Anasayfa Araştırma Mevcut Ekonomi Politik Sorunların Bir Çözümü Olarak İslam Ekonomisi

Mevcut Ekonomi Politik Sorunların Bir Çözümü Olarak İslam Ekonomisi

by

Sercan Karadoğan

Genel durum

Batılı değerlerin üretmiş olduğu ekonomik sistem ve sistemlerdeki bozukluklar, çarpıklıklar her geçen gün derinleşerek; politik, toplumsal ve ekonomik yapı üzerindeki baskıyı artırmakta ve çevre üzerindeki tahribatı geri döndürülemeyecek noktalara varmış durumdadır. Dünyadaki kaynaklar üzerindeki baskı artıyor; doğayı ve çevreyi kullanma hızı ve biçimimiz tabiatla uyumlu değil dolayısıyla tabiat kendisini tekrar yenileyebilecek ve temizleyebilecek vakti bile bulamıyor. Dolayısıyla, her geçen gün dünyayı daha fazla kirleterek yaşanmaz kılıyoruz.

Kapitalizmin yeni bir formu olan neoliberal kapitalizmin çare olamadığı ve çoğunlukla da kendi ürettiği ekonomik istikrarsızlıklar, finans ve borç krizleri; toplumsal yapı içindeki dayanışma, işbirliği ve yardımlaşmayı da tahrip ediyor. Özellikle de gelir ve servet eşitsizliğindeki kapanmayan derin uçurum her geçen gün yeni finansal krizleri tetikleme etkisinin ötesinde toplumsal huzursuzluk ve isyan hareketlerine de zemin hazırlıyor. Coğrafik eşitsiz gelişmenin bir sonucu olan kır hayatının cazibesini ve iktisadi açıdan önemini büyük oranda yitirmesinden dolayı, son 30-40 yılda şehirlere büyük göç dalgaları yaşandı. Altyapı yetersizliği bir yana; büyük şehirlere iş bulmak için göç etme kaygısı, plansız yapılaşma, aşırı ve haksız rekabet, güvencesiz çalışma vb. unsurlarla da birleşerek şehirlerde ultra zengin sitelerin ve aşırı fakir mahallelerin aynı anda yükselmesine neden oldu. Zenginliğin belli bir azınlık elinde toplanmasının en dramatik göstergelerinden birisi olan bu mülkiyet ve servet uçurumu haksız ve adaletsiz bir rekabet ortamındaki ekonomi politikalarının bir sonucudur.

Neoliberal ekonomi politikalarının üretmiş olduğu ve her sistemik krizle derinleşen eşitsiz gelişim eğilimi; sermayenin birkaç zengin elinde toplanmasına ve krizde terazinin zayıf bırakılmışlar aleyhine daha da fazla bozulmasına sebep olmaktadır. Gelir ve servet eşitsizliği, insanlar arasındaki güveni ve toplumsal bağları zayıflatan ve çözülmesine sebep olan bir olgudur. Orta ve fakir kesimin; serbest piyasalar, yanlış ekonomi politikaları, haksız ve adaletsiz rekabet mekanizmaları, fakiri değil zengini önceleyen iktisadi yapı aracılığıyla devamlı olarak büyük şirketlere, bankalara borçlandırıldığını, ağır bir faiz yükü ve borcu altında ezildiğini ve mülksüzleştirilerek sistem karşısında güvencesiz, çaresiz ve umutsuz yaşamaya mahkûm edildiği sosyo-ekonomik araştırmaların ve bulguların sonucu olarak önümüzde durmaktadır.

Faizli sistem ile birlikte de ekonomik ilişkilerin de tamamen finansa indirgenmesi, en karlı alanların üretimden finansa kaymasına ve gelir ve servet transferinin daha da fazla şekilde fakirlerden zenginlere kaymasına neden olarak sermayenin merkezi konumunu pekiştirmektedir.

Dünyadaki genel tabloya baktığımızda şöyle bir manzarayla karşı karşıya olduğumuz görülüyor;

“Bireylerin en üstteki yüzde 5’lik kısmı toplam dünya gelirinin 1/3’ünü, en üstteki yüzde onluk kısım ise yarısını alıyor. Eğer en alttaki yüzde 5 ve 10’luk yüzdeyi ele alırsak, onların sırasıyla dünya gelirinden 0.2 ve 0.7 yüzde pay aldıklarını görürüz. Bu şu anlama gelmektedir: en zengin yüzde 5 ile en fakir yüzde 10 arasındaki ortalama gelir oranı 165’e 1’dir. Zenginlerin 48 saat içerisinde kazandığını, fakirler 9 yıl içerisinde kazanabilmekteler. Dünya genelinde, yetişkinlerin en üstteki yüzden 10’luk kesimi, bütün gelirin yarısını alıyor fakat mülklerin neredeyse yüzde 75’ine sahipler. En yüksek yüzde 5 gelirin 3’te 1’ini alırken, bütün zenginliğin yarısından fazlasını ellerinde tutmaktalar. Ve eğer bu değerleri resmi döviz kurlarından ifade etsek, çelişkilerin çok daha şiddetli bir hal aldığını görüyoruz; bu durumda küresel Gini 89 olmaktadır ki en yozlaşmış ülkelerinkinden bile yüksek. Bu şu anlama gelecektir: “100 kişilik bir toplulukta bir kişi $900 alırken, kalan 99 kişinin her biri $1 alacaktır.” Burada “en yüksek yüzde onluk kesimin üyeleri ortalama olarak yüzde 50’lilik kesimin altındakilerden 400 kat daha zenginken, en yüksek yüzdelik dilimin üyeleri ise, neredeyse 2000 kat daha zengindir.” Orta kesimde de yumuşak bir geçiş yoktur. Orta 60 (en yüksek ve düşük yüzdelikleri çıkartırsak) toplam mülklerin sadece yüzde 6’sına sahipler. Bütün olarak bakıldığında da dünyadaki en zengin 1.000 kişinin toplam mal varlığı en fakir 2,5 milyar insanınkinin neredeyse iki katı. Yine de bu sayıların sadece birer istatiksel ortalama olduğunu unutmamalı ve gerçek durumun bundan çok daha sorunlu ve toplumsal yansımaları açısından problemli olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.”

Bu anlamıyla, yukarıda zikredilen bu gibi benzer örneklerin ve istatistiksel verilerin sayısını daha da artırmak mümkündür. Bu genel olarak ülkeler içindeki durumu yansıtmaktadır. Bir de ülkeler arası-bölgeler arası eşitsizlikler vardır ki, bunun da gelecek yıllarda çok büyük problemleri beraberinde getireceği tahmin edilmektedir. Özellikle Doğu Asya, Orta Doğu coğrafyasının belli bölümleri, Afrika ve Güney Amerika eşitsizliği en derin yaşayan bölgeler olarak göze çarpmaktadır. Bu bölgelerdeki durumun bu kadar kötü olmasının belli başlı nedenlerine bakıldığında bunların uluslararası kurum/kuruluşların önerdiği ve aslında çoğu durumda zorunlu kıldığı reçeteler ve iktisat politikaları neticesinde olduğunu görmekteyiz. Ayrıca bu politikaların iddia edildiği gibi ülkeler arasındaki gelir ve servet eşitsizliğini azaltmadığını aksine çoğunlukla yerli üretimi büyük oranda tahrip ederek eşitsizliği yaygınlaştırdığını gözlemlemekteyiz. Yine rakamsal olarak baktığımızda şöyle bir tabloyla karşı karşıyayız;

19. yüzyılda en zengin ülkeler ile en fakir ülkeler arasındaki kişi başına gelir oranı 2’ye 1 ile veya 4’e 1 arasında değişiyordu. Hiçbir dönemde bu fark bugünün kalkınmakta olan ülkeleriyle kalkınmış ülkeleri arasındaki fark kadar büyük olmamıştır. Dünya bankasının son raporlarına göre en kalkınmış ülkelerle, mesela İsviçre, Japonya, ABD gibi, en az kalkınmış ülkeler, mesela Etiyopya, Tanzanya vs. gibi, arasındaki kişi başına gelir oranı 50’ye 1 veya 60’a 1 arasında değişmektedir. Orta gelir düzeyindeki Nikaragua, Hindistan ve Zimbabwe gibi ülkeler bile 10’a 1 veya 15’e 1 oranında aşağıda kalmaktadır. Hızlı kalkınmakta olan ve arayı kapattıkları düşünülen Brezilya ve Kolombiya gibi ülkelerin bile gelişmiş ülkelerle aralarındaki oran 5’e 1’dir ki bu da mevcut yapının küresel eşitsizliği azalttığı değil tam tersine arttırdığını göstermektedir.

Bu sorunlara neden olan en temel bileşenlerden birisi faizdir. Faiz, sistem içerisindeki belirsizlikleri ve dengesizlikleri artırmaktadır. Faizli borç alan hiçbir ülke veya birey, sıkıntıya girmeden veya belli oranda fakirleşmeden faiz yükünden kurtulamamaktadır. Faiz yapısı itibariyle borç yükü üzerindeki baskıyı artırmakta ve katlanarak çoğalmasına neden olmaktadır. Bir zaman sonra da, borçlu kimseler borcunun ancak faizini ödeyebilecek duruma kadar gerilemektedir. Bu da zaten faizli sistemin işleyiş mantığı ve aslında arzu ettiği durumdur. İnsanlar piyasalar, finansal araçlar, bankalar, kredi ve kredi kartları yoluyla sisteme dâhil edilmekte ve borçlandırılmaktadır. Bu sayede büyük sermaye faiz üzerinden bireyleri, kurumları, toplumları ve devletleri borç kıskacına almakta ve insanları ekonomik birer köle olarak kendisine bağımlı kılmaktadır. Bu da ekonomik sömürü mekanizmasının en temel bileşenedir. Bu bağlamda mevcut sistemin yeni servet yaratımını teşvik etmediğini tam tersine fakirlerden zenginlere bir servet transferi mekanizması işlettiğini görüyoruz.

Bütün bunlara ilave olarak, küresel anlamda etkileri hissedilen 2007-2008 finansal krizi de, hâkim iktisat teorisi ve politikalarının geçerliliği ve güvenilirliğini tartışmaya açmıştır. Zaten devam eden sıkıntılar, sistemin yaşadığı kriz ile iyice derinleşmiş ve göz önüne çıkmıştır. Artık bu sorunlara hiç kimse kayıtsız kalamamakta, gelir ve servet eşitsizliği neredeyse bütün iktisat seminer ve konferanslarının birincil gündem maddesi olmaktadır. Amerikan Merkez Bankası, Avrupa Merkez Bankası, IMF, Dünya Bankası, OECD, Dünya Ticaret Örgütü gibi büyük uluslararası etkiye sahip kuruluşlar eşitsizliğin çözümü için ciddi önlemler, politika ve reform paketleri hazırlamaktadırlar. Ancak kanaatimiz odur ki bu ve benzer adımlar sorunun kökten çözülmesini sağlayamayacaklardır. Zira krizleri üreten, eşitsizliğe, haksızlığa ve adaletsizliğe neden olan sistemsel sorunlar devam edecektir. Bankaların para basma gücü, serbest piyasa, borç mekanizması, zengini önceleyen politikalar, fakirlerin güvencesiz konumları vs. gibi pek çok sorunu besleyen düzlem çözülmeden özellikle de faiz mekanizması işlemeye devam ettiği sürece bu sorunlara kalıcı ve etkili çözümler bulunması mümkün görünmemektedir. Yapılması gereken sadece bir alternatif oluşturmak değil daha köklü, kalıcı, radikal adımlar atmaktır. Hatta bunun da ötesinde paradigmatik bir değişim zorunlu ve elzemdir.

Bir Çözüm Olarak İslam Ekonomi Sistemi

Bu açılardan, bir İslam Ekonomi teorisi ve sistemi mevcut sorunlara cevap olabilecek en önemli ve hatta bize göre yegâne çözüm merciidir. İslam’ın temel önermelerinden ortaya çıkan bir İslami ekonomi anlayışı, sistemin ve insanlığın içine düştüğü bu açmazdan çıkmaya katkı sağlayacak,  arzu edilen paradigmal değişimi gerçekleştirecektir. Zira İslam’ın en önemli yasaklarından birisi faiz yasağıdır. Allah, Kur’an’da faizi kendisine savaş açmak (Bakara/279) olarak nitelendirmiştir ki bu konunun ne kadar ciddi bir konu olduğunu ve hiç de yabana atılmaması gerektiğini göstermektedir. Allah, faizli işlemlerdeki her türlü bereketi alacağını ve onları mahvedeceğini (Bakara/276) bildirmektedir. Kur’an’da faizin yerine ısrarla infak ve sadakanın emredildiğini, gerçek kurtuluşa erecek olanların darlıkta ve varlıkta da infak edenler olduğunu görmekteyiz (Ali İmran/133-134). Yine Kur’an’daki en uzun ayet ‘borç’ ile ilgili bir ayettir (Bakara/282). Bu ve diğer borçla ilgili ayetlerde Allah, borçluyu korumaya almakta ve hakkını gözetmekte, yine aynı şekilde borç verenin de hakkını zayi etmemektedir. Kur’an’ın hiçbir yerinde biriktirmenin övüldüğüne, cimriliğin olumlandığına rastlamıyoruz. Bilakis, Allah inanan kullarına devamlı olarak gerçek iyiliğe, kurtuluşa erişmek için, sevdiklerinden infak etmelerini hayırda yarışmalarını, rızkı verenin Allah olduğunu ve rızka/nimete bu gözle yaklaşmak gerektiğini ve insanlara iktisadi güç üzerinden zulmetmemek gerektiğini defaatle tekrarlamaktadır. Yine Kur’an’ın hiçbir yerinde iktisadi meseleleri Allah’ın insanların vicdanına, insafına veya tercihlerine bırakmadığını tam tersine yepyeni bir tasavvur inşa ettiğini  görüyoruz.

Bir İslam Ekonomi sisteminin en temel mantığı, ekonomik eşitsizlik sonucu ortaya çıkabilecek her türlü toplumsal ve siyasal sorunun önüne geçmek ve ekonomik zulmü, köleliği ve sömürüyü ortadan kaldırmaktır. Bu anlamıyla, bir İslam ekonomi sistemi için evet bir İslam insanı veya toplumu gereklidir ancak bunun nimetleri sadece inananları bağlamamaktadır. Bu önermelerin hayata geçirildiği bir atmosferde herkes özgüven içerisinde, toplumdan ve kendinden emin bir şekilde hayatını idame ettirebilecektir. İslam’ın öngördüğü toplumsal ve ekonomik hayat insanlar arasındaki farklılıkları en aza indirecek bir katılımı öngörmektedir. Bir İslami düzende işleyen ekonomik sistem, toplumsal katılımı öncelemek açısından zekât, sadaka, infak gibi yeniden dağıtım mekanizmalarını işleterek doğuştan gelen avantaj ve dezavantajların mümkün olduğunca toplum yararına olacak şekilde minimize edilmesini, herkesin kişisel olarak kendi ‘öz’ benliğini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi önündeki engellerin kaldırılmasını şart koşmaktadır. Ayrıca son olarak bir İslam ekonomi sistemi, aşırı finansallaşmaya, spekülatif ve haksız kazanca karşı da tek çözümdür. Kişinin çalışmasının ve emeğinin övüldüğü bir paradigma içerisinde, çalıştığının ve çabaladığının karşılığını her iki dünyada da alacağını bilmesi, üretim ve katılımcılığa dayanan yeni bir ekonomi modelinin hayata geçirilmesini sağlayacak, faizli haksız kazanç mantığını ortadan kaldıracaktır. Kısacası, küresel ekonomi politiğin içine düştüğü bu açmazdan çıkmasını sağlayacak yegâne yol ve çözüm önerileri bir İslam Ekonomi sistemi ile mümkün olabilecektir. Zira başka hiçbir din, sistem veya ideoloji dünya ve ahiret, ekonomi ve din, ekonomik kurtuluş ve toplumsal kurtuluş arasında bu kadar net ve kesin bütünleşik bir bağ ve ilişki vaz etmemektedir. Sadece İslam hem kişilerin hem de toplumların yegâne refahını ve kurtuluşunu sağlamayı garanti etmektedir.

Kaynaklar:

  • David Harvey, Neoliberalizm Kısa Tarihi.
  • Richard Diens, Borç Bağları.
  • Zygmunt Bauman, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına Mıdır?.
  • David Harvey, Sermaye Muamması.

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun