Anasayfa Makale Tüccar Ahlakının Temel Göstergeleri

Tüccar Ahlakının Temel Göstergeleri

by

İktisadi aklın manevi kökleri ve ticaretin temel köklerinin ahlakla olan ilişkileri ortaya çıkarıldığına göre tüccarın, söz konusu zeminden bağımsız olması düşünülemez. Bu itibarla kendi varlığını borçlu olduğu iktisadi süreç ve olgulara karşı sorumluluklarını yerine getirme becerisine sahip olduğu takdirde tüccar, maddi ve manevi kazanç sağlayabilecektir. Öyleyse ahlakın kökeni olarak akıl, duygu, inanç sistemleri ve tarihsel miras;, ticaretin ahlaki zeminine işaret eden ve ifade edilmiş olan altı maddeyle birlikte tüccarın sorumluluklarını tanımlamak için gerekli kalkış noktasını sağlar. Öncelikle tüccar, kar elde etme amacındaki kişidir. Onun bu niteliği, varlığını sürdürebilmesi için olmazsa olmaz bir şarttır. Aksi halde yürütmekte olduğu işler sona erecek ve doğal olarak kendisinin tüccar olma niteliği de ortadan kalkacaktır. Bu nedenle tüccarın iş yaşamı, kazancın azamileştirilmesine, büyümenin sekteye uğratılmamasına, zor zamanlar için gerekli maddi dayanak noktalarının her zaman elde bulundurulmasına, başarı odaklı bir anlayışın kurulmasına, ideal bir sevk ve yönetim sisteminin varlığına dayanmaktadır. Nitekim insanlığın gelişme tarihine bakıldığında, ticaretin değişim ve dönüşüm oluşturan gücünün arkasında böylesi bir ilişki ağının yattığı görülebilir.

Ne var ki aynı biçimde söz konusu ticaret, acımasız uygulamaların, insanın var olma şartlarını ortadan kaldıran savaşların, ırkçılıktan totaliter yönetimlere kadar uzanan siyasi düşünce ve uygulamaların da bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüccar, kimi zaman Yeni Dünya’daki insanların canlarını alan bir katil, kimi zamansa siyah köle ticaretinde olduğu üzere insanları ölmekten daha beter bir hale sokan acımasız insanlardır tarihin sahnesinde. Tablonun karanlık tarafındaki bu doğrular, aklın tek yol gösterici olarak kabul edildiği Batılı anlayışların ağırlıklı rollerine işaret eder. Elbette Batı dışı toplumlardaki tüccarlar da böylesi uygulamaların sahipleri olmaktan uzak değillerdir. Ne var ki günümüzde yaşamaya devam ettiğimiz ve kişiyi gerçek anlamdaki bir toplumsallıktan uzak tutarak yalnızlığa iten, toplumsal duyarlılıklarımızı giderek körelten ve dünyanın tek sahipleriymiş gibi bencilce bir anlayışa bizi hapseden yaklaşımın ana kaynağı Batı kökenli iktisadi algılama ve uygulamalardır.

İşte bireyin iç dünyası kadar toplumsal yaşamı da sarmalayan bu olumsuzluğu sona erdirecek bir yaklaşım biçimi, kişiden topluma ve oradan da uluslararası zemine kadar geniş bir alanı etkileyecektir. Öyle ki iktisadi aklın ve ticaretin ahlaki boyutu, tüccarın bir davranış ve kurumsallaşma modeli oluşturabileceği gerçeğini desteklemektedir. Ne var ki burada sadece tüccarın gönlünden kopacak yardımlardan ya da kendi vicdanına ait çelişki ve çatışmalardan kaynaklanan davranış biçimlerinin kastedilmediği önemle belirtilmelidir. Öncelikle tüccar ahlakının ilkeleri, akıl, duygu, inanç sistemleri ve tarihsel miras etrafında oluşmuştur. Bu açıdan iktisadi aklın bir gereği olarak tüccar ahlakı ancak ve ancak, sistematik ve kökleşmiş uygulamalar eliyle gerçek bir anlam kazanabilir. Çünkü sadece acıma ve korku duygusuna ya da sevap kazanma isteğine bağlı davranışlar, geçici ya da sistemli olmayan nitelikleriyle toplumsal alanda köklü bir yer edinemezler. Bu uyarı akılda tutularak çalışmanın başından itibaren aktarılanlar ışığında tüccarın ahlak dünyasına ait başat etkenler, somut düzeyde dokuz ana ilke etrafında gösterilebilir:

1. İlke: Kurumsal bir çerçeve içerisine alınmış toplumsal sorumluluk bilincini özümsemek.
2. İlke: Mesleki yardımlaşmayı etkin biçimde uygulamak.
3. İlke: Mesleki dayanışmayı sağlam biçimde kurmak.
4. İlke: Uzman olunan konu ve işlerde gelecek kuşakları eğitmek.
5. İlke: Ahde vefa ilkesine ve dürüstlüğe kesin olarak sahip çıkmak.
6. İlke: Kamu yararını gözetmek ve devletle olan ilişkileri sağlıklı yürütmek.
7. İlke: Çevreye ve insan sağlığına gereken özeni göstermek.
8. İlke: Özgürlük ve fırsat eşitliği konularındaki uygulamaların takipçisi olmak.
9. İlke: Sonlu bir dünyevi yaşamın içerisinde bulunduğumuzu akıldan çıkarmamak (maneviyat ilkesi).

İlk ilkenin gösterdiği üzere tüccarın içinde yaşadığı topluma karşı duyması gereken sorumluluk, onun ahlak dünyasına ait temel etkendir. Ne var ki bu sorumluluktan kastedilen, hayırseverlikten oldukça farklı ve kurumsallaşmış bir davranış sistemidir. Buna göre adil bir gelir paylaşımı, yoksulluğun giderilmesi, siyasal sistemin özgürlükçü bir zemine sahip olması, toplumsal barışın korunması ve bizzat ticari faaliyetlerin sağlıklı biçimde devam ettirilebilmesi adına tüccar, birtakım projelere imza atmalıdır. Bilindiği üzere eğitim-sağlık hizmetlerine ulaşma ve temel ihtiyaçlardan yararlanma konusunda toplumun her üyesi aynı imkanlara sahip olmaktan uzaktır. Pek çok nedene dayanan bu duruma karşı, sadece devletin önleyici ve iyileştirici bir güç olarak devreye girmesi elbette yeterli değildir. Haliyle söz konusu eşitsizlikler de, toplumsal barış ve uyumun bozulmasına neden olmaktadır. İşte bu dengesizliğin oluşturduğu kargaşa ortamı, adi suçlardan yasa dışı örgütlerin varlığına kadar geniş bir alandaki olumsuzlukları besler. Sonuç olarak tüccarın uzun vadeli çıkarları, hem talep cephesindeki istikrarın korunması hem de çok daha genel olarak toplumsal zeminin korunması adına hareket etmeyi gerektirir. Bu nedenle özellikle iktisadi adaleti sağlayacak düzenlemeleri desteklemek ve sorunun halli için doğrudan doğruya konuya müdahil olmak, ticaret ahlakının gerekliliklerindedir. Buna göre ilk ilke olan tüccarın toplumsal sorumluluğunu yerine getirme biçimleri, aşağıda sıralanan örnekler üzerinden çok daha açık biçimde gösterilebilir:

  • Okul, kütüphane, hastane, sağlık ocağı gibi eğitim ve sağlığa yönelik hizmetler verecek kurumların oluşturulması ya da devlet adına bu kurumların bina ve teçhizatlarının sağlanması
  • İlköğretimden üniversiteye kadar işlerliği olan yaygın bir burs sisteminin kurulması ya da buna yönelik girişimlerin desteklenmesi
  • Sportif, kültürel ve sanatsal faaliyetlere katılımı kolaylaştıracak/özendirecek uygulamaların ortaya koyulması ya da bunlara yönelik destek programlarının oluşturulması
  • Yoksullara yönelik sistematik yardımların yapılması
  • Meslek kazandırmaya yönelik kurslar aracılığıyla nitelikli insan kaynağının sağlanmasında etkin bir rol üstlenilmesi
  • İş güvenliği, hakkaniyete dayalı bir ücret, örgütlenme özgürlüğü ve liyakate dayalı çalışma ilkeleri tarafından desteklenen çalışanların, işletmede alınan kararlara katılımının sağlanması
  • Siyasal sistemin işlerliği ve özgürlükçü bir zemine sahip olmasına yönelik çabaların varlığı
  • Ticarete konu mal ve hizmetlere ilişkin olarak toplumun doğru bilgilendirilmesi ve bu yönüyle reklamların doğru kullanımı
  • Yine söz konusu mal ve hizmetlerle ilgili tüketiciye ait talep, şikayet veönerilerin, kalite ve markalaşma esasları çerçevesinde sağlıklı biçimde değerlendirilmesi

Tüccar ahlakının iki, üç, dört ve beşinci ilkeleriyse doğrudan doğruya ticaret yaşamının örgütlenmesiyle ilgilidir. Nitekim mesleki yardımlaşma ve dayanışma, uzman olunan konularda gelecek kuşakların eğitilmesi ve ahde vefa ilkesinin üzerinde titizlikle durmak, gerektiği gibi örgütlenmiş bir tüccar sınıfının altından kalkabileceği olgulardır. Öncelikle tüccarların örgütlenerek, kendi mesleklerinden olan kişilere karşı dayanışmacı bir tutum sergilemeleri, zor durumda olan üyelere yardım edebilmeyle sonuçlanacağı gibi aynı zamanda mesleklerinin çıkarlarını toplumsal alanda çok daha iyi savunabilmeyi de beraberinde getirecektir. Bu nedenle örgütlenme ve dayanışma, iktisadi aklın öngördüğü doğal sonuçtur. Üstelik olağanüstü şartlar altında ya da herhangi bir olumsuzluk karşısında tüccar, kendi örgütü aracılığıyla belli bir güvene sahip olmanın rahatlığını da yaşayacaktır.

Diğer yandan ticarette uzmanlaşılan alanlardaki bilgi ve tecrübenin gelecek kuşaklara aktarılmasına ilişkin sorumluluk da, anılan dayanışmanın bir parçasını oluşturmaktadır. Mesleklerin layıkıyla sürdürülebilmesi ve nitelikli insan kaynağıyla söz konusu ticaretin devam ettirilebilmesi, uzmanlığa yönelik birtakım eğitim faaliyetlerinde bulunmayı zorunlu kılmaktadır. Yaşamın içerisinde ve zorlukları bire bir yaşayarak öğrenen ticari işletmeleri herhangi bir eğitim kurumundan ayıran etkenler, dikkat edilmesi gereken eğitim sürecinin temel konusunu oluşturmaktadır. Sonuç olarak yerine getirilen bu ilke sonucunda gerek ara eleman gerekse üst düzey yönetici konusunda esaslı sıkıntılar çekilmeyecek ve ticari faaliyetlerdeki devamlılık layıkıyla sağalanmış olacaktır. Üstelik usta-kalfa-çırak üçlüsünü hatırlatan böylesi bir devamlılık, ticaretin manevi ilkelerinin kuşaklar arasındaki aktarımını kolaylaştıracaktır.

Örgütlenmenin diğer noktasını oluşturan ahde vefa ilkesiyse, karşılıklı güvenin oluşturulmasındaki en önemli etkendir. Herkes, birilerine inanmak ve güvenmek ister. Çünkü güvenmek, yaşam içerisindeki elde edilebilecek huzurun başta gelen şartlarındandır. Eğer kişi, her an kandırılabilecek korkusuyla yaşamak zorunda bırakılırsa, kuşkularının arkasında iş yapamaz hale gelir. Aşırı kuşkunun sonucunda olumsuzluklara karşı uyanık kalmak, ahde vefanın ahlaki temelli bir yasal ilke olduğunu anlamakla mümkündür. İşte bu nedenledir ki ahde vefa, tüccar ahlakının yol haritasında başat bir role sahiptir. Tarafların, kuşku bırakmayacak bir biçimde anlaşmaya gitmeleri, yasal çerçeveyle birlikte iyi niyetli olma halini de gerektirir. Nitekim bir tarafın cehaletinden, dalgınlığından ya da çaresizliğinden yararlanarak yapılan sözleşmeden caymak, kimi zaman yasal ve ahlaki düzeydeki bir haktır. Öyleyse tarafların bilinçli olarak sözleşmeleri, bağlayıcı karar olma niteliğine sahiptir. Ahde vefa ilkesinin sulandırılarak yasal boşluklardan faydalanma yarışıysa, uzun vadede sistemin bütününü etkileyen derin sarsılmalara neden olur. Nitekim bu tür davranışlar sonucunda elde edilebilecek kısa vadeli kârların ticari ilişkilerde oluşturacağı yıpranma, sadece ahlaki değil büyük ve genel ölçekli iktisadi kayıpları da beraberinde getirecektir. İlk bakışta soyut olduğu düşünülebilen dürüstlük ve doğruluk ilkesi de aynı biçimde bir etkiye sahiptir. Doğru bilgiye hızlı ve güvenilir yollardan ulaşabilmek, şeffaflığın sağlanması ve tüketici tercihlerinin sağlıklı yapılması; her şeyden önce bilgiyi sağlayacak kanalların dürüstlük ilkesinden beslenmesini gerektirir. En küçük miktardaki alışverişlerde bile kendisini hissettiren bu tutumun -tıpkı ahde vefa ilkesinde olduğu gibi- ahlaki olduğu kadar iktisadi bir mantığı vardır. Nitekim kandırmanın, hileli yollara başvurmanın ya da spekülasyon yoluyla vurgun yapmanın genel iktisadi şartları kötüleştirerek kayıpları artırdığı herkesçe bilinmektedir. 2008 sonundan başlayan ve 2009’da etkisini giderek artıran küresel finans krizinin Yunan ekonomisindeki yansımaları bu konuda iyi bir makro ekonomik örnek oluşturmaktadır. Kağıt üzerinde yapılan değişiklikler ve gerçekte olduğundan çok daha az gösterilen cari açık oranları, ahlaki olmayan bir uygulamanın sonuçlarını göstermektedir. Yunan Ulusal İstatistik Kurumu’nun, cari açığı yarı yarıya az göstermesi günü kurtarmış olabilir. Ancak bu ahlaki olmayan uygulama, kısa süreli ekonomik kazançların zayıflığına işaret etmektedir.

Tüccar ahlakındaki yedinci maddeyse, toplumsal sorumluluğa sahip ve kendi örgütlenmesini bu ilke üzerinden gerçekleştiren tüccar sınıfının kamusal işiler ve örgütlenme konusundaki düzenleyici rolüne atıf yapmaktadır. Kamusal yararın toplumsal sorumlulukla doğrudan ilgisi, devletle ilişkilerin belli bir yasal çerçeve içerisinde yürütülmesiyle sonuçlanmaktadır. Örneğin ülkemizdeki sanayi ve ticaret odaları, bulundukları illerdeki tüccarların kayıt altına alınarak kamusal örgütlenmeyi oluşturmak adına söz konusu işlevi yerine getirmektedir. Bu nedenle söz konusu kurumlar; tüccarların çıkarlarını savunur ve toplumsal sorumluluk projelerini yerine getirirken, yerel ve merkezi yönetimle ilişkileri sağlıklı olarak yürütmekle de sorumludur. Siyasi, toplumsal ve yasal olarak çok yönlü ilişkinin dayandığı iktisadi temele ait özneler, bu açıdan devlet örgütlenmesini hesaba katmak ve özellikle vergileme siyaseti üzerinden kamu yararını esas almak zorundadır. Öyleyse ticari faaliyetlerde sadece arz ve talep edenlerin değil, devletlerin varlığının da önemli bir unsur olarak düşünülmesi gerekir. Böylelikle devletin kamu odaklı örgütlenmesi ile tüccarın kâr odaklı varlığı arasındaki ilişkinin en duyarlı noktası ahlak ve yasa ikilisine yaslanır. Nitekim aktarılmış olan ilk beş ilke ışığında;, toplumsal sorumluluk sahibi olmayan, kurumsallaşmamış, örgütlenme, dayanışma ve yardımlaşma ilkelerinden yoksun bir ticari yaşamın devletle olan diyalogu, sürekli olarak çatışma eksensinde yer alacaktır.

Üretilen bazı malların ya da verilen hizmetlerin çevre ve insan sağlığı açısından oluşturacağı tahribata karşı durmak da, tüccarın taşıması ve yerine getirmesi gereken sorumluluklardandır. Elbette ki insanın sağlığını kaybetmesi ya da çevresel felaketlerin sonucunda ortaya çıkan ağır sonuçlar, aynı zamanda ticaretin kârlı alanlarının erimesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle tüccar, sadece ahlaki açıdan değil, akılcı bir davranış olması nedeniyle de söz konusu ilkeye sıkı sıkıya sahip çıkmalıdır. Nitekim çevre siyasetinin etkin biçimde uygulanması, konuyla ilgili çalışan sivil toplum kuruluşlarına maddi destek sağlanması, insan sağlığına zararlı olan mal ve hizmetlerin kısıtlanması için çaba sarf edilmesi tüccar ahlakının gerekliliklerindendir. Anılan tüm bu ilkeleri kapsayan ve aralarındaki ilişkiyi sağlayansa, tüccar ahlakına ilişkin olarak ifade edilen ilkelerin son iki maddesidir.

İlk olarak, piyasadaki işlerliğin devam ettirilmesi adına özgürlük ve fırsat eşitliğinin üzerinde durmak tüccarın maddi çıkarlarının sonucudur. Kârlılığın kısa vadeli heveslerle sağlamlaştırılamayacağından ve toplumsal sorumluluk gereği kalite anlayışının gerekliliğinden daha önce bahsedilmişti. İşte bu açıdan fırsat eşitliği, ticari faaliyet içerisindeki öznelerin tüketiciye daha iyi şartlar sunmasına yönelik yarışlarını kızıştıracaktır. Öyleyse haksız rekabetin yol açtığı kargaşanın piyasadaki dengeleri altüst etmesi, mal üretimi ve hizmet anlayışındaki kalitenin de düşmesi anlamına geleceğinden fırsat eşitliğinin -özellikle tüccar örgütlenmeleri eliyle- gözetilmesi oldukça anlamlı bir sürece işaret eder. Böylelikle tüccar, tekelci ve özgürlükleri kısıtlayıcı eylem, anlayış ve yasaların uzun vadede kendi varlığına ve çıkarlarına aykırı olduğunu anlayacaktır. Üstelik bütün bu süreç içerisinde tüccar, rekabetin sağlıklı olarak işleyebilmesi adına ülkenin siyasal sistemine yönelik bazı özgürlükçü düzenlemelere de taraftar olmak zorundadır. Sonuç olarak demokratik ve özgürlükçü zemin üzerinde yeşerebilen gerçek rekabet, mal ve hizmetlerdeki kaliteyle doğru orantılıdır.

Bilinç düzeyinde gerçekleşen ikinci değişimse her insanın ölümlü bir varlık olduğundan hareketle ortaya koyulabilir. Doğadaki her şeyin doğum-yaşam- ölüm aşamalarının yer aldığı sürecin içinden geçmekte olduğu aşikardır. Elde ettiğimiz tüm zenginlik ve başarılar da yaşam denilen bu sürecin geçici görünümlerindendir. Elbette söz konusu düşüncenin çok geniş felsefi ve dini yönleri bulunmaktadır. Burada tüccar açısından gösterilmek istenen noktaysa, maddi kazanç konusundaki her çabanın sona ermeye yazgılı olduğu ve bu niteliğin de daha paylaşımcı bir davranış sistemine yol açacağına ilişkin öngörüdür. Elbette ölüm gerçeği, kişinin çok daha bencilce davranışlar içerisine girmesine yol açabilir. Her şeyin bir sonu olduğunu düşünen kişi, ödülceza sistemine dayalı bir inanç sistemini tanımıyor veya toplumsal alana karşı duyarsız kalıyorsa böylesi bir tepki vermesi kuvvetle muhtemeldir. Ne var ki bu ilke, ahlakın kökenleri ve iktisadi akla ait ahlaki olguların varlığıyla birlikte düşünüldüğünde olumlu sonuçlar doğurmaktadır. Aklın, duygularımızın, inanç sistemlerimizin ve tarihsel mirasımızın el ele vermesi, insanın bu dünyadaki kısa yaşamına anlam katma yarışında olduğunu göstermektedir. Yaşama anlam verme çabasındaki kişinin bu konumu, sonlu olduğu bilinen maddi hırslarımızın törpülenmesini de beraberinde getirmektedir.

Bütün bunlara karşılık tüccar ahlakı, kadere boyun eğmeyi, yoksulluğu övmeyi, maddi hırsları tam anlamıyla bir kenara koymayı ve inzivada geçirilen bir yaşam övgüsünü içermez. İktisadi gelişmeyi sağlamak, kâr elde etmek, sermaye artırımına gitmek, kalite anlayışını yükseltmek, tüketime yönelik teşviklerde bulunmak ve daha nice maddi zeminden hareket eden davranış kuralları, tüccarın kimlik oluşumunu belirler. Ahlakın ve manevi yaşama duyulan ihtiyacınsa, söz konusu olguları dışarıda bırakması gerekmez. Pekala, her insan hem maddi hem de manevi yaşamını sağlıklı ve dengeli biçimde düzenleyebilir. Bu gerçeğin merkezindeyse, ihtiyaçlarımızın sağlanmasına yönelik faaliyetler bütünü olarak iktisat oturur. İşte toplumsal yaşamımızda giderek daha fazla eksikliğini hissettiğimiz manevi boşluğu doldurma çabası, bu nedenle iktisadi ilişkilerin içerisinde yerini almalıdır.

Sonuç olarak kişiyi öne çıkarttığını iddia ederken aslında onu ezen ve parçalayan, dolayısıyla gerçek özgürlüğü ıskalayarak sanal bir özgürlük alanı oluşturan, sadece parasal ilişkileri başarının ölçüsü olarak benimsememize yol açan bu iktisadi sistemin reddedilemez sonuçları, öncelikle ticari alandaki ilkelerin değiştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Dünya daha fazla kazanma peşindeki düşünce ve uygulamaları baş tacı ederken ticarette yeni bir davranış modeli oluşturmak, uzun vadede yeni bir iktisadi sistemi doğuracaktır. Bu önemli dönüşümün adresi olacak toplumlar, aynı zamanda yeni bir uygarlığın da devindiricileri olacaklardır. İnsanlık adına böylesi derin bir başkalaşma için Türk toplumu, almış olduğu tarihsel miras ve içinde bulunduğu birtakım şartlar açısından oldukça anlamlı zenginliklere sahiptir. Dolayısıyla burada adeta bıçak sırtındaki bir dengede durulur. Bir yanıyla tüketim alışkanlıklarının kapı araladığı reddedilemez gerçekler vardır. Diğer yanda ise ekonomik süreç ve uygulamaların içerisinde var olma zorunluluğunu eleştirmek bulunur. Bu ikiliyi içeren tüccar ahlakı uzlaşmaz çelişkileri bir araya getirme çabası değildir. Genel olarak ekonomik dünya için ahlak, kazanç ve büyüme sarmalındaki güç ilişkilerini ehlileştirir. Örneğin bu noktada toplumsal refahın artırılması için üretim kadar tüketime de ihtiyaç duyduğumuz ortadadır. Burada önemli olan, tüketim olgusunun insan ilişkilerinin önüne geçerek başlı başına bir amaç haline gelmesidir. Temel sorun, maddi kazancın kendisinde değil, kazancın toplumsal yaşamı tehdit etmesi ve sürdürülebilir yaşamı baltalamasıdır.

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun