Hz. Muhammed’in “Pazar daraltılmayacak” ifadesi pazara küçük büyük herkesin girebileceğini ifade ediyor. Ticarette temayüzün en büyük sebebi pazarın kapitalist tekelciliği kırıcı hususiyeti idi. Pazara girmek isteyene fırsat tanıyan bu sistemle güçsüz tacirin mal ve emeği, güçlüler tarafından ezilmemekte, pazarda sürekli ucuz mal girişi olduğundan fiyatların aşırı yükselmesine meydan verilmemekteydi.
Murat Çizakça, “Batı Asya’nın Gerileme Nedenleri ve Toparlanması İçin Öneriler” başlıklı makalesinde “İslâm’ın kendi kapitalizmini oluşturduğu ve buna dair temel kaidelerin Kur’an’da bulunduğu hakkında sağlam kanıtlar vardır” görüşünü ileri sürer (Çizakça, 2012:29). Biz de Kur’an ile “İktisadî Dil” arasında ilintiler kurmaya çalışan yazılar kaleme aldığımız, zaman zaman Sabri Ülgener’e atıflar yaptığımız, “el kasibu habibullah” gibi bir kavrama tâbi’ eksende düşündüğümüz için Çizakça’nın makalesini heyecanla karşıladık. Yazar, İslâm ve serbest piyasa ilintisini kanıtlamak için 1) Kur’an’ın ekonomiye-finansa dair terimler kullandığını, 2) İslâm Hukuku’nun önemli bir kısmının tüccarlar tarafından hayata geçirildiğini, 3) Gerek Hz. Peygamber’in ve gerek ise dört halifeden Hz. Ebubekir ile Hz. Osman’ın ticaretle uğraştığını, 4) Büyük İslâm filozoflarının ise çoğunun muhtesip, yani pazarın düzenine bakmakla görevlendirilmiş, hayatlarını da böyle kazanan kişiler olduklarını ifadelendirir. Buna göre piyasanın işleyişinin yakından ve sürekli takibi, özel mülkiyete saygı fikrinin zihinlere yerleşmesine yol açmış ve İslâm’ın fiyatlara müdahaleyi reddeden, serbest piyasayı teşvik eden bir din olmasını mümkün kılmıştır. Yazara göre “ticaretin en önemli (ve belki de tek) ekonomik faaliyeti oluşturduğu Arap çöllerinde doğmuş olan İslâm’ın ticari faaliyeti, mülkiyet haklarını, serbest piyasa ve pazar ekonomisini teşvik etmesinde şaşırtıcı hiçbir taraf yoktur” (Çizakça, 2012: 29- 30). Yazar benim de katıldığım “kapitalizmin sanayileşme ile bağdaştırılması doğru değildir” yargısıyla düşünüyor. Ancak bu genel çerçevede paralel düştükten sonra yazarın “Ortaçağ İslâm ekonomisinin sanayileşmemiş oluşu, onu kapitalist olmaktan alıkoymaz” ifadeleri bu paralelliği bozuyor.
Çizakça’ya göre “İslâmî kapitalizm aslında, kârın ve zararın paylaşıldığı bir paylaşma ekonomisiydi” (Çizakça, 2012: 32). Osmanlı dönemi uygulamaları ise piyasalara çok daha saygılı olan İslâm geleneğinden ciddi bir sapmayı temsil eder. Çizakça’ya göre, ancak sınırlı kâra izin veren, fiyatları kontrol eden ve mülkiyet haklarını kısıtlayan ‘ön sosyalizmsi’ (proto-quasi socialist) şartlar altında, Osmanlı tüccar ve esnafı arasında sermaye birikiminin sınırlı kalışına ise şaşmamak gerekir (Çizakça, 2012: 47). Makalenin “Sonuç” kısmındaki yargı da Müslümanların kapitalistleşmesiyle ilgilidir ve Batı kapitalistleşmesine dair bir açıklama modeline yaslanıyor. Yazarın Timur Kuran’ın izahlarına yaslandırdığı teoriye göre Avrupa’da ticaretin gelişmesi piyasa daralması sonucu Batılı devletlerin uzun mesafelere emtia ihraç etme arayışına girmeleri büyük sermayeye ihtiyaç duyurmuş ve anonim şirketlerin kurulmasını icbar etmiştir. İngiltere’nin yünlü kumaşlarını Rusya’ya ihraç etme ihtiyacı neticesi Rusya Şirketi adı altında ilk kayıtlı tüzel kişilik kazanmış anonim şirketi kurulmuştu. Buna karşın Batı Asya Arapları ve İranlılar baharat adalarına kolayca ulaşabilmesi söz konusuydu. Bu tür korporasyonlara ve anonim şirketlere ihtiyaç yoktu. Hint Okyanusu serbest ticaret bölgesi (mare liberum) idi. Bunun yanında yazar Akdeniz’deki gemilerin Hint Okyanusu’ndakilere nazaran genelde daha büyük olduklarına işaret eder.
kdeniz’deki gemiler ebatça büyük ve silah teçhizatlı idi. Yazar, Hint Okyanus’undaki Müslümanlara ait gemiler büyük olsa dahi “bunlar top teçhizatı yerleştirmek için değil sadece daha fazla hacı ve mal taşımak için tasarlanmıştı” diyor (Çizakça, 2012: 36). Çizakça’ya göre Batı emperyalizmini finanse eden Batı kapitalizmiydi; İslâm dünyasını sömürgeleştiren de, kapitalizmin finanse ettiği bu emperyalizmdir. Eğer Batı, kapitalizmini, emperyalist girişimlerini ve sömürgeleştirme faaliyetlerini finanse etmek için kullanmaktaysa; İslâm dünyasının ve Batı Asya’nın toparlanması ancak, dininin ve kültürünün içinde var olan klasik kapitalizmini modernleştirmelidir (Çizakça, 2012: 48). Yazarın piyasayı tanımlamaya dair kavramları ile İslâm toplumunun iktisadî düzenlemesinde ortaya çıkan “piyasa”nın kavramlarının aynı muhtevaya sahip olmadığını ifade etmek gerekiyor. Müslüman pazarı Batı burjuvasının panayır ve çarşılarından farklıdır. Hz. Peygamber (S.A.V) Nebit pazarına giderek bir göz attı ve “bu asla sizin pazarınız olamaz” dedi. Sonra ileride (Medine pazarı adını alan) bu pazara döndü, etrafını dolaştı ve ‘(İşte) sizin pazarınız budur; bu (Pazar) daraltılmayacak ve burada vergi alınmayacaktır’ buyurdu” (Kallek, 1997: 191).
Emperyalizm-kapitalizm
Ancak Batı burjuvazisi sanayi üretiminden önce emperyalist bir yağma düşüncesi ile coğrafyalara yöneliyor. Dolayısıyla Batı’da sermaye oluşturma ile emperyalist niyetlerin birlikte doğmuş olması gereklidir. Yani “Batı emperyalizmini finanse eden Batı kapitalizmidir” ifadesi doğruyu teslim etmiyor. Farklı görüşlerden bakılınca sömürge girişimlerinin çeşitli şekillerde sermaye ürettiği de söylenebilecektir. “Kıymetli metal akışı Avrupalıların Amerika’yı keşfinin hemen ardından başladı. 1640’lara gelindiğinde Avrupa’ya en az 180 ton altın ve 17 bin ton gümüşün ulaştığı bilgisine sahibiz” (Blaut, 2012: 273). Blaut kapitalizmi üretenin emperyalizm olduğu yargısını öne çıkarır: Öncelikle kıymetli metallerin mülkiyeti çok kısıtlı bir alanda yoğunlaşmıştı. Avrupalı tüccarlar mülkiyeti ellerinde tutuyor ve Avrupa’nın kırsal bölgelerine ve Avrupa-dışı pazarlara yönlendiriyorlardı. İkincisi kıymetli metallerin arzı sürekli olduğundan Avrupalı proto kapitalistlerin mallar, işgücü ve arazi için önerdikleri fiyatlar bakımından sahip oldukları avantaj başka yerlerdeki rakiplerinin sunabileceği fiyatların daima üstündeydi (Blaunt, 2012: 275).
Yazara göre 1600 yılında Brezilya, toplam satış değeri 2 milyon pound olan 30 bin ton kadar şeker ihraç etmekteydi. Bu aynı dönemde İngiltere’nin tüm dünyaya ihracatının yaklaşık iki katıydı. Brezilya şeker plantasyon endüstrisinin birikim oranı o kadar yüksekti ki, 2 yılda bir kendini ikiye katlamaya yeten bir sermayeyi üretecek finansal kapasiteye ulaşmıştı (Blaunt, 2012: 278).
‘İslami kapitalizm’
Bu yaklaşımların Çizakça tarafından reddedilebileceği de öngörülebilir. Zira Çizakça, Fadime Özkan ile söyleşisinde “İslâm ekonomisi kapitalizmin ta kendisi, orijinal, etik, çirkinleşmemiş halidir. (…) Peygamber tarafından yorumlanıp oluşturulan kurumlar olmasaydı bu başarı sağlanamazdı. Nitekim, bu sistemin en önemli ilke ve kurumları Batılılar tarafından 10. yüzyıldan itibaren alınmış ve Batı kapitalizmi de İslami kapitalizmin dümen suyunda gelişmiştir. (…) Klasik İslâmi kapitalizm İslâmiyet’in koymuş olduğu ahlak ilkelerine dayanıyordu. Batı tarafından alındıktan sonra orada Batı’nın çok özel şartları dolayısıyla bir evrime tabi tutuldu. O kötü, sömüren kapitalizm haline dönüştü” diyecektir. Peki öyle mi?
Hz. Peygamber’in (SAV) “Pazar daraltılmayacak” ifadesi pazara küçük büyük herkesin girebileceğini ifade ediyor. Ayrıca Müslüman prototiplerin “kapitalist olalım da ahlâkî örneklikler verelim” denilebilecek bir yönelişle yürüdüklerini söylemek çok güçtür. Abdurrahman b. Avf’ın Medine’ye geldiğinde hiçbir varlığı olmadığı halde çok cüzî bir nakitle ticaret malı alarak hemen ticaret yapmaya başlaması anlamlıdır. Ticarette temayüzün en büyük sebebi pazarın kapitalist tekelciliği kırıcı hususiyeti idi. Pazara girmek isteyene fırsat tanıyan bu sistemle güçsüz tacirin mal ve emeği, güçlüler tarafından ezilmemekte, pazarda sürekli ucuz mal girişi olduğundan fiyatların aşırı yükselmesine meydan verilmemekteydi. Sermaye yoksunluğu pazara girmeye engel olmamaktaydı. Ayrıca pazar, sermaye sahiplerini koruyan vergilendirme ya da kiralandırma ile rekabetin önünü tıkayan “bırakınız yapsınlar”cı zihniyete izin vermeyen bir “korumaya” sahipti. Hz. Ömer, başkalarını zarara uğratacak denli düşük fiyatla mal satan esnafa “ya herkesle aynı fiyata sat ya da pazarımızdan çık” diye ikazda bulunmuştu. Dolayısıyla pazar hiç de Çizakça’nın düşündüğü gibi başıboş ve “serbest” değildir. Müslüman pazarın geniş tutulması demek, pazara mal getiren herkesin “geçineceği” rızka erişebilme kapısının açık tutulması demekti. Pazar genişledikçe “işletme” fikri ile hayatını idame ettiren insanlara ulaşılmakta idi. Dolayısıyla Müslüman pazarı, proleterlerin yoğunlaştırıldığı bir alandan ziyade işletmelerin çoğalmasını önceleyen bir pazardır.
Müslümanlar, 622 tarihinde Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde Muhacirler ile yerli Ensar arasında Hz. Peygamber kardeşlik akdi gerçekleştirmişti. Bu çerçevede, Abdurrahman b. Avf ile Ensar’ın en zengini Sa’d ibnu’r-Rabî’ kardeş olarak eşleşmişti. Sa’d, kardeşliğin ve dostluğun gereği olarak malının yarısını kendisine teklif etmesine rağmen Abdurrahman’ın bunu kabul etmemesi ve “Burada ticaret yapılan bir çarşı var mı?” diye sorarak yolunu öğrendiği Kaynuka çarşısında ticaret yapması (Buhari, Büyu’, 34/2), önemli bir göstergedir. İslam, bedevi silahşorların değil, şehirli orta sınıfların dini olarak ortaya çıkmıştı (Kurt, 2010). Murat Çizakça’nın perspektifini kabul etmiş olsalardı kardeşlik aktiyle birleştirilen sahabelerin anonim şirket benzeri yapılar gerçekleştirmeleri hiç de müşkül değildir. Ayrıca Çizakça’nın İslâm’da var olduğunu düşündüğü kapitalizmin delili saydığı Ebu Bekir (R.A) Halife olduğu halde mal bırakmadan ölmüştü. Sermayesizlik kapitalist mantığa sığmayacaktır. Ancak bunun İslâm toplumlarında görülebilmesinin sebebi pazarın her tür girişimciye açık olmasıdır. Çizakça’nın “mülkiyete saygı”, “serbest piyasa” diyerek “kapitalist tip”e yönelik yaptığı okuma Hz. Peygamber’in (S.A.V) toprak meselesine getirdiği yaklaşımlarla uyuşmamaktadır.
İslam iktisadının temelleri
Ahmet Tabakoğlu’nun da belirttiği üzere Hz. Peygamber bazı toprakları himâ (korunmuş şey) diyerek ferdî mülkiyet sahasından çıkarmıştı. Toprakların önemli bir kısmı sadece intifâ hakkı ile ve gaziler arasında paylaştırılmıştı. Hz. Peygamber fertlere bırakılmasında kamu zararı olan hiçbir toprak tahsisi yapmamıştı. Hatta kamu toprağı üzerinde çiftçilik ya da üretim yaparak kamu lehine faydalanma yapan övülmüştü: “Kim ölü toprağı ihya ve imar ederse o yer onundur” (Tabakoğlu, 2005: 110- 111). İmam-ı Âzam, “Kim bir arz-ı mevatı ihya ederse, kendisinindir” şeklinde gelen hadisten hareket ederek ölü arazinin Devlet Başkanının izni ile araziyi ihya edene verilmesini caiz görmüştür (Ebu Yusuf, 1982: 181). Beyt-ül Mâl’a ait arazi eğer üzerinde ziraat yapılmıyor, bina bulunmuyor ve atıl duruyorsa onu ihya eden kişi emeği ile ortaya bir hasıla çıkarmaya teşvik ediliyordu. Ancak toprak mülkiyeti ile değil kullanım hakkı ile işleyene geçtiği için kapitalizmin gelişmesine izin verilmiyordu. İktisat kelimesi ‘kıst’ kavramının türevi olduğu için ahlâkın iktisadîliğinden (Kıst: adalet, kıstas, ölçü, mizan, hayr, birr, maksat) bahsetmek mümkün görünüyor. Başkaları aleyhine biriktirmeye ve başkalarını umursamadan tüketmeye izin vermeyen ahlâkın iktisadîliğinden elbette bahsedilebilecektir.
Lütfi Bergen
Kaynak: STAR