Bir nevi İstanbul’un “çekirdeği” olan Eminönü’nün Bizans’ın kuruluş yeri olduğunu tarihçiler söylerler. İstanbul’un fethinden sonra da Osmanlı için bedesten ve büyük çarşı (kapalıçarşı) ile Eminönü’nün ticaretin “kalbi” olduğunu yine tarihçiler naklederler. Öyle ki ticaretin kalbi olmasına dönük olarak, bugünkü eski hanların hemen hemen tamamının Eminönü bölgesinde olmasına atıf yaparlar. Cumhuriyet döneminde de Eminönü, imalat, küçük sanayi, depolama, toptan ticaret, matbaa ve benzeri işlevleri bünyesinde tutmakla ülke genelinde “kritik” bir öneme haiz görünmektedir. Bu bağlamda Eminönü, ilk zamanından günümüze kadar sürekli üretimin yapıldığı, bu nedenle üretimin çekirdeği, kalbi ve kritik öneme sahip bir yeri demektir.
Burada sorulması gereken soru şudur: Eminönü’nde kim neyi ve nasıl üretti, üretir ki Eminönü çekirdek, kalp, kritik gibi vasıflar ile anılabilsin?
Eminönü tarihinde üretimin nefesi
Eminönü’nün Bizans’a dayalı tarihini Bizanslılara bırakıp, Osmanlı üzerinden konuşacak olursak ister istemez esnaf yapısı ya da bilinen yapılanma olarak ahilik üzerinden birkaç kelam etmek gerekir.
Bir kere, ahi olmak için “hareket ve muamele” şarttır. Herkes kabiliyetli olduğu bir mesleği icra etmelidir, rastgele “her işi yaparım abi” modunda herhangi bir işte çalışmak yoktur. Öte yandan kabiliyetli olduğu mesleği yapmak da basit ama “kritik” bir kaideye dayalı olmalıdır: Allah rızası. 1524 yılına ait Bursa Kadısı’nın kaleme almış olduğu bir el yazmasında belirttiği üzere “Ahilik vasıflarını üzerinde toplayan kişinin, esnaflık ya da sanatı, buna muhtaç Allah kulları için yaptığı fikrini benimsemiş olması gerekir.” Üretimin çekirdeği de kalbi de kritik noktası da budur: Allah rızasına ermek.
Yamak, çırak, kalfa ve usta şeklinde bir hiyerarşik zincir içinde bulunan tüm ahilerin en üstündeki ahi babalar ise üretim süreçlerinin ve araçlarının Allah rızası üzere yani istikamet üzere işlemesi için var olan maddi ve manevi önderlerdir; Allah rızasını hâlleri ile kalplere nakşeden ve mesleklerinin inceliklerini akılla yerleştiren figürlerdir. Yamağı da çırağı da kalfayı da ustayı da belli bir gönül hiyerarşisi içinde hizada tutan meslek ve ahlâk pîrleridir. “Ben tamam oldum, bu işi öğrendim” deyip dükkân açmak isteyen kalfalara “işin püf noktası”nı vermeyip kalplerinde sır eden akıl küpleridir. Bu pîrler, işin püf noktasını ayan eyledikten sonra “tekmil-i sanat” ile kalfalıktan geçirip ustalık payesi verdiklerine ahi zaviyelerindeki muhabbet meclislerinde her daim hadlerini hatırlatan birer uyarıcıdırlar: Eline, beline, diline hâkim ol! İhtiyacın kadar (elinle-bilinçli) tüket, bunun için de ihtiyacın kadar (belinle-gücünle) üret, bunun için de ihtiyacın kadar (dilinle-hassas) konuş! Arzularını ihtiyaç zannedip de haddini aşma!
Haddini aşanlar, mesela üretimde hile yapanlar, hadleri gözeterek üreten diğer ahiler hakkında ileri-geri hadsiz laflar edenler veya hadler içinde tüketen müşteriye hadsizlik yapanlar için önce nasihat ama mükerrer olduğunda manevi cezalar vardır: Selamı kesmek, pabucunu dama atmak, merkebe ters bindirilip çarşı-pazar dolaştırmak. Manevi cezanın kuzulaştırmadıkları kimi özü kurtlulara “Deriyi kasbâne ile yüzeler, bıçağ ile yüzmeyeler, delük ve yaruk etmeyeler. Eğer deride delük ve yaruk bulunursa, yüzen kimsenin muhtesib hakkından gelüb cerimesin ala.” gibi ihtisab fermanları ile nihaî had bildirmeler, işin devlet ayağıdır. ahi babayı aşan, devlet babayı aşamaz çünkü. Ahi babanın cemal tokadının ıslah edemediği, devlet babanın celal tokadı ile zincirlere bağlanır.
Öte yandan tokatsız istikamet üzere takat getiren ahiler için had üzere ürettiklerinin şükrünü yapabilecekleri, ahi zaviyelerinde ahi babaların uhdesinde bulunan ahi orta sandıkları bulunmaktadır. Sandıkların rutin gelir kaynakları yanında, kendisi ve ailesi için günlük ihtiyaçlarından fazlasının genelde ahiler tarafından sandıklara verildiği nakledilir.
Bunun için olsa gerek, ahiler arasında kıdem dışında “büyük-küçük” ahi ayrımı yoktur, yani gelir uçurumu yoktur. Gelir uçurumunun olabilmesi için rekabetin olması lazımdır, ama ahiler arasında rekabet de yoktur. Meşhur siftah örneklerinden biri şöyledir: “Adamın birisi bir şey almak üzere Mısır Çarşısı’na girer. İlk dükkâna müracaat eder ve aradığını oradan almak ister. Dükkâncı ‘Ben siftah ettim, yanımdakine git’ der. Yanındaki dükkâna gider. Ondan da aynı cevaba maruz kalır. Bir hayli dükkân dolaştıktan sonra siftah etmemiş birisini bularak ondan alır.” Rekabet yoktur, çünkü rekabet sınırlı bir pastada olur, hâlbuki Allah’ın rızasında sınır yoktur! Bu nedenle fazla üretmek değil, Allah’ın rızasına uygun yani ihtiyaç kadar üretmek ve diğer üretenleri (ahileri) de gözetmek, yani kendisinin iki gözünden biri etmek, esastır.
Ahiler böyle olduklarından, paklanmak isteyen eski hükümlüler için ahilerin zaviyeleri bir (meslekî) rehabilitasyon merkezidir aynı zamanda. “Şimdiye kadar elime, belime, dilime hâkim olamadım” deyip had bilmek isteyenleri de paklayıp cilalayan bir sığınaktır ahi zaviyeleri. Bir nevi, kalbi ölü olanları dirilten nefestir! Bu nefesin özü de ahilerin irtibatlı oldukları kurumsal yapılanma ya da (Köprülü’nün ifadesi ile) tarikatlardır. Bu nefesi terennüm edenler için ekonomi (üretim), bir rızık aracından öte bir anlam ifade etmemektedir.
Peki, Osmanlı’nın her yerinde etkin olduğu kadar özellikle Eminönü’nde ağırlıkları görülen ahiler öldü mü, yani Eminönü’nde tarih öldü mü acaba?
Mübahın hava/heva ile başkalaşan anlamına İlmi Yayma niyeti ile direnmek
Tarihî bağlamı bir anlık kenara koyup, hâlihazır atmosfer içinde ekonominin merkezi konumlarından biri olan Eminönü’ne bakınca, ne söylememiz icap eder?
“Aldatan bizden değildir”in hiçbir anlamı yoktur, çünkü aldatarak bire-beş, bire-on, bire-yüz gibi kâr elde etme yolu bulunmaktadır. Ufak bir ekonomik dalgalanma döneminde bile “fırsat bu fırsat” deyip, fiyatları yükseltmekse hiç sorun değildir homoeconomicus için, çünkü kendi kârı esastır. Hile yapmak, işinin neredeyse bir parçasıdır. Yeter ki elindeki malı satılsın da malın kusurunu örtmek, homoeconomicusun ustalık alanlarındandır. Bereket de ne demek ola ki; çok, daha çok, daha da çok kâr elde etmek var işin ucunda. Hele hele, ucu olmayan kâr için faiz, cilalı kâr demektir homoeconomicusun gözünde. Özetle, homoeconomicus “dinuhum dinaruhum” işaretinin mücessem halidir.
Bu başkalaşan daha doğrusu özünden (Yâr’ın üflediği ruh-u sultandan) kopup bâtıllaşan halet-i ruhiyeye karşı “lâ” bayrağını çeken erler hiç mi olmamıştır, hiç mi yoktur? Başka bir ifade ile homoeconomicus karşısında (Sabahaddin Zaim’in sıkça tekrarladığı) homoislamicus (güzel insan) nerededir?
Güzel insan (ama az ama çok) her yerde olduğu için, insanı yücelten tevhid bayrağı da olacaktır, olmuştur. Eminönü’nde bir zamanlar başta ahiler olmak üzere tüm aktörler tarafından merkezde olan sadece Allah rızasına dayalı ekonomik faaliyet ve ilişkiler ağı yani nefes alıp nefes vermenin yerine geçen, hava/heva peşinde koşan homoeconomicusa karşı direnen hamlenin Cumhuriyet dönemindeki göstergesi İlim Yayma Cemiyeti’nin kurulmasıdır.
İlim Yayma Cemiyeti, adı üstünde ilim ile alakalı bir yapılanmadır, özelde esnaf genelde de ekonomi ile ilgili değildir. Ancak devletin olmadığı yerlerde ve zamanlarda devletine ve milletine sahip çıkma adına inisiyatif alan ahiler gibi, İlim Yayma Cemiyeti de hava/heva peşinde koşmayan aksine bir nefes üzere istikamet eylemiş Eminönü’ndeki bir grup esnafın öncülüğünde kurulmuş olan ve her yol mübah anlayışına karşı mübah/helal-haram çizgisinde direnen saf bir kale gibi kurulmuştur. ahiler üzerindeki tekkelerin etkisine benzer bir hâlle dönemin Nakşibendi Meşayıhından Abdülaziz Bekkine Efendi’nin de teşvikleri ile 68 güzel insan bir araya gelerek İlim Yayma Cemiyeti’ni kurmuşlardır. İlim Yayma Cemiyeti, güzel insan yetiştirme niyetini merkeze alan imam-hatipleri “açıp yaşatmak” için kurulmuştur. Çünkü dönemin devlet yöneticileri, 1950’den sonra imam-hatiplerin açılmasına izin vermiştir ama “Ben öğretmenlerimi veririm, maaşlarını öderim. Bunun dışında okulların yapımına, bakımına, yatılı olsun olmasın talebelerin bakımına karışmam” havası içindedir. Böylece İlim Yayma Cemiyeti’ni kurmak suretiyle, Eminönü’ndeki bir grup esnaf, homoeconomicus çarkına girilmeden, sadece ve sadece maksimum kâr-minimum maliyet hesabı üzere her yol mübahtır hastalığına düşmeden, hesabını vereceği yerin şuurunda olarak Allah’ın rızasına uygun ekonomik faaliyetlerin her zaman ve zeminde mümkün olduğunu bizzat ispatlamışlardır. Çünkü mümin, iddia sahibi değil her haliyle ispat eridir. Böyle olduğu içindir ki tıpkı ahilerin orta sandıklarındaki mantık gibi, Eminönü esnafından bir grup güzel insan da İlim Yayma Cemiyeti’ni kurarken can-u gönülden ellerindeki kıt ama bereketli imkânlarla nefes olmuşlardır.
Netice: niyet hayr ise akıbet Homoislamicus
Eminönü’nün ekonomi çarkında İlim Yayma Cemiyeti’ni kuran nefes sahipleri gibi hâlâ var mıdır nefes alıp nefes veren homoislamicus tipleri diye sorulacak olursa, cevap basittir: Nefes peşinde (niyetiyle) Eminönü’ne koşan kişi, nefes üzere olan esnaf bulur, belki zor bulur ama bulur;
hava/heva peşinde koşan da ne kadar homoislamicus ayaklarına yatsa da zehir gibi homoeconomicus bulur ve onun gibi olur, zaten onun gibidir de. Çünkü niyet, en büyük çekim gücüne sahip bir mıknatıs gibidir. Arayan Mevla’sını da bulur, belasını da. Yana yana arayan Mevla’sına (homoislamicus), yan yan arayan belasına (homoeconomicus)…
Faruk TAŞÇI
Kaynak. NİHAYET