İhtiyaçlar ve Tüketim Üzerine Yazılar
Bu çalışmanın amacı, iktisadi ve sosyal politikalara temel oluşturabilecek bir ihtiyaç kuramı geliştirmek. Başlangıç noktası ise, standart iktisat düşüncesi içinde insanların istekleri ve tercihlerinden söz edilebileceği, ama bu düşünce içinde ihtiyaç kavramına yer olmadığı saptaması. İktisadın bir politika bilimi olarak geliştiği düşünülürse, bunun bir acayiplik olduğu kolayca görülebilir. Bu gerçekten bir acayiplik çünkü bütün iktisadi ve sosyal politika önermeleri, sekiz yıllık eğitimden sağlık sigortasına, parasız yüksek öğrenimden toplu taşımacılığa, konut kredisinden vergi reformuna bütün politika tartışmaları, insan ihtiyaçları ile ilgili bazı varsayımlara dayanmak zorunda. “İnsanın buna ihtiyacı vardır”, “Bu insan için iyidir” demeden nasıl “Bu düzenleme iyi, bu düzenleme kötü” diyebiliriz? Bu konudaki fikirlerimizi neye dayanarak savunabiliriz? İşte iktisadın temelindeki insan anlayışı tam da bunu engelliyor ve bize ”İnsanın buna ihtiyacı vardır” demeyi, “Bu insan için iyidir” demeyi yasaklıyor. Dolayısıyla, insan ihtiyaçlarını içeren, insan ihtiyaçlarından söz edebilen alternatif bir insan anlayışı geliştirmek durumundayız.
Ama insan ihtiyaçlarından söz etmek hiç kolay bir iş deĞil. İnsan ihtiyaçlarından söz etmek iki sebepten ötürü gayet zor. Bunlardan biri, ihtiyaçlarıN tarih ve kültür içinde ortaya çıkması, gelişmesi ve çeşitlenmesi; ikincisi ise, insan ihtiyaçlarını belirlemenin, öncelik sırasına dizmenin ve bunları iktisadi ve sosyal politikaların oluşmasında kullanmanın getirdiği politik tehlike. Yani, politik gücü elinde tutanların “Senin buna ihtiyacın yok, şuna ihtiyacın var” diyerek insanların hayatlarına müdahale etmeleri tehlikesi.
Bu durumda bir ikilemle karşı karşıya kalıyoruz. Bir yandan toplumdan topluma çeşitlilik gösteren ve sürekli gelişen insan ihtiyaçlarından bahsetmek ve bunu “ihtiyaçlar üzerinde diktatörlük” tehlikesine yol açmayacak bir biçim de yapmak zor; öte yandan ihtiyaçlar üzerine hiç bir şey söylemeden iktisadi ve sosyal politika önerileri yapmak, uygulanan politikaları değerlendirmek ve farklı sistemlerin ekonomik ve sosyal başarılarıyla ilgili karşılaştırmalar yapmak imkansız. Derlemenin ilk makalesi, bu ikilemi aşmaya yönelik kuramsal bir çaba oluşturuyor. Bu çaba içinde, Smith’den geçerek Aristo’dan Marx’a uzanan bir geleneğe dayanıyor ve her yerde ve her zaman, bütün insanların nihai amacını “yaşadıkları topluma katılarak insani kapasitelerini geliştirmek” olarak tanımlıyoruz. Bu amaca hizmet eden her şey de, ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor. Bu esnek ama esnekliğine rağmen anlamlı varsayım, bize ihtiyaçlara dayanan bir politika yaklaşımı geliştirmek fırsatı veriyor.
Gene de, ihtiyaçlarla politika önermeleri arasında bir köprü oluşturulması gerekiyor. Çoğu düşünür bunu bir temel ihtiyaçlar listesi ya da Maslow-vari bir ihtiyaç öncelikleri sıralaması aracıyla yapmaya çalışıyorlar. Biz bunun kuramsal açıdan sakat, politik açıdan sakıncalı olduğunu düşünüyor ve aradaki köprüyü tüketim aracılığıyla kurmaya çalışıyoruz. Yani tüketime yalnızca ihtiyaçların karşılandığı alan olarak değil, aynı zamanda ihtiyaçların ortaya konulduğu, insanların toplumun parçası olmak ve insani kapasitelerini geliştirmek üzere giriştikleri bir faaliyet olarak yaklaşıyoruz. Ama bu faaliyetin bireyi topluma entegre etmekte başarısız olabileceğini ve dışlayıcı bir rol oynayabileceğini de kabul ediyoruz. Dolayısıyla, bir toplumda varolan tüketim yapısının,
a) insanların ne yapmaya çalıştıklarını anlamak
b) bunu yapmakta başarısız olup olmadıklarını görmek
c) bu başarısızlığın nedenlerini araştırmak
d) politik müdahaleler yoluyla tüketim yapısının bu başarısızlığı ortadan kaldıracak ve insanların topluma anlamlı bir biçimde, özerk bireyler olarak kalarak insani kapasitelerini geliştirmelerine olanak verecek biçimde değişmesini sağlamak amacıyla incelenmesi gerektiğini söylüyoruz.
Bu yaklaşım çerçevesinde, tüketim, insanların içinde yaşadıkları topluma katılmak, bu toplumun bir parçası olarak kendi insani kapasitelerini geliştirmek üzere giriştikleri, çalışma hayatının dışında kalan faaliyetler olarak tanımlanıyor. Bu tanım doğrultusunda, tüketim faaliyetinin çerçevesi, toplum tarafından belirlenen ihtiyaçlar ve ihtiyaç karşılama biçimleri tarafından çiziliyor. Bu, piyasa ilişkileriyle sınırlı bir çerçeve degil. Devletin vatandaşlarına tanıdığı sosyal haklarla kişisel nitelikli ilişkiler de bireyin toplumsal konumunu belirlemekte etkili olabiliyorlar. Dolayısıyla belirli bir toplumun vatandaşı olmanın, bireyin ekonomik yaşamı açısından ne anlama geldigi, bu ilişkilerin tüketim alanında oynadıkları role bağlı olarak bilirleniyor. Bunu analitik bir çerçeve içinde ifade etmek için farklı toplumlarda ekonomik ilişkileri farklı biçimlerde etkileyen üç davranış ilkesini gündeme getirebiliriz: Piyasa ilişkilerini belirleyen “değişim” ilkesi, devlet müdahalesini belirleyen “yeniden dağıtım ilkesi” ve kişisel nitelikli ilişkileri belirleyen “karşılıklılık”ilkesi.
Bu çerçeve içinde, gelişmiş Batı ülkelerinde ekonomik faaliyeti anlamak için değişim ve yeniden dağıtım ilkelerine, piyasa ve devlet kurumlarına, birlikte bakmak gerekirken, Türkiye’de karşılıklılık ilkesinin merkezi önem kazandığı bir durum söz konusu. Karşılıklılık ilişkilerini, değişim ve yeniden dağıtım ilişkilerinden ayıran en önemli unsur, bu ilişkilerin enformel ve anonim olmayan nitelikleri; bunların, tarafların sosyal konumlarından kaynaklanan ve yazılı kurallara dayanmayan sorumluluklar, güven ve dayanışma bağları içermeleri. Birbirlerini tanıyan insanlar arasında kurulan bu tür ilişkileri tipik örneklerini, aile, hemşehrilik, komşuluk, dini ve etik cemaatler ve son zamanlarda yakından tanımak fırsatı bulduğumuz, mafya tipi örgütlerde buluyoruz. Karşılıklılık ilişkileri, doğal olarak, bu farklı topluluklar içinde farklı biçimler alabiliyorlar. Ama, genel olarak, bu topluluklam hepsinin işleyiş mantığı aile metaforuna dayanıyor ve bu mantık, Türkiye ekonomisinde hakim bir konuma gelerek piyasa ve devlet kurumlarının işleyişini de önemli bir biçimde etkiliyor
Bu kısım kitabın önsöz bölümünün bir kısmını oluşturmaktadır. Kitaptan bir bölüm okumak için tıklayınız.
Ayşe Buğra bu yeni çalışmasında, insanın en temel davranış biçimlerinden biri olan tüketimi, iktisadî, siyasî, sosyal ve kültürel dinamiklerin kesiştiği bir noktada inceliyor. İlk bakışta salt bireysel bir özellikmiş gibi görülen tüketim ilişkileri, ahlâkî ve siyasî boyutlarından soyutlanarak ele alınabilir mi? Buğra, bu soruya açık ve inandırıcı biçimde olumsuz yanıt verirken, iktisat bilimindeki tüketim kavramının yetersizliklerine de işaret ediyor. Sosyal davranış biçimlerinin Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve politik dinamiklerini yansıtan bir süreç olarak irdelenmesi gerektiğini gösteren yazar, ihtiyaç kavramını, iktisadî ve sosyal politikaların merkezine yerleştiriyor. Bu kavramı bireysel istek ve tercihler alanından ayırarak yeni bir bakış açısı da getiriyor. Buğra, ihtiyaçları karşılama biçimlerini anlamak için devlet ve piyasa ikileminin nasıl yetersiz kaldığını ve piyasa ve devlet dışı ilişkilerin bu konuda nasıl kilit bir rol oynadığını, Cumhuriyet dönemi içinde, çeşitli sektörlerden seçtiği örneklerle gösteriyor. Gerek gecekondu olgusu gerekse bayilik sistemi, insanlar arasındaki karşılıklılık ilişkisinin iktisadî ve siyasî rolünün çarpıcı bir biçimde sergilendiği alanlar. Salt pazar ilişkisi içinde tatmin edilemeyen bireysel ihtiyaçlar başka hangi yollarla karşılanabilir? Anonim olmayan ilişkiler temelinde biçimlenmiş toplulukların, örneğin cemaatlerin, ihtiyaçların karşılanmasında devreye girmeleri ne gibi bireysel ve politik sonuçlar doğurabilir? Ayşe Buğra, -ne denli modern görünümde olursa olsun- Türkiye’de karşılıklılık ilişkisinin, sosyal ve iktisadî faaliyetlerin işleyişindeki önemine işaret ediyor ve bizi bu ilişkiler içindeki bireyin özgürlüğü üzerine de düşünmeye zorluyor.
kitabı temin etmek için tıklayınız.