Temel Hazıroğlu hocamız ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Özellikle insaniliğimiz üzere, “Neredeyiz? Nerede olmalıyız?” sorularını ele almaya çalıştık, insanliğimiz üzerinde kurumlarımızın etkilerini sorguladık. İstifadeli olması temennisiyle.
Hocam hayırlı günler, bugün sizinle insan ve kurumlar üzerine, biraz da meseleyi İslam iktisadı üzerinden götürerek, bir söyleşi yapmak istiyoruz. Dilerseniz birinci sorumuzla başlamak istiyorum. İnsanı diğer canlılardan ayıran ve değerli kılan temel özelliği nedir?
İnsan şüphesiz bu dünyadaki en değerli varlıktır. Dünyanın insan için yaratılmış olması ve ondaki tüm imkanların ve nimetlerin insana armağan edilmesi buna en büyük işarettir. İnsana sunulan bu nimetlerin en büyüklerinden biri de akıldır. O yüzden insandan beklenen yaratılıştan aldığı bu değere sarılması, onu sımsıkı koruması ve bu değeri hiçbir ayırım (dil, din, ırk, renk, cins, statü, makam vb.) yapmaksızın bütün insanlara şamil olacak şekilde anlayıp kavraması ve bunun için mücadele etmesidir.
Oysa yeryüzünün, gökyüzünün, kısaca arzın en değerli varlığı olarak tezahür eden insan bugün asli değerinden nispeten uzaklaştırılmış, kendi varlık nedenlerinden, fıtratından büyük ölçüde kopmuş ve kendine yabancılaşmıştır. Ancak biz biliyoruz ki, her şeyden önce insanın kendi doğasına, fıtratına bağlı kalarak yaşaması onun hem mutluluğunu hem de insanca var oluşunu sürdürmesini sağlar.
İnsanı konuşunca aslında yeryüzündeki bütün varlıkları da konuşmuş oluyoruz bir şekliyle. Nispeten İbn Miskeveyh’in diliyle söylersek yeryüzündeki varlıklar dört ana grupta toplanır. Bu insanın varlığını, özelliğini ve konumunu da açığa çıkaran bir tasniftir, bu yönüyle de önemlidir. Buna göre varlıkları dörde ayırabiliriz: Birincisi cansız ve hareket etmeyen varlıklardır. Taş, toprak gibi varlıklar buna örnektir. İkincisi canlı, ancak hareketsiz olan varlıklarıdır. Bunları da bitkiler olarak düşünebiliriz. Üçüncü sırada ise canlı ve hareketli varlıklar vardır. Hayvanlar ise bu sınıfın içerisindedir. Miskeveyh bu gruplandırmasında insanı da dördüncü gruba dahil etmektedir ve onu hem canlı hem hareketli hem de düşünen bir varlık olarak ele almaktadır. Bu açıdan baktığımızda insanın diğer canlılardan en temel farkı akleden, düşünen ve aklı selim sahibi bir varlık olmasıdır.
Dolayısıyla insanın değeri Yaratıcının ona aklı vermesinden kaynaklıdır. Ancak akıl sahibi olmak, insana bir sorumluluğun da yüklenmesini beraberinde getirmiştir. Sonuç olarak insanın en temel değerinin yaratılışı gereği fıtrattan kazandığı bir değer olduğunu söyleyebiliriz.
Hocam insanı diğer canlılardan ayıran en temel özelliğinin düşünen bir canlı olması olduğunu dile getirdiniz. Bunun üzerinden devam edelim istiyorum. COVID-19 öncesi hayatımızın son derece hızlı aktığı bir dönemde, bu hız insanı değerli kılan bu özelliğimize zarar veriyor muydu? Başka bir ifadeyle bu derece hızlı yaşadığımız hayatımız insanlığımızdan ve düşünme yetimizden taviz vermemize neden oluyor muydu?
Söylediğiniz gibi salgın öncesi dönemde modern, küresel ve kapitalist dünyanın insanı çektiği bir alan vardı. Bu alan da aslında ekonomik gelişmelerin, özellikle küresel kapitalizmin 16 ve 17. yüzyıldan itibaren daha önce arz yönlü olan iktisadın artık talep yani tüketim yönlüye çevrilmesini ifade etmektedir. Nitekim bu durum aynı zamanda 20. yüzyıl tüketim toplumunu da ortaya çıkaran bir saiktir.
Buradan da anlayabiliriz ki yeryüzündeki egemen güçler insanların, kendi ürettikleri mal ve hizmetleri talep edecek boyutta olmalarını istiyor. O yüzden de insanların hayatı tüm boyutlarıyla kavrayıcı sağlıklı bir düşünceden yoksun kalmalarını teşvik etmek, düşünemeyecek kadar hızlı bir tüketici olmaları için ellerinden geleni yapıyor ve kendi ürettikleri mal ve hizmetleri satın almaları için akıl almaz yöntemlerle onları tüketici konumuna sokuyor başka bir deyişle her şeyi bitirip yok etmeye yönlendirerek yaşamaya itiyorlar. Bu durum da doğal olarak insanları çok hızlı bir sürece itmektedir. İnsanlar bunun sonucunda bitmez tükenmez bir haz peşinde koşmaya başlıyorlar. Bu açıdan baktığımızda bazı araştırmalarda Türk toplumunun cep telefonunu değiştirme hızının ortalama iki yıl olduğu görülüyor, bu oran Avrupa toplumlarının ortalamasının üzerinde bir rakam, Avrupa’da bu oran 3-3,5 yıl olarak değişiyor. Şimdi düşünelim Türkiye’nin milli geliri ortalama 9.000 dolar, Avrupa’nın ortalama milli geliri 45.000 dolar civarı. Bu vaziyet toplumumuz açısından oldukça düşündürücü. Bu durum aslında küresel kapitalizmin, kendisine uydu yaptığı ülkelerdeki insanları kendi ürünlerini kullanmaları için nasıl da motive ettiğinin bir örneğini teşkil ediyor. Bu durum kısmen insanların hayatın o hızlı akışı içerisinde oturup da düşünmeye vakit bulamamasından ötürüdür. İnsan belki farkında değil ama arz insana daraltılmıştır.
Bütün bunların ışığında düşündüğümüzde Covid-19 virüsü insanlara bazı uyarı sinyalleri de verdi. Dolayısıyla bu salgın süreci bazı şeyleri de bize hatırlattı. Bunlardan bir tanesi, çok hızlı akıp giden zamanın içerisinde şöyle bir evimize, tabiri yerindeyse, kendi kabuğumuza çekilmemiz oldu, adeta tefekkür kalesine çekildik. Bu arada eskiden kendimizi gizlemek için taktığımız maskeleri bu sefer kendimizi korumak için takar olduk ve bu yaşa kadar hiç görmediğimiz şekilde toplumun içerisinde her yerde maskeli insanlarla karşılaşmaya başladık. Tanıdığımız insanları sokakta gördüğümüzde tanımakta zorlandık. Tüm bunlar aslında bizi bir parça hayatın anlamı konusunda tekrar düşünmeye itti. Her şerde bir hayır olduğu gibi, bu durum da insanın kendi içine dönmesi, aslına dönmesi konusunda bir bakıma bazı fırsat kapıları da açmış oldu diyebiliriz.
Malum salgın ile birlikte ilk etapta hayatımızın akışı ciddi şekilde yavaşladı, ancak sonrasında bu sürece de bir şekilde uyum sağladık diyebiliriz. Peki, şu an içinde bulunduğumuz koşulların bizi bir muhasebe yapmaya götürdüğünü düşünüyor musunuz?
Baktığımız zaman salgın süreci aslında bize iki yönlü bir ders vermiş oldu. Bunlardan birincisi, az önce de bahsettiğimiz, içimize dönüp tefekkür etme imkânıydı. Kendi kabuğumuza çekilince, insanlardan ve toplumdan biraz daha uzak bir hayat sürmeye başlayınca hayatın anlamı konusunda önemli bir kazanım da elde etmiş olduk. Diğer bir kazanımı ise şu oldu, özellikle gelişmiş Batı ülkelerinin, bu salgın sürecinde hem yaşlılara davranışı hem de sağlık malzemeleri konusundaki tutumları son derece ibret vericiydi. İnsanı insan yapan diğer insanlarla ünsiyet bağı kurmasıdır. Biz bu süreçte görmüş olduk ki, imrenilen o çok gelişmiş Avrupa ülkeleri bu konuda sınıfta kaldı. İtalya’ya giden maskelere diğer ülkelerin el koyması ve İtalya’nın yetersiz sağlık personelinden dolayı istediği yardıma karşılık alamaması üzerinden yaklaşık dört ay geçmesine rağmen hala hafızalarda yer eden bir hadisedir ki İtalyan sağlık bakanı bunun neticesinde “Avrupa birliği yılanlar ve çıyanlar topluluğudur” gibi bir açıklama yapmak durumunda kalmıştır.
Bu bize neyi gösterdi peki? Gelişmiş ülkeler insanları koruma ve onlara değer verme konusunda diğer ülkelere göre daha ileride gözüküyorlardı. Fakat bu hastalıkta gördük ki, bırakın diğer vatandaşları, kendi vatandaşları için bile yaşlı olup işe yaramaz olarak düşündüler. Özellikle yaşlı ve ağır hastaları ikinci plana attılar, canlarını hiçe saydılar. İkincisi en basit bir maskeyi üretmekte bile aciz kaldılar. Çünkü insanları ve ülkeleri sömürmeye ve hazır yemeğe alışmışlar. Gündelik hayattan ve üretimden o kadar koptular ki, basit bir maske üretimine geçmeleri bile üç dört ayı buldu. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye bu konuda kesinlikle iyi bir sınav verdi. Sürece çok hızlı bir şekilde adapte oldu, insanlarını uyardı ve onlara sahip çıktı. Bu da bize, insana verilen değer açısından toplumumuzun daha dayanışmacı ve yardımlaşmaya açık bir toplum olduğunu gösterdi. Bu olgu yine bize aslında İslam ülkelerinin eğer kendilerine gelip düşüncelerini harekete geçirirlerse, gelecekte daha iyi bir konumda olabileceklerinin işaretlerini verdi.
Hocam bildiğiniz üzere salgının farklı boyutta etkileri gündeme geldi. Bunun iktisadi boyutu da çeşitli perspektiflerden ele alındı. Burada anahtar kavramlardan biri de İslam iktisadı oldu. Bu süreçte özellikle İslam iktisadının kurumlarına yönelik eleştiriler ve öneriler tekrar gündeme geldi. Peki, İslam iktisadının kurumsal yönü niçin bu kadar önemli?
İslam iktisadı konusu Türkiye’de daha çok finans alanında kendini gösteriyor. Özellikle 1980’lerden itibaren bu alanda birtakım gelişmeler yaşanmaya başladı. 1985 yılında ilk defa Özel Finans Kurumları adıyla faizsiz finans kurumları kuruldu. Süreç içerisinde de üniversite camiası buna katıldı. Özellikle merhum Sabahattin Zaim, Sabri Orman, Arif Ersoy gibi hocalarımız bu konuda çokça çalışmalar yaptılar. Fakat İslam iktisadının kendine has, bağımsız bir şekilde var olmasını henüz sağlayamadık. Bunu da ifade etmemiz lazım. Çünkü iktisat her şeyden önce insanın ve toplumun dünyayla, maddeyle ilişkisini belli bir amaca matuf bir düzenlemeyi içeriyor. Bu amaca matuf kılmak ise hayatı anlamlı kılan kulluk davasıdır. Dolayısıyla İslam’ın bütün disiplinleri, bilimleri hep bir amaca matufluk taşımaktadır. Biz bugüne kadar bunu çok açığa çıkaramadık. İslam iktisadı alanını bu amaca matuf kılmak için günümüzde yapılan çalışmalar her ne kadar giderek artsa da halen emekleme döneminde olduğumuzu söylemeliyim. Ve bundan da önemlisi İslam iktisadının kendine özgünlüğü, bağımsızlığı da henüz tam olarak anlaşılamadı.
Daha önce farklı mecralarda yazdık ve söyledik; iktisat ile ekonomi ayrı dünyaları, ayrı felsefelerin kavramlarıdır. Yaklaşık on yıldı hep söylüyoruz yine altını çizelim; İslam ekonomisi kavramı yanlış kavramdır, denecekse en azından İslam iktisadı demek daha uygundur, en azından bir müddet, mesele anlaşılana kadar bilinç oluşturmak gayesiyle. Ne demek İslam ekonomisi? İslami bir kavramı yabancı bir kavramla birleştirip kendimize yer edinmeye çalışıyoruz. Bu kabullenilemez. Siz hiç duydunuz mu? Hristiyan ekonomisi, Yahudi ekonomisi vb. kavramları. Bu tür kavramları kullanmak egemen sistemin bir alt sistemi olmayı kabul etmek, ona tabi olmak demektir. Bu bizlere yakışmaz, hür ve bağımsız aydınlara hiç yakışmaz. Kaldı ki, biz yıllardır hep söylüyoruz yine söyleyelim; her şeyin başına İslam ya da kutsal/dini kavramını koyarak yapılan çalışmaları entelektüel derinlikten, özden ve işin felsefesinden uzak, gizli batıcılık kokan ve tembelliğin mahsulü çabalar ve yaklaşımlardır. O yüzden de yapılan çoğu işler ve eyleyişler küresel kapitalizmin yeşile boyanmış versiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Böylece İslam iktisadı kapitalizmin bir alt sistemiymiş gibi bir atmosfer oluşuyor. Meseleler, bize ait bir dünyadan değil de serbest piyasa, liberal eğilimler anlayışıyla Batıya ait bir dille anlatılmaya çalışılıyor. Özellikle körfez ülkelerindeki uzlaşmacı ekonomik yaklaşımları ve sömürge ülkelerinin etkisinde kalan bölgelerde görülen liberal konomik anlayışı bizi küresel kapitalist sisteme yakın izahlarla buluşturuyor. O yüzden de şunun altını iyice çizmek istiyoruz. Bugün iktisadi olarak Müslümanların önünde kritik iki soru vardır: “Biz bugün kuracağımız iktisadi sistemi, mevcut kapitalist küresel ekonomik sistemin kabulleriyle çelişmeden mi kuracağız? Yoksa İslam iktisadı bize yeni ve başka bir dünya mı vaat ediyor ve biz bu doğrultuda yeni bir dünya mı kurmalıyız?”
Dolayısıyla İslam, modern çağın içinde bir parça mıdır? Onun bir cüzü müdür? Yoksa kendine has, kendi olan hakikat yüklü bir dünya mıdır? Bize ayrı, başka, yeni ve devrimci bir dünya mı sunuyor? Bu hayati soruları bizim içtenlikle cevap vermemiz lazım. Bizim kanaatimiz, “Biz yeni bir dünyaya kapı aralayacak iktisadi bir yaklaşımın peşinden koşmak” durumundayız, O yüzden modern kapitalist sistemin argümanlarını ele alarak onu İslamileştirmek yerine kendi argümanlarımızı öne sürerek modern çağa karşı yeni bir model önermeliyiz ve bu öneriyi kendi kaynaklarımızdan sunmalıyız. Şunun altını özellikle çizmek istiyoruz; İslam iktisadının kurumsal yapıları modern dünyaya entegre olacak bir yapının organları gibi değil, İslam’ın içinden süzülmüş o yeni tezleri modern dünyaya haykıracak bir şekilde organize olması gerekir. Ben İslam iktisadi kurumlarının ataletini ve modern dünyanın kurumlarına entegre olma çabasını bu bahsettiğimiz İslam iktisadının düşünsel yapısının tam olarak anlaşılamamasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum.
Buna bir ilave daha yapmak istiyorum müsaadenizle. İslam iktisadi ile alakalı Türkiye’de yaklaşık 200’e yakın kitap çıktı. Bu kitaplar içerisinde Sezai Karakoç’un çıkarmış olduğu İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü isimli küçük bir kitapçığı var. Emin olun orada gördüğümüz iktisadi felsefeyi hiçbirinde rastlayamadık. Bu beni son derece şaşırtmıştır.
Oradan da ilham alarak çok önemli gördüğümüz bir açılım yapmak istiyoruz: Bir düşüncenin özgün olabilmesi için her şeyden önce bir şeye karşı olarak kendini konumlandırmaması gerekir. Dolayısıyla İslam iktisadının özgünlüğü kapitalizme karşıtlıktan doğmamaktadır. Yani biz anti-kapitalist tezler getirdiğimizde İslam iktisadını oluşturmuş olmayız. İkincisi ise; biz kapitalizmin bazı ilkelerini alarak da kendi iktisadımızı oluşturamayız. Yani bir şeyin ne karşısında ne yanında var olarak özgün kalabiliriz. İşte İslam iktisadının özgünlüğü buradadır. O kendi iç dinamikleriyle varlığını tecelli ettirir. İkincisi, İslami iktisadı İslam düşüncesinin bütün disiplinleriyle (İslam sosyolojisi, İslam tarihi, İslam felsefesi, İslam ahlakı gibi) bir bütünlük oluşturur. Parçalı bir anlayış yoktur. Yani İslam iktisadı adına söylediğiniz şeyin diğer disiplinler içerisinde de bir yere oturması lazım. Buna bütünlüklü bakış/söz diyoruz. Üçüncüsü ise İslam iktisadı kendisi neyin doğru olduğunu ileri sürerek söyler. Varlığını böyle açığa çıkarır ve devam ettirir. Dolayısıyla İslam iktisadının sahip olduğu özgünlük ve üstünlük tartışmasızdır. Bu alanın özgün olduğunu düşünmeyenler, başta da dediğimiz gibi İslam iktisadını fikri anlamda hakkıyla idrak edemeyenlerdir.
Peki bir Müslüman olarak, bizim, bahsettiğiniz zihinsel kavrayış bağlamında, kurumlara bakışımız ve onlara yüklediğimiz fonksiyonlar ne düzeyde olmalı?
Aslında kurumlar, kişilerin ve toplumların varlıklarının bizatihi gerçekleştiği yerlerdir. Ama bu kurumların her şeyden önce, sadece İslam iktisadı kurumları için söylemiyorum bunu, insanın özgür iradesini kullanabileceği bir atmosferi yaratması lazım. Nitekim başta da dediğimiz gibi insanı en değerli canlı kılan özelliği düşünebilmesi ve bunu özgür iradesiyle gerçekleştirmesi, bunun gereği olarak da sorumlu tutulmasıdır. Ama maalesef bugün bizim kurumlarımız genelde tek adamın, tek aklın iradesinde olduğundan, insanların içindeki o yaratıcı damarların ortaya çıkmasında problem yaşıyoruz.
Benim İslam dünyasında gördüğüm en önemli eksikliklerden birisi aklın harekete geçmesinin nadir hale gelmesi ve düşüncenin zayıflamasıdır, ikincisi ise mevcut ortamların ve kurumların insan aklının harekete geçmesini, düşüncenin yaratıcı boyutlara gelerek çözümler üretmesini sağlayacak bir özgürlük atmosferinin oluşmamasıdır. Bu bahsettiğim konu anarşi anlamına gelmiyor. Ben bunu hep şöyle örneklendiriyorum: Nasıl ki birçok sesin harmonisiyle oluşan çok sesli müzik var, bizim de birçok aklın harmonisiyle oluşan “çok akıllı yönetim” kurmamız ve bütün kurumlarımızı bu çerçevede yenden inşa etmemiz gerekir. Böyle bir zihinsel devrim şart. Tabii ki, burada çok akıllı derken bir insanın çok zeki olmasını kastetmiyoruz, bu anlaşılmıştır umayım. Demek istediğimiz, çoklu aklın harekete geçmesi, inkişaf etmesi ve yaratıcı bir atmosfer oluşturmasıdır. Biz şunu eskiden beri söylüyoruz: En iyi, en akıllı yönetici, sadece kendi aklıyla hareket eden, yönetim sistemi kuran değil, başkalarının aklını da harekete geçirerek, kendi aklıyla harekete geçen akılların harmonisi sonucunda güçlü, yaratıcı bir akıl hareketi oluşturandır. Bu yüzden İslam ülkelerinin siyasal ve toplumsal sistemleri daha özgür bir kıvama gelmesi gerekir. Kurumların da daha özgürlükçü bir konuma evrilmesi gerekir. Bunu bir önceki soruda bahsettiğimiz, kendine has yegâne bir devrimle gerçekleştirmenin yolunu arıyorsak bazı şeyleri anlamışız demektir.
Buna kendi hayatımdan bir örnek vermek istiyorum. Ben İstanbul Teknik Üniversitesi’ne kaydolduğumda, birinci sınıfta Optimizasyon dersimize giren bir hocamız vardı. İnsanın bazen hocalarının öğrencilerin hayatlarına küçük dokunuşları olur ama öğrenciler bunu hayatları boyu taşırlar. Bu hocamın da benim üzerimde böyle bir etkisi oldu. Bize ilk derste dedi ki: “Optimizasyon hayatın içindeki farklılıkları, aykırılıkları, hepsini koordine edip optimum çözümü bulma sanatıdır. Fakat bunun başlama noktası bir çözümün var olduğuna inanmaktır.” Ve bize bir örnek vermişti. Masaya oturup şöyle demişti: “Bakın şimdi, ortada bir sorun var. Baktığımda bu masa burada kare gözüküyor. Pekâlâ, masa kare midir gerçekten acaba? Bunun gerçekte de kare olup olmadığını aklımızı harekete geçirerek görebiliriz. Bu sorunu çözebilmek için önce bunun bir çözümünün var olduğuna inanmamız lazım. Eğer çözümü bulamazsak, çözüm yok diyerek teslim olmayarak, bulunduğumuz yerde bir problem var diyerek, başka bir açıdan meseleye yaklaşmamız lazım.” Bunu örneklerle anlattıktan sonra vardığı şey şuydu: Bir şeyin çözümünün kesin olduğuna inandıktan sonra sizi hiçbir şey durduramaz. Yeter ki o çözümü bulabilecek ortamı, bakış açılarını ve araçları keşfedin. Kendinizi değiştirin, bakışınızı değiştirin, aracınızı değiştirin, koordinatınızı değiştirin, ışığı değiştirin vs. Ama asla aramaktan vaz geçmeyin.
Buradan varmak istediğimiz bir yer var: İslam iktisadı, yeryüzündeki bütün insanların iktisadi ihtiyaçlarını çözecek dinamikleri bağrında taşımaktadır. Bu bizim birinci ana kabulümüzdür. Yani hocamızın anlatımıyla her sorunun muhakkak bir çözüm vardır. Geldik ikinci kademeye, ikinci kademede de İslam iktisadının içerisinde eğer bu çözüm önerileri varsa bize düşen, sana düşen, bana düşen, kurumlara düşen bu çözüm dinamiklerini açığa çıkarmaktır. Bunun için çok çabalamamız gerekir. Bunu da ancak yaratıcı bir çalışmayla elde edebiliriz. Bu da kurumlarımızın özgür, bağımsız ve hür insanların akıllarını ortaya çıkarabilecekleri yaratıcı bir atmosfer kurmalarıyla mümkün olabileceğini söylemeliyiz.
Tüm bu konuştuklarımız bağlamında gerek İslam iktisadı alanı gerekse İslam düşüncesinin diğer disiplinleri üzerine çalışan genç araştırmacı arkadaşlarımıza tavsiyeleriniz neler olacaktır?
Bu soruya yine Sezai Karakoç’tan bir örnek vererek cevap vermek istiyorum. Bir gün Sezai Karakoç’un yanındaydım, Anadolu’dan 8-10 öğrenci gelmişti. Öğrenciler hocanın yanından ayrılırken kendilerine bir nasihatte bulunmalarını istemişlerdi. Ben oradan aldığım cevaptan esinlenerek gençlere bir tavsiyede bulunmak isterim. Üstad demişti ki, birincisi siz öğrencisiniz, asli fonksiyonunuz öğrencilik yapmaktır. Hiçbir şey öğrenciliğinizi bitirmeyi engellemesin. Yani ne iş yapıyorsanız en iyisini yapın, ben bunu böyle ifade ediyorum. İkincisi, kendinizi geliştirin. Hangi bölümü okuyorsanız okuyun, bu yetmez. Kendinizi kültürel olarak, fikri olarak geliştirin. Bu açıdan kendinize yatırım yapın. Ben bunu kendinizi iyileştirin diye ifade ediyorum. Üçüncüsü ise, hayatı anlamlı kılan şey insanın kendine ve hayata bir mana vermesidir. Yani kendine bir ideal edinmesidir. Hayatta bir idealiniz olsun, bunun için yaşayın. Mühendis olmak, doktor olmak, zengin olmak, otorite sahibi olmak bir insanı mutlu etmez. İnsanı mutlu eden şey idealleridir, davasıdır. Bu da İslam davasıdır ki üstad ona diriliş davası diyordu. Ben bunu İnsan ve Gerçek isimli kitabımda da şöyle formüle etmiştim: İnsanın hayatında üç tane “İ”’ye sahip olması gerekir. Birincisi her ne iş yapıyorsan bunu iyi yapacaksın yani “işini iyi yap”, ikincisi “iyileştir kendini”, geliştir kendini, üçüncüsü ise “idealin olsun”. İdeali olmayan bu dünyada kaybolur, hayatın anlamını unutur.
Bu vesileyle toparlarsak, gençlere bir paradigmatik ağaç örmeği vermek istiyorum. Bu ağaç bir “hayat ağacı” olsun. Bu nispeten Cennet’teki Adem ile Havva’nın yaşadığı ağaca da benzetilebilir, felsefedeki bazı ustaların kullandığı düşünce ağacı da olabilir. Biz onu şöyle formüle edeceğiz: Hayat bir ağaç gibidir, gerçek anlamda bir ağaç gibidir. Bu ağacın bir “kök”ü var, bu kök hakikattir. Yani Kur’an (ve Sünnet) dediğimiz bugün değişmeyen hakikattir. Hakikate bağlı kalarak, ondan beslenerek var olmamız lazım. Birinci kural budur. İkincisi, bu hayat ağacının açığa çıkması, hayatta kendini göstermesi, tezahür etmesi “gövde”siyle olur. Bu gövde de sünnettir. Yani Peygamber’in (s.a.v.) vahiyden, hakikatten anladığını yaşama örnekliğidir. O yüzden Peygamber bizim açımızdan bir örnektir. Bu nedenle gençlere hakikate yani vahye bağlı kalarak ve gövdeye yani sünnete sarılarak dallara ulaşmalarını tavsiye ediyoruz. “Dallar” da gövdenin yani sünnetin içinden çıkan yollardır. Buna bir açıdan mezhepler, ekoller diyebiliriz. Demek ki, üçüncü aşama da bu ekollerden birinden beslenmektir. Bugüne kadar hiçbir şey yapılmadı, ben kendim kaynaklara yani köke dönüyorum, işte şimdi gerçeği yakaladım düşüncesi bana doğru gelmiyor. O yüzden bu dallara yaslanmak ve tutunmak gerekir. Pekâlâ, “yapraklar, çiçekler ve meyveler” nedir? İşte bunlar mevsimliktir, dönemselliktir. Dolayısıyla geçmişteki bütün çözümler bugün için olgunlaşmış meyve olabilir, ama çürüme de olabilir. Zaman zaman bunların yenilenmesi gerekir, ağacın budanması gerekir. Ben bu örnekten hep şunu anlarım. Hayat; kök, gövde, dallar ve yapraklar/çiçekler/meyveler” üzerinden anlam kazanır. Hayat dediğimiz şey köklerimize yaslanmak, hakikate bağlanmak, onun ete kemiğe büründüğü sünnet üzerinden hayatı algılamak ve İslam tarihi seyri içerisindeki yollardan, ekollerden, yani dallardan birinden esinlenerek ve bugünkü insana, gençliğe dokunacak yeni şeyler söylemek gerekir.
Ben bu anlamda “ilerici bir düşünce” yapısının oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. İlerici kavramını kullandığım zaman bazen eleştiriler alıyorum, bu vesileyle bu eleştirilere de bir cevap vermiş olayım. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili isimli eserinin birinci cildinde şöyle bir örnek verir: “Allah insanı gözleri öne bakar yarattı, çünkü insanın yönü ileriye doğrudur. Ancak Allah insanın boynunu müteharrik, hareketli yarattı, geçmişe dönüp şöyle bir bakıp ders alsın diye.” Buradan ben şunu anlıyorum, insanın yönü geleceğe dönüktür, fakat geçmişinden de dersini almalı ve yoluna devam etmelidir. Bakın Elmalılı 1930’larda bunu yazdı. Bugün maalesef ilericilik kavramını sahip çıkamıyoruz. Oysa gerçek devrimci hareket, ilerici hareket İslami harekettir. Bu kavramı sahte devrimci solculara, batıcılara bırakıp, neredeyse tam aksini yani gericiliği savunan aydınlarımız var. Maalesef kendi bağlamında bir anlamı olsa da dil ve üslup olarak yanlış olan Müslüman teröristtir, az gelişmişlik üstünlüktür diyebilen aydınlarımız var. Yine bizde insan hakları yok, kul hakları var diyerek insan ve hak karşıtı algı oluşturan aydınlarımız var. Böyle bir ortamda bizim köklere yaslanıp, gövdeden de beslenerek bulunduğumuz yolları daha ileri seviyeye taşıyacak, yeniden ilerici ve tekâmülcü bir çizgiye taşınmamız gerekir. Bu ağaç örneğinin de insanın hayat ağacını gösterdiğini düşünüyorum.
Hocam vakit ayırdığınız ve tecrübelerinizi bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ediyoruz, söyleşiyi okuyan arkadaşlarımızın da istifade etmesi duasıyla.
Ben de size teşekkür ederim.