Anasayfa Araştırma İslam ve Ekonomik Kalkınma: İbni Haldun Modeli

İslam ve Ekonomik Kalkınma: İbni Haldun Modeli

by

M. Umer Chapra, “Islam and Economic Development: A Discussion within the Framework of Ibn Khaldun’s Philosophy of History”, Ekim 1998

Değerlendiren: Mehmet Kılıçaslan

Bütün insanların refahına(felah) ve sosyoekonomik adaletin gerçekleşmesine esas önem veren İslam iktisadı ve finansı, İslam’ın kalkınma görüşüyle yakından ilgilidir. Chapra, Müslüman dünyasının geçmişte İslam dünya görüşünü uygulayabildiği halde şimdi niye yapamadığının incelenmesinin önemine değinmektedir. İbn-i Haldun’un modeli bu analize rehberlik eder, herhangi bir toplumun yükselişi ve düşüşü ile ilgili çok yönlü ve dinamik bir analiz sunar. Müslüman dünyasının fakirliğe sürüklenmesi ve hesap verilebilirlikten uzaklaşmasına rağmen, gelecekte İslam’ın kalkınma anlayışının hayata geçme başarısı parlak görünüyor.

 

GİRİŞ

İslam ve ekonomik kalkınma düşünüldüğünde bir çok soru gündeme gelmektedir; bu sorulardan birisini de İslami finansın gerekliliği teşkil etmektedir. Bu noktada finans ve kalkınmanın birbirileriyle olan ilişkisi gündeme gelmektedir. Finans kendi içinde bir amaç değil, kalkınmanın esas olanaklarından biridir. İslam’ın ve ekonomik kalkınma beraber ele alındığında aynı zamanda başka sorular da gündeme gelmektedir;

  • Birinci soru; İslam’ın kalkınma için bir varlık(asset) veya bir yükümlülük(liability) mü olduğu ve İslam ve kalkınmanın bir arada bulunması ile ilgilidir.
  • Eğer İslam kalkınmayı teşvik ediyorsa, ikinci ve üçüncü sorular İslam’ın öngördüğü kalkınmanın nasıllığı ve Müslüman ülkelerin böyle bir kalkınmayı gerçekleştirme konusundaki başarısızlıklarının nedenleri ile ilgili olacaktır.

İslam’ın kalkınma için bir varlık veya bir yükümlülük olduğu hakkındaki birinci soru, Batı haber medyasının İslam hakkında zihinlerde kötü bir imaj oluşturmaya çalışıyor olması için bile önem kazanmaktadır. Birçok İslam tarihi âlimi İslam’ın Arap bedevi toplumunun kalkınmasında çok önemli bir rol oynadığını belirtmiştir. Aynı zamanda İslam, toplumların sadece kendi engellerini aşmalarını sağlamayıp, devrim niteliğinde değişiklikler yapmalarına sebep olmuştur. Bu gelişmelerin sonucunda ise Müslüman toprakları, sekizinci yüzyılın ortasından onikinci yüzyılın ortasına kadar bilim ve teknolojinin merkezi olmuş, bu liderliği kaybettiğinde bile en az iki yüzyıl daha değerli katkılar yapmayı sürdürmüştür. İslam’ın böylesine devrimsel bir değişimi İslam Dünyası’nda Müslümanların kalkınmasına büyük bir ivme kazandırarak, bir kez daha gerçekleştirmesi konusunda yeterli olmadığını söylemek için hiçbir sebep bulunmamaktadır.

İkinci soru İslam’ın, kendi dünya görüşü ile yakından ilgili olan kalkınma anlayışının nasıllığı ile ilgilidir. Her toplumun bir dünya görüşü olduğu gibi İslam’ın da kendine has ve diğerlerinden ciddi anlamda özgün bir alem tasavvuru vardır. Bu tasavvur bütün insanların sosyoekonomik adaletinin ve refahının(felah) gerçekleşmesine önem vermektedir. Çünkü insanoğlu Allah’ın(cc) halifesi ve birbirinin kardeşi konumundadır —fakat bu hilafet vasfını ancak Allah’a ve Rasulü(sav)’e iman edenler hakkıyla ifa edebilirler. İslam ayrıca, konvansiyonel ekonomi düşüncesini domine eden materyalist dünya görüşü ile keskin bir zıtlık içerisinde, hayatın maddi ve manevi boyutları arasında denge sağlamaya önem vermektedir.  Ekonomik kalkınma olmazsa olmaz iken, insan refahını gerçekleştirmek için yeterli değildir. Aynı zamanda bireylerin mutluluğu, huzuru, insanın şerefi, kardeşlik, sosyoekonomik adalet, aile ve sosyal uyum, suçun ve düşmanlığın azaltılması da gereklidir. Servet ve tüketimin maksimize edildiği fakat zenginliğin içinde fakirliğin de yaşandığı; insanların huzur ve itminana(tatmin) sahip olmadığı, ailelerin parçalandığı ve suçun arttığı bir toplumda bunların sağlanmaması durumunda, refahın da gerçekleştirildiği söylenemez.

 

Niye İbn-i Hâldun?

İslam Dünyası’nın geçmişte İslam’in alem tasavvurunu hayata geçirdiği halde şimdi neden yapamadığı üzerine yoğunlaşmak gerekir. Neden Müslüman ülkelerin zenginliğin yanı sıra acı veren fakirlik ile, kardeşlik çatısını ve toplumsal dayanışmayı çürüten; suç, toplumsal çatışma ve siyasi istikrarsızlığa sebebiyet veren durumlar ile karşı karşıya geldi? Neden akromekonomik dengesizlikler ve borç yönetimi yüküyle karşılaştılar? Böylesi durumlar ile karşı karşıya gelenlerin Müslüman ülkeler olması daha da ciddi bir durum. İslam’ın insan onuru, kardeşlik ve sosyo-ekonomik adalet üzerindeki ayrılmaz vurgusu içi boş sloganlara dönüşmüş halde ve refahın temel unsurları bütünüyle toplumun her bireyine ulaştırılmamaktadır.

Birçok âlim bir toplumun veya bir medeniyeti doğuşunu ve düşüşünü açıklamak için çaba sarf ettiler. Bunlardan eskileri İbn-i Hâldun (d.1406) ve Gibbon (d.1794), modern zamanda ise Spengler (1947), Schweitzer (1949), Sorokin (1951), Toynbee (1935), North (1973 ve 1990), Kennedy (1987) ve birçokları. Hepsinin değerli katkıları olsa da, bu yazıda İbn-i Hâldun’un Mukaddimes’indeki modelden faydalacağını belirtmektedir. Mukaddime İbn-i Hâldun’un yedi cilt olan Kitab ül- İbar , veya Tarih Dersleri Kitabı’nın ilkidir.

Tarihsel etkileri yansıtmak için modelde belirli değişiklikler yapıldığını vurgulamak ile birlikte düşüncelerin neden 600 yıl önce geliştirilmiş bir modelin kullanıldığı üzerinde yoğunlaşacağını da hesaba katmak gerekir.

Chapra, bu seçimini şöyle açıklamıştır;

Birinci sebep modelin, geliştirildiği dönemde gerileme aşamasında bulunan Müslüman toplum ile ilgili olmasıdır. Moğolların Bağdat’ı ve etrafını yağmalamasıyla Abbasilerin düşüşü(1258) ve hayatının son üçte birini harcadığı Memluklular’ın Burci Hanedanı(1382-1517) zamanındaki yolsuzluk ve verimsiz politikalar gerilemeye hız kazandırmıştır.

Onun modeli multidisipliner ve dinamiktir. Multidisiplinerdir çünkü bir toplumun gelişmesini ve düşüşünü bir neden bakımından değil; ahlâki, psikolojik, politik, sosyal, demografik ve tarihsel faktörleri de ele alarak açıklamaktadır. Bunların hepsi bireylerin, ailelerin, toplumun, marketin, hükümetin kalitesini belirlemede ve böylelikle bir imparatorluğun ve medeniyetin performansını etkilemektedir. Öyleki bu önemli faktörlerden sadece bir tanesi bile tetikleyici mekanizma görevi görürken, diğerleri zaman içinde etkilenme meylinde olabilir. Dolayısıyla, bu çerçeve içinde sadece ekonomik bir gerilemeden/düşüşten bahsetmek mümkün değildir. Bir toplum gerilemeye başlayınca, düşüş pratik olarak her alanda gerçekleşir; iktisadi gerileme bu genel çöküşün sadece bir parçasını oluşturmaktadır. Bu döngüsel nedenselliği oluşturmaktadır. Keza, bu model dinamiktir çünkü İbn-i Hâldun 120 yıllık bir dönem içerisine uzanan üç kuşağı dikkate almaktadır. Fakat, o bu analizi bir imparatorluk hakkında yapıyordu; biz ise bir medeniyet hakkında konuşmaktayız. Böyle uzun bir süreç içerisind hiçbir değişken sabit kalmaz. Her bir değişken diğerini etkiler ve sonuçta etki eden ve etkileneni ayırt etmenin güç olacağı zamana kadar, kendi de etkilenir.

İBNİ HALDUN’UN MODELİNDE KALKINMA VE GERİLEME4b06456b49dcc5444cdc9047e090f4be

İbn-i Hâldun’un modelindeki odak noktasının insandır(N). İnsan, kalkınmanın hem sonucu hem de aracıdır. İnsan kalkınmanın sonucudur, çünkü arzulanan refah onun refahıdır. İnsan, refah elde edilinceye kadar verimli sayılmayacaktır. İçindeki sıradan bir insanın emeğinin meyvelerini alamadığı toplumlar hızlı bir şekilde gelişemezler. İnsan, aynı zamanda kalkınmanın aracıdır çünkü o doğru olana kadar hiçbir şey doğru bir şekilde çalışmaz.  O piyasanın girdisi, hükümet, aile ve toplumdur. Piyasa ve hükümet verimli ve adil işlemeyebilir, aileler parçalanabilir ve toplum ruhsuzlaşıp korumasız hale düşebilir; eğer ki bütün bu kurum ve yapıların girdisi olan insan gerekli ahlaki ve akli niteliklere sahip değilse. Eğer insanoğlu doğru olmazsa sosyal menfaate hizmet etmeyebilir, hükümet yozlaşabilir, etkisizleşebilir ve adaletsizleşebilir, aileler çözülebilir, çocuklar ailelerinden yeterli eğitimi almayabilir ve toplum sosyal birlikten ayrışabilir ki, bütün bunlar  toplumsal dayanışma ve kalkınma için olmazsa olmaz bir niteliğe sahiptirler.

  

chapraŞekil 1. İbn-i Hâldun’un Sosyoekonomik ve Siyasi Dinamikleri Modeli

(Toplumların Kalkınması ve Gerilemesinde ki Döngüsel Nedensellik)

  • G =  Siyasi otorite
  • S =   Şeriat    (Değerler, kurumlar ve davranış kuralları)
  • N =   İnsanlar   (Bireyler, aileler, gruplar ve toplum)
  • W =  Servet    (Ekonomi)
  • j  =   Adalet
  • g =   Kalkınma(Sadece ekonomik değil bütünsel olarak)

Bu, muhtemelen Allah’ın (cc) bütün Peygamberleri’nin (as) niye insanoğlunun (N) ve onu etkileyen kurumların (S, G ve W) reformuna odaklandıklarının ana nedenidir. Peygamberler(as), insanoğlunun eğitimi ve sosyoekonomik kalkınmaları için mücadele etmişlerdir. Allah(cc) şöyle buyurmaktadır:

“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye(bozuncaya) kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. (Rad Suresi, 11)”Firavun Hanedanı ile onlardan öncekilerin gidişatı gibi Allah’ın ayetlerini yalanlamışlardı da Allah onları günahlarından dolayı yakalamıştı. Muhakkak ki Allah; Kaviyydir, azabı şiddetli olandır. Bunun sebebi; bir topluluk kendi nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğidir. Muhakkaki Allah; Semidir, Alimdir. (Enfal Suresi, 52-53)”

 

Eğer insan kendisi ve aynı zamanda toplum ve insanlık için en iyisini yapacak şekilde kendisini düzeltirse; piyasa, yönetim, aile ve toplum beraberce toplam refahın artması için en iyi şekilde çalışacaktır.

İbn Haldun’un modelindeki her değişken(G,S,W,g,j) insanı(N) etkilemekte ve onların; kendileri ve toplum için ellerinden gelenin en iyisini ortaya koyması konusundaki eğilim ve yeteneklerini belirlemektedir. Bu modelde toplam refahı en çok etkileyen iki önemli faktör kalkınma (g) ve adalettir (j). Eğer kalkınma (g) olmazsa refahı sağlamak ve adaleti dağıtmak için ihtiyaç olan kaynaklarda kıtlık olabilir. Yukarıda da belirtildiği kalkınmadan kasıt sadece ekonomik kalkınma değildir; ahlaki, kurumsal, entelektüel, toplumsal, siyasi, ekonomik olmak üzere hayatın her alanını kapsamaktadır. Eğer bu alanlardan birisi diğerlerine nazaran geride kalırsa, bu durum kalkınmanın temel unsuru olan insanın (N) niteliğine de yansıyacak ve gelecekte kalkınmanın  hızını kesecektir.

Kalkınma (g) önemli bir yere sahipken, adalet olmazsa olmaz bir niteliktedir. Adalet (j) insanların vicdanlı, dürüst ve üretici olmalarını teşvik eder. Aynı zamanda işbirliğini ve toplumsal dayanışmayı desteklediği gibi toplumsal anlamda zararlı davranışlarını da bertaraf eder. Toplumlar, adalet olmadan verimli şekilde işleyemez ve kalkınamaz, gelişemez. Adaletin eksikliği teşvikin ve caydırıcılığın işleyişini zayıflatabilir, huzursuzluğa, suça, düşmanlığa, toplumsal fitneye ve sonuç olarak kalkınmanın aksamasına neden olur. Adaletten bahsedildiğinde, olabildiğince geniş düşünmek gerekir. Verilen sözlerin, sorumlulukların, ve anlaşmaların yerine getirilmesi de, her hakkı sahibine hakkını vermek anlamına geleceği için, adaletin kapsamına girmektedir. Bunların yerine getirilmediği bir toplumda, insanlar haklarını almaktan aciz olacağı gibi insanların ellerinden gelenin en iyisini ortaya koyması daha da zorlaşır. Bu yüzden toplumun bütün kesimlerinin hakkını alması gerekir, zengin-fakir, beyaz-zenci, erkek-kadın, yetişkin-çocuk, güçlü-zayıf demeden.Yüce Allah(cc) şöyle buyuruyor:

“Andolsun biz Peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde Kitabı ve Mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın dinine ve Peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür. (Hadid Suresi, 25)”

“Bütün yüzler (insanlar), Hayy ve Kayyum olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.  (Taha Suresi, 111)”

Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz(sav) ise adaletsizliği mutlak karanlığa benzetmiştir. Bir toplumda zulüm arttıkça problemler ve huzursuzluk da arttığı gibi kalkınma da bu durumdan ciddi anlamda olumsuz etkilenir.

Kur’an ve Sünnet’teki adalet vurgusu, İslam tarihinde Ebu Yusuf(ö. Hicri 182/ Miladi 798), Maverdi(ö. Hicri 450/Miladi 1058), İbn Teymiyye ö. Hicri 728/ Miladi 1328) gibi öne çıkan bir çok alimin eserlerine de yansımıştır. İbn-i Teymiye adaleti, tevhidin (bir olan Allah’a inanma, Dini yalnızca O’na has kılma ve O’na yönelme) ana sonucu olarak görmektedir. Ona göre adalet çok geniş bir kavramdır. “ İyi olan her şey adaletin, kötü olan her şey ise zulmün bir parçasıdır. adaletsizliğin ki ise kötüdür. Bu yüzden, herkese ve her şeye karşı adalet hepimiz için mecburi iken adaletsizlik herkese ve her şeye karşı yasaklanmıştır. Adaletsizlik, Müslüman’a, gayri-Müslim’e ve hatta adaletsizce davranan bir insana karşı bile kesinlikle yasaklanmıştır. Buna göre, o cansiperane özdeyişini söylemiştir. “ Allah(cc) adaletli bir toplumu Müslüman olmasa bile ayakta tutarken, adaletli olmayan bir toplumu Müslüman olsa bile ayakta tutmaz.”((Ibn Taymiyyah, (1961-63), (d. 728/1328), Majmu‘ Fatawa Shaykh al-Islam Ahmad Ibn Taymiyyah, ‘Abd al-Rahman al-‘Asimi (ed.), (Riyadh: Matabi‘ al-Riyad, 1st ed).))

İbn Haldun da tartışmasız bir şekilde aynı düşünceyi yansıtmış ve bir ülkenin adalet olmaksızın kalkınamayacağını belirtmiştir ki, bu durum çağımızda yaşamış olan kalkınma iktisatçıları tarafından, adaletsizlik ile uzun bir maceradan sonra, yeni yeni anlaşılmış bulunmaktadır. İbn Haldun ayrıca, zulmün ‘kalkınmanın sonunu getirdiğini’ ve ‘refahtaki düşüşün adaletsizlik ve haddi aşmanın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu’ da belirtmiştir —ki bu durum Rububiyet prensibi dahilinde, Allah’ın varlık âleminin düzeni için koymuş olduğu kurallar olan SünnetUllah’ın işleyiş sürecini de göstermektedir. Ayrıca zulmün yalnızca insanların servet ve mülkiyeti altında olanları sebepsizce veya tazmin etmeksizin almaktan çok daha geniş bir kavram olduğunu; insanları rızaları olmaksızın kendi çıkarı için çalıştırmanın, onlar üzerinde haksız iddialardan bulunmanın ve Şeriat’ın onların üzerine yüklemediği sorumlulukları yüklemenin de zulmün kapsamına girdiğini belirtmiştir. Ayrıca, insanların maddi kazançlarına el koymanın kazanma, mülk edinme ve iktisabın önüne geçeceğini ve teşvikteki bir kaybın çaba ve girişimin önünü keseceğini de belirtmiştir. Bu ve benzeri düşünceler klasik dönem Müslüman alimlerin ve yazarların düşüncelerine nüfuz etmiştir.

rad 11Müslüman bir toplumun İslamlaşma derecesinin ölçülmesinde adalet (j) önemli bir kriterdir. Fakat adalet, belirli davranış kuralları veya değerler ve kurumlar olmadan (S) gerçekleştirilemez. Her toplum bu davranış kurallarına sahiptir. Müslüman bir toplumda ise bu kurallar ve davranış biçimleri bütününü Şeriat teşkil etmektedir. Bu davranış kuralları (Şeriat-ı Şerif) insanların birbirlerine karşı yükümlülüklerini yerine getirmelerini ve birbirlerini incitmekten kaçınmalarını gerektirir. Lakin davranış kuralları (S) uygulanmadığı zaman gerçek anlamını ifade etmez. Bazı insanlar kendi iradelerince uyabilirken, bazıları uymayabilir. Eğer kuralları çiğneyenler zarar görmezse, bu insanların sayısı artabilir ve bu ihlal kendi kendine güçlenen bir toplumsal ruh halini oluşturabilir. Özendirme ve caydırma yasaların uygulanmasına yardım eder. İslam, doğru davranışı özendiren ve yanlıştan caydıran maddi ve ahlâki teşviklerin rolüne vurgu yapmaktadır. Ahlâk faktör zaruridir; çünkü insanların (N) kendi vicdanları, davranış kurallarına (S) uymayı sevk eder ve böylelikle yaptırımın maliyetlerini azaltır.

İbn-i Hâldun’un modelinde ki hükümetin (G) görevi, yasaların yaptırımını ve uygulanmasını sağlamak ve teşvik ve caydırma mekanizmalarının sorunsuz işleyişini gerçekleştirmektir. Şeriat, bir ülkenin kanunlarını teşkil etmek zorundadır. Hükümetin aynı zamanda ihlalcileri saptamak ve hemen cezalandırmak için tarafsız yargı ve emniyet mekanizmalarını kurması gerekir. Eğer yasalar uygulanmazsa, Şeriat (S) etkili olamaz. Kur’an sadece kuralları verebilir; ‘dürüst ol’, ‘sözünü tut’, ‘aldatma’, ‘adaletsiz olma’ ve ‘başkalarını incitme’. Bunları kendi başına uygulayamaz. Yasaların uygulanması hükümete/otoriteye aittir— bu ayrıca insanın Halife vasfının bir gereği olarak, Allah’ın iradesini yeryüzünde hakim kılma sorumluluğunun da hayata yansımasıdır. Hükümetin (G) bu kuralları tarafsız ve adil bir şekilde uygulaması gerekir, yoksa adaletin (j) ve kalkınmanın (g) gerçekleşmesi zarar görecektir.

Hükümetin (G) Şeriat’ı (S) uygularken insanlara(N) karşı hesap verebilir olması gerekir. Bu sağlanmazsa yolsuzluk, verimsizlik ve eşitsizlikler ortaya çıkabilir. Bu durum kaynakların etkisiz kullanılmasına yol açabilir. Bu Müslümanların maalesef geride kaldığı bir konudur. İnsanlara (N) karşı hesap verme sorumluluğunu yerine getirmeyen gayri-meşru hükümetlerin (G) varlığı Müslümanların problemlerinin ana sebeplerinden birini oluşturmaktadır.

İslam, hükümet (G) için hilafeti ve şurayı (danışma kurulu) şart koşar. Bu İslamiyet’in ilk zamanlarında olan Bedevi toplumu için oldukça radikaldi. Muaviye’den(ra) (41/661) sonra oğlu Yezid (60/679) ile birlikte hilafetin saltanata dönüşmesi ile, Müslüman toplumlar otoriteciliğe yönelerek İslam’ın simgelediği siyasi hesap verilebilirlikten uzaklaşmaya başladı. Bu süreci geri çevirmek için harcanan çabalar başarı ile sonuçlanmadı ve günümüzde birçok Müslüman ülke güçlü-zengin aileler, silahlı güçler ve bürokratlar tarafından İslam’a uygun olmayan bir biçimde kontrol edilmektedir. İfade özgürlüğünün kısıtlı oluşu ve yargı sisteminin siyasi baskıdan bağımsız olmayışı bunun delilleri arasında sayılabilir. Bu durum  kamu mallarının zenginler ve güçlülerin çıkarları için kullanılmasına yol açmaktadır— ki bu da en büyük zulümlerden birini teşkil etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

“Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir. (Haşr Suresi, 7)”

Bu bizi sadece serveti değil, aynı zamanda ekonomiyi de bir bütün olarak ifade eden (W)’ya götürüyor. Piyasa sistemi bir toplumun kaynaklarından verimli şekilde istifade etmek için en etkili yollardan biridir. İslam tarihi boyunca market, Şeriat’ın (S) düzenleyici çerçevesi içerisinde işlemiştir. İbni Hâldun ve diğer başka âlimler işletmelerin devlet tarafından yönetilmelerine karşı çıkmışlardır. Sanayilerin ve işletmelerin kamulaştırılması İslam’a yabancı bir anlayıştır. Cezayir, Suriye, Irak, Mısır ve Pakistan gibi birçok Müslüman ülke bu yola sosyalizmin etkisiyle başvurdular. Bu politika İslam Dünyası’na gözyaşından başka bir şey getirmedi. Allah’a hamd olsun ki, siyasi kanunsuzluk ve sosyalizm Müslümanlar arasından geri çekiliyor. Toprak reformları, güçlü ve bağımsız yargı, yolsuzluğu ve etkisizliği denetleyecek ve cezalandıracak adil ve etkin kurumların artması ile ortaya çıkacak doğru bir yönetim anlayışının, ekonominin kalkınmasına ve insanların refahı için, kamu kaynaklarının etkili bir şekilde kullanılması ümit edilmektedir.

images0E2S92U1

Finansal Sistem

İktisadın ayrılmaz bir parçası olan finansal sistemin, bir ekonominin kaynaklarını mobilize etme ve adaletle (j) birlikte kalkınmayı (g) arttırmak için, etkin ve adaletli kullanmada önemli bir rol oynar. Maalesef, bu Müslüman dünyasındaki yerini henüz almadı. Konvansiyonel finansal sistemin bozukluklarından birisi, hem kamu hem de özel sektör için, kazandığından fazla harcamaya teşvik etmesidir. Siyasi yolsuzluk, borçların siyasi yandaşlara verilmesi, projelerin ve nakit akımının iyi incelenmemesi ve yeterli teminatın alınmaması buna kombine olmuştur.

Chapra, Pakistan örneği ile devam etmektedir. Hükümetin iç ve dış piyasada aşırı borçlandığını ve 1998/99 yılı bütçesinde, devlet harcamalarının %46 sının borçla karşılandığını söylemiştir. Bunun %24 ü savunmaya ve geriye kalan %30 u ise diğer harcamalara aktarılmıştır. Verilen bu bakiyenin en az yarısı yönetimsel giderlere diğer yarısı ise olan eğitime, sağlığa, altyapıya ve diğer inşa işlerine ayrılmıştır ki, bu miktar ilgili alanlar için yetersiz bir seviyededir. Bu durum aşağı seviyede bir kalkınma dengesi oluşturakta ve fakir insanları incirken, sosyal ve siyasi çalkantıya da neden olmaktadır. Eğer Pakistan hükümeti, İslamiyet’e bağlılıkta ve faizin yasaklanması konusunda kararlı olsalardı, üretken olmayan harcama yapmayı, yolsuzluğu önlemeyi ve vergi sistemlerini daha etkili hale getirerek bütçe açıklarını azaltmayı denerdi.

Yolsuzluğu engelleyecek, kalkınmayı ve aynı zamanda sosyoekonomik adaleti tesis edecek bir bankacılık sistemi reformuna da yeterli ilgi gösterilmedi. Sonucunda ise, ciddi anlamda adaletsiz bir finansal sisteme sahip olunmuştur. 1994 yılında, 28 milyon insanın mevduatının %56’sı 4,000 ayrıcalıklı kredi alan insana verildi. Bu, Allah’ın Şeriat-ı Şerif’te bildirdiği faiz yasağı ve zorunlu kıldığı gelir ve zenginliğin eşit dağılımının teşvikine yardım etmemektedir. Eşitsizlik aynı zamanda, eğer zenginlere ve güçlülere sağlanan kaynaklar üretken bir biçimde kullanılmazsa, kalkınmayı yavaşlatacak ve sosyal kargaşayı artıracaktır. Bu gibi vakıalar yozlaşmış siyasi sistemlerde gerçekleşme eğilimindedir.

  1. SONUÇ

Eğer İbni Haldun’un multidisipliner modelindeki bütün faktörler potansiyel katkılarını yapmazlarsa; İslam’ın dünya görüşünü gerçekleştirmek bir yana, herhangi toplumun ekonomik kalkınmayı yakalaması ve devam ettirmesi zor olabilir. Ama Yüce Rabbimize hamd olsun ki, İslam Dünyası için gelecek beklentileri daha aydınlık gözüküyor, lakin yine en doğrusunu bilen Allah’tır. Kolonilerden bağımsızlıklarını kazanmaları, insanların İslami değerlerle daha çok eğitilmesi, teknik eğitimin ulaşılabilirliği, kadınların eğitiminin yaygınlaşması, geleceğe iyimser bakılmasının sebepleri arasındadır. Diğer bir deyişle, bütün göstergeler İbn Haldun’un modelinin negatiften pozitif yöne doğru çalışmaya başladığını işaret etmektedir. Bu gelişmelerin İslam’a uygun bir şekilde artarak devam etmesini, adaletin, sosyal uyumun ve Müslüman toplumların maddi ve manevi kalkınmalarının sağlanmasını Rabbimiz’den niyaz ederiz. Tevfik, ancak Allah’tandır.

Mukaddime’de, Mesudi tarafından nakledilen ve Mübezan Behram bin Behram tarafıdan söylendiği ifade edilen ve yazıyı özetleyen şu hikmetle bitirelim;

“Ey hükümdar!

 

  • Mülkün(devletin) izzeti, ancak Şeriat-ı Şerif, Allah’a itaat edip O’nun rızası için iş görmek ve O’nun emir ve yasakları dairesinde icraatta bulunmak ile gerçekleşir.
  • Şeriat ancak mülk ile uygulanabilir,
  • Mülk insanlar olmadan güçlenemez,
  • İnsanlar servet ve mal olmadan valığını sürdüremez,
  • Memleketi mamur hale getirmeden(kalkınmadan) başka servet ve mal temin etmenin yolu olmadığı gibi,
  • Adalet olmadanda memleketi imar etmenin(kalkındırmanın) bir çaresi mevcut değildir;
  • Adalet, Allah’ın insanoğlunu değerlendireceği ölçüdür (el-mîzân),
  • Bu mizanı Allah(svt) koymuştur ve hükümdarı da ona nezaretçi tayin etmiştir.”

 

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun