Sanayi, bilim ve teknolojisiyle modern toplum “manevî netliği kaybetmiş,” dolayısıyla ne uğruna yaşadığını bilemez hale gelmiştir. Bunun doğal sonucu, insanoğlunun ölüm karşısındaki o net ve sakin tutumunu kaybetmesidir. Taçlıvirüs, bizi maddî alanda olduğu kadar maneviyatımızla alakalı da ciddi bir muhasebeye yönlendirebilirse; ölüm duygusu karşısında o kadîm sükûneti yeniden ele geçirebilirsek; bu acımasız düşmana belki de minnet duyacağız.
Albert Camus 1940’ların sonlarında günlüğüne şunları yazıyordu: “Bugünün ve bilhassa yarının tarihinin anlamlarından biri, sanatçılarla fatihler arasındaki mücadeledir. Komik görünüyor ama, kelimelerin kurşunlarla savaşı.”1 Hermann Broch, ondan önceki çeyrek yüzyıl boyunca Vergilius’un Ölümü’nü yazmaya çabalamış; Hitler’lerin tarih üzerindeki etkisini hissettirebilmek için şair Virgil’in kalemiyle Sezar’ın kılıcını çarpıştırmıştı.
Fransız romancının 1940’larda yazdıkları, Broch ve Musil gibi Avusturyalı (Alman?)’ların 1930’lar boyunca yazadurup savaş sona ererken yayımladıkları iki büyük romanın farklı bir düzlemde yazılması gibiydi. Zamanın ruhu, şair ve romancıları aynı derin muhasebeye zorluyordu.
Publius Vergilius Maro, Aeneis’in yazarıydı. Fatihlerin kılıçlarıyla kurdukları Roma devletini, kelimeleriyle ölümsüzleştiren şair. Sezar, onu arzusu hilafına Roma’daki şenliğe çağırmış, o da çaresiz boyun eğmişti. Ahmet Cemal’in kırk yıldan fazla emek vererek Türkçeleştirdiği, engin bir tarih ve siyaset felsefesi içeren Vergilius’un Ölümü, iktidara boyun eğen sanatın acısını destanlaştırıyor.
Kaybolup gitmişti bilginin mucizesine ve bilgide şifa bulmaya ilişkin umutları. Kendini kaderin kollarına bırakmıştı ve şimdi kader onu Son’a doğru sürüklemekteydi. … Doğuştan toprağın adamıydı, yeryüzü hayatının huzurunu seven biriydi; toprağa bağlı bir toplumda geçecek, sade ve güven dolu bir ömre uygun bir insan. Yurdundan ne kopabilmiş ne de orada kalabilmiş biri. Kendi hayatına sadece konuk olabilmiş biri.
İşte böylesine hassas bir ruh, binlerce sıradan insanla beraber bir sokak şenliğine doğru sürükleniyordu. İnsanların yüzünde “sürekli tıkınmak peşinde koşan bir açgözlülük vardı. Doyuma ulaşması imkânsız bir ‘daha da, daha da olsun!’ tutkusu; mal, para, mevki ve itibar kazanma tutkusu.” Bu insanlara açgözlük üzerine bir şarkı mı ithaf etseydi? Büyük bir şiir yazmış olmasına rağmen, aslında elinden hiçbir şey gelmiyor, hiçbir kötülüğün ortadan kaldırılmasına yaramıyordu.
Eserinde sadece hoşa giden kısımların okunacağını da adı gibi biliyordu. Kitle, hayvanî çığlıklar atarak ilerliyor, her yanı korkunç bir uğultu kaplıyordu. “Bu uğultu hiç ara vermeksizin, bir zafer çığlığı gibi her yanı sararak, korku salarak, ihtişamlı ama aynı zamanda da her ân sinmeye hazır, yükseliyor, kitle, bir tek insanın kişiliğinde kendine tapıyordu.”
İlkel Amerika nasıl bir yer olurdu?
Broch ve Musil’in romanları gibi, Camus’nün Veba ve Caligula gibi kurguları da esas olarak 1930’ların totaliter rejimlerinin mahiyetine nüfuz girişimleriydi. Ne oluyordu; başımıza gelen neydi? Avrupa, Bach’tan barbarlığa nasıl böylesine alçalabilmişti? Her biri özgün birer filozof olabilecek bu kurgu ustalarından bir nesil önce (1913), okul kaçağı bir sokak çocuğu olan Amerikalı “delikanlı romancı” Jack London, kapitalizmin sadece siyasî kaderine değil, iktisadî mahiyetine de ışık tutacak şöyle bir hayal kuruyordu: Tam 100 yıl sonra, “Kodamanların Beşinci Morgan’ı Birleşik Devletler Başkanı seçtikleri sene,” ABD’ni “Kızıl Veba” teslim almıştır. (Morgan ismi, iş ve finans devi bir aileye atıfla kurgulandığına göre, Trump diye de okunabilir!) Salgından 60 yıl sonrasını (2073) anlatan romanın ana kahramanı Yaşlı Dede (YD), toplumda “o zamanları görüp de bugüne kadar kanlı canlı gelebilen tek kişi”dir. Amerika tamamen “ilkel toplum”a geri dönmüştür; YD’nin torunu Edwin parayı bile tanımamaktadır.
Medenî hayatı yaşamış olan YD, vahşî torunlarına eski dünyayı anlatmada zorlanıyor: “Bir düşünün! Bu sahil, o güzel Pazar günlerinde kadın, erkek, çocuklarla dolup taşardı. Onları yiyecek ayılar da yoktu ortalıkta. San Fransisko’da dört milyon insan yaşıyordu. Şimdi bütün şehirde ve taşrada toplasan kırk kişi yoktur. Denizde gemiler olurdu, Golden Gate’den mütemadiyen gemiler gelir geçerdi. Gökyüzü uçaklarla, zeplinlerle doluydu. Saatte üç yüz km hız yapan uçaklar. Ben çocukken, yapılan ilk uçakları gören yaşlılar vardı, ben de altmış yıl önce son uçakları görenlerden oldum.”3
- Çocukların kimi anlatılanları merakla dinlerken, kimi de alakasız omuz silkiyor. “Anlık sistemler”in köpük gibi sönüp gittiğinden yakınıyor YD. Bir zamanlar dört milyon insanın yaşadığı yerde, artık vahşî kurtlar kol geziyor. Yeni vahşî nesil de “tarih öncesi silahlarla bu dişli çapulculara karşı kendilerini korumaya çalışıyor.” Hepsi Kızıl Ölüm yüzünden! YD torunlarını “bilinçlendirmeye” kararlıdır ama: “Siz gerçekten vahşisiniz.
İnsan ırkı, medeniyete doğru yapacağı kanlı tırmanışına tekrar başlamadan önce gitgide ilkelliğin içinde boğulmaya mahkûmdur. Sayımız arttığında yer problemi baş gösterecek, işte o zaman birbirimizi öldürmeye başlayacağız.” Çevrelerinde kendileri dışında ancak üç beş insan görebilen, bitki ve hayvanlarla çevrili küçük çocuklar, anlatılanlara şaşmaktan başka bir şey yapamazlar. Yer problemi yüzünden birbirini öldürmek! Ne kadar medenî bir düşünce!
Hatırlatalım, 2073 yılındayız. Dedenin anlattıklarına göre, onun gençliğinde dünya insanlarla doluymuş. “2010 nüfus sayımlarında bütün dünyada sekiz milyar kişinin yaşadığı söyleniyordu.” (1913 yılında, dünya nüfusunun 100 yılda 8 milyara çıkacağını tahmin etmek, sadece edebî değil, akademik bakımdan da büyük başarı, doğrusu!) YD insanlar kadar, yemekleri de hatırlamaktan haz duyuyor. “Ne kadar çok insan varsa, o kadar çok yemek vardı. … Veba geldiğinde ben 27 yaşında bir İngiliz edebiyatı profesörüydüm. Kaliforniya Üniversitesi’nde gençlere düşünmeyi öğretiyordum.” Çocuklar anlamakta zorlanıyor. Düşünmeyi öğretmek ne demek? Her şeyi tabiattan öğrenmiyor muyuz? Dedenin tek yaptığı bu muymuş? “Sadece konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor muydun? Kim avlanıp etinizi getirirdi? Keçileri kim sağar, balıkları kim tutardı?” YD, muhteşem sistemlerinin üstünlüklerini tek tek izah etmeye çalışır: “Çok akıllıydık. Birkaç adam diğer birçokları için yemek bulurdu. Başka adamlar da başka şeyler yapardı. Bense konuşurdum. Konuşmamın karşılığında bana yemek verirlerdi. Muazzam medeniyetimizin en önemli başarısının yemek yapmak olduğunu düşünüyorum. Yiyecek harika şeylerimiz vardı.”
Çocuklar şaşkındır. Birileri çalışıyor, keçi otlatıyor, balık tutuyor; bazılarıysa sadece konuşuyor ve harika yemekler yiyorlar! Nasıl bir ‘medeniyet’ti bu? Dede üşenmeden anlatır: “Biz yönetici sınıf olarak bütün toprakların, makinelerin, her şeyin sahibiydik. Yemeğimizi bulanlar da bizim kölelerimizdi. Onların bulduğu yemeklerin neredeyse hepsini alırdık, sadece birazını onlara bırakırdık ki beslenip çalışsın ve bize daha çok yemek getirsinler.” Çocuklar anlatılanları hoş karşılamasa da, meraktan dinliyorlar. Peki, bu kadar muhteşem bir toplum sistemi niçin çöküyor? Kızıl veba yüzünden! Salgın etkisini göstermeye başlayınca, zenginler pılı pırtılarını toplayıp kaçmaya çalışıyorlar. Fakat evdeki hesap çarşıya uymuyor. Zenginler kaçarken, gettolardaki yoksulların saldırısına uğrayıp yağmalanıyorlar.
Medeniyetimizin tam ortasında, kenar mahallelerimiz ve gecekondularımızda barbarlardan, yabanilerden bir ırk yetiştirdik; felaket zamanında yabani hayvanlar gibi bizi mahvettiler. Kendileri de bizimle birlikte mahvoldular.
Dedenin hesabına göre, dünyanın 2073’teki nüfusu 350-400 civarındadır. “Bizler, gezegeni –toprağını, denizini ve gökyüzünü- tanrılar gibi kontrol altına alanlar artık Kaliforniya’nın suyolları yakınlarında ilkel bir hayat yaşıyoruz.” Mağaranın birine kitaplarından bazılarını saklamış; torunlarının o bilgi hazinesinden yararlanmasını arzu etmektedir. Unutulan her şey tekrar keşfedilmelidir. İlaçlar. Buharın gücü. Alfabe. Barut. Bunları torunlarına uzun uzadıya anlatmaya çalışır.Tartışmalar sırasında çocukların tercihleri şöyle şekillenir:
- Hoo-Hoo: Ben büyüyünce bütün keçilerimi bana doktor olmayı öğretmesi için Cross-Eyes’a vereceğim. Öğrenince de herkes önümde eğilecek, görürsünüz.
- Hare-Lip: Önünde eğilmeyeceğim. Sana ölüm çubuğu göndermen için para veririm. İşe yaramazsa, kafanı patlatırım.
- Edwin: Ben barutu bulup, hepinizi kölem yapacağım.
Hegel’in efendi-köle diyalektiğine doğru yol alıyoruz gene. İlkele dönüş de çare değil galiba. Bilgi ve mal sahibi oldukça, insandan bir şeyler eksiliyor. Bir şeyleri kaybediyor!
Manevî netliği kaybettik
Sistemsiz düşünen bir sosyalistti Jack London. Milyonlarca çağdaşı gibi, kapitalist düzenin ürettiği haksızlık ve eşitsizlikleri görüyor ve isyan ediyordu. Nitekim, taçlıvirüs salgını şiddetlendikçe, günümüz aydınlarının da sosyalizm damarları kabardıkça kabarıyor. Bruno Latour, “Artık üretime itiraz eden bir sosyalizm icat etmenin zamanıdır” derken; Zizek önümüzde sadece iki yolun bulunduğunu söylüyor: ya Barbarizm ya Komünizm! Fakat insanlık üretimci modernliğin “nimetlerini” de öyle kolay kolay terkedeceğe benzemiyor.
Çetin Altan-Soljenitzin karşıtlığı üzerinden bu noktayı belirginleştirelim: Türkiye’nin popüler sosyalistlerinden Çetin Altan (1927-2015), yetmiş yaşına merdiven dayadığında, insanoğlunun modern zamanlarda gerçekleştirdiği değişimlerin amacını, kapitalist faydacılığın pîri Jeremy Bentham’ın sâdık bir müridi havasında vaz ediyordu: “Doğumla ölüm arasındaki ömür süresini daha kolay ve hatta daha zevkli geçirebilmek!” Altan’a göre bireyler, çağların insanlara neler vermiş olduğunun tam bilincine varmazlar pek. “Örneğin 150 yıl önce müzik dinlemek lükstü; bugün en yoksullar bile müzik dinleyebiliyor; 14. Louis şatafatlı bir imparatordu, ama ne sinema gördü hayatında, ne uçak, ne televizyon, ne Internet, ne otomobil, hatta ne de bir tren. Bugün apartman kapıcısı çok daha renkli bir hayat yaşıyor.”4
- Sosyalizmin acı tadına uzun zaman bakmış olan Aleksandr Soljenitsin (1918-2008) ise, sekseninde Çetin Altan’la aynı yayında kaleme aldığı yazıda maddî kazanımların olduğunu yadsımıyor, fakat manevî kayıpların mukayese edilemez ölçüde büyük olduğuna dikkat çekiyordu: Sanayi, bilim ve teknolojisiyle modern toplum “manevî netliği kaybetmiş,” dolayısıyla ne uğruna yaşadığını bilemez hale gelmiştir.
Bunun doğal sonucu, insanoğlunun ölüm karşısındaki o net ve sakin tutumunu kaybetmesidir. “Çağdaş insanın rahatı ne kadar yerindeyse, ruhundaki o dondurucu ölüm korkusu da o kadar derin yaralar açmaktadır.
Eskilerin bilmediği bu kitlesel korku, bizim doymakbilmez, gürültülü, koşu tempolu hayatımızdan doğmuştur. İnsan kendisinin, hür iradeye sahip olsa bile, yine de evrende sınırlı bir nokta olduğu duygusunu kaybetmiştir. Kendini çevresinin merkezi olarak görmeye başlamış, dünyaya uyumlanacağı yerde, dünyayı kendine uyumlandırmaya kalkmıştır. O zaman ölüm düşüncesi elbette dayanılmaz hale gelir; tüm evrenin bir çırpıda ortadan kaybolması demek olur.”5
Taçlıvirüs, bizi maddî alanda olduğu kadar maneviyatımızla alakalı da ciddi bir muhasebeye yönlendirebilirse; ölüm duygusu karşısında o kadîm sükûneti yeniden ele geçirebilirsek; bu acımasız düşmana belki de minnet duyacağız.
Mustafa Özel
Kaynak: NİHAYET
1. Samantha Novello: Albert Camus as Political Thinker: Nihilisms and the Politics of Contempt, London: Palgrave, 2010, s. 9.
2. Hermann Broch: Vergilius’un Ölümü, İstanbul: İthaki, 2012, s. 5. (Musil’in romanı da Türkçeye çevrilmiş bulunuyor: Niteliksiz Adam. Fikir ve sanat adamıyla iktidar arasındaki ilişki ve çatışmayı hiçbir tarih kitabı bu iki hayalnâmedeki kadar ‘sadakatle’ aktaramaz!)
3. Jack London: Kızıl Veba, İstanbul: Zeplin, 2018, s. 16.
4. Çetin Altan: “20. Yüzyıl, 21’e Günaydın Derken,” Nathan P. Gardels (ed.): Yüzyılın Sonu, İstanbul: Koç-Unisys, 1996, s. 288-93.
5. Aleksandr Solzhenitsyn: “Yirmibirinci Yüzyıl Şafağından Önceki Gecenin Düşünceleri” age, s. 4-14.
1 Yorum
Manevi netlikten bahsetmişken bence maddi netlik zamanla buğulaşıp dönüşüm geçirdiği gibi manevi netlik te geçmişin bugüne yansıyan bulanıklığından kurtulamadığından yeni bir sürüme ihtiyaç duymaktadır. Ne de olsa bu boyutta hiçbir şey değişim ve dönüşümden ari değildir!