektedir. İbn Nüceym, geride vâris bırakmadan ölen kimselerin harâcî arazileri zamanla beytülmâle intikal edince artık bunlardan haraç vergisinin düşeceğini ve devlet tarafından şahıslara satılması halinde yeniden haraç koymanın mümkün olmadığını belirttikten sonra toprağın malî mükellefiyetten (haraç veya öşür) muaf olamayacağını, Hassâf ve Kâsânî gibi fakihlere de gönderme yaparak bu durumda öşür ödenmesi gerektiğini kabul eder; bununla birlikte mevkuf (harâcî) statüsündeki Mısır arazisi hakkında kesin bir şey söyleyemeyeceğini, çünkü böyle bir yerin bir müslüman tarafından beytülmâlden satın alınması durumunda mahsulünden öşür vermesi gerektiği hususunda eski kaynaklarda bir nakil göremediğini ifade eder. Bu durumda günümüzde Türkiye topraklarının ürünlerinden Hanefîler’e göre de öşür verilmesi gerektiği sonucu fıkhî açıdan şöyle temellendirilebilir: Bugün artık topraktan veya mahsulünden haraç vergisi alınmamaktadır. Hanefî fakihleri de hiçbir dönemde ve hiçbir yerde toprak ürünlerinin hem haraç hem öşürden muaf olduğunu söylememişler, aksine, “Toprak iki malî yükümlülükten birden muaf tutulamaz” demişlerdir. Yerin bitirdiği hemen bütün ürünleri zekâta tâbi mal olarak gören ve fakirin ihtiyacını karşılamaya daha elverişli olacağı için para dışındaki malların zekâtının para olarak da verilebileceğini savunan bu mezhebin -zekâta tâbi mallar değerlendirmesi çerçevesinde- 85 gr. altın veya karşılığı artıcı vasıfta malı olan kişiyi zekât mükellefi sayarken tonlarca ürün elde edeni zekâttan muaf tutması düşünülemez.
Bu bağlamda fıkıh eserlerinde tartışılan önemli bir konu, bir zimmînin öşür toprağı satın alması durumunda öşürle yükümlü olup olmayacağı meselesidir. Bu durumda Ebû Hanîfe’ye göre toprak haraç arazisine dönüşür ve zimmî mülkiyetine sahip olduğu sürece buradan haraç ödemekle yükümlü olur; toprak bir müslümanın mülkiyetine geçerse tekrar öşür arazisi haline gelir. Hz. Ömer’in Benî Tağlib hıristiyan kabilesine uyguladığı vergilendirmeyi esas alan Ebû Yûsuf toprağın hukukî statüsünde değişiklik olmayacağı, ancak bundan iki kat öşür vergisi alınacağı kanaatindedir. Muhammed’e göre de toprağın statüsü değişmez, fakat tek öşür vermesi gerekir. Ancak Ebû Yûsuf’a ve Muhammed’den gelen iki rivayetten birine göre zimmîden öşür adıyla alınan bu vergi zekâtın değil haracın sarf yerlerine harcanır.
“Gayri müslim tâcirlerden alınan bir tür gümrük vergisi” anlamındaki “uşûr” için fıkıh kitaplarında “uşr” kelimesinin mutlak biçimde veya “uşrü’t-ticâre” şeklinde kayıtlanarak kullanımı da yaygındır (bk. UŞÛR). Toprak ürünlerinden Osmanlı Devleti adına öşür veya âşâr ismiyle alınan verginin zekâtın toprak ürünleri kalemine ad olan öşürle ilgisi yoktur. Bu verginin yaygın adı böyle olsa da gerçekte haraç vergisi niteliğinde olduğu Ebüssuûd Efendi tarafından ifade edilmiş ve uygulamasıyla ilgili veriler ışığında mahiyet ve nisbeti bakımından öşürden farklı olduğu ortaya konmuştur.