Anasayfa Söyleşi İslam İktisadı İçin Önce Dört Elif Miktarı Lâ Demek Şarttır! 2

İslam İktisadı İçin Önce Dört Elif Miktarı Lâ Demek Şarttır! 2

by

Faruk Taşçı

Mülakat: islamiktisadi.net

islamiktisadi.net, Doç. Dr. Faruk Taşçı ile İslam iktisadı bağlamında bir mülakat gerçekleştirdi. Bu metin, mülakatın ikinci kısmıdır. Mülakatın birinci kısmını okumak için tıklayınız.

Hocam, kapitalizmin piyasa algısıyla ilgili neler söylemek istersiniz?

Kapitalizmin piyasa algısıyla ilgili deniliyor ki; serbest piyasa vardır ve serbest piyasa üzerine kurulu rekabetin olduğu bir sistem vardır. Ama gerçekte bu böyle değil. Kapitalizm, rekabetin boğulduğu, tekelin hâkim olduğu bir sistemdir. Serbest piyasada rekabet olur, ama kapitalizm serbest piyasayı kabul etmediği için söylemsel olarak vardır. Fiiliyatla kabul etmediği için, kapitalizmde olan şey; tekeldir. Bir kısım şeyler için azıcık rekabete müsaade edilir.

Şimdi burada şunu söylememiz gerek: İslam’da (ifade belki ağır olacak ama) rekabet yoktur. İslam’da serbest piyasa vardır. “İslam’da serbest piyasa var” sözü otomatik olarak “İslam, kapitalizmdir” şekline evrilirse, o can yakar; yanlış ifade olur. İslam’da serbest piyasa vardır, bu böyledir, dokunamazsınız. Helal yoldan işlediği sürece, fiyat mekanizmasını belli çerçevelerle ancak küçük müdahalelerde (fahiş farklar almadığı sürece) denetim altına alabilirsiniz. Yani İslam’da serbest piyasa vardır ve fiiliyatta da uygulanır. Ancak kapitalizmde serbest piyasanın sadece söylemsel olarak ele alınmasıyla benzerlik göstermez. Bu bağlamda “İslam kapitalizmi” veya buna benzer gibi ifadeler en başta söylediğim gibi itikad meselesindeki ayrıştırmayı bilmemektir. Bilerek ya da bilmeyerek bu hatayı yapıyoruz.

“İslam’da rekabet yoktur” dediniz. Peki, ne var İslam’da?

Rekabet yerine, “gıpta” var. Rekabet dediğimiz şeyde isteseniz de istemeseniz de bir insanı karşınıza almak zorunda kalırsınız. Karşınıza aldığınız kişi ile bir müddet sonra kapışma riskiniz vardır. İnsanoğlu eşrefi mahlûkat dedik ama terbiye edilmezse “esfele safilin” olma potansiyeli de var. Bu, önemli bir şey. Sabahattin Zaim Hoca’nın açıklamasına göre İslam’da rekabet olmaz çünkü İslam’da hedef Allah rızasını kazanmaktır. Allah’ın rızasında da sınır olmaz. Rekabet ise sınırlı bir pastada olur. Yani rekabet kelimesini materyalist zihinle düşündüğümüz için rekabet kelimesi problemlidir. Pasta fikri materyalist bir düşüncedir. Bu pastadan pay almak için rekabete girmeniz gerekir dediğiniz zaman otomatik olarak pastayı da sınırlı tahayyül etmiş olursunuz. Sınırsız ihtiyaçlar-sınırlı kaynaklar ifadesi de buraya tekabül etmektedir. Reddetmemiz gereken bir şey olarak karşımızda durmaktadır. Malthus’u ve Darwin’i biliyorsak burada meseleyi anlayabiliriz. Sabahattin Zaim Hoca’nın ifadesine dönecek olursak Allah rızasında sınır yoktur, pasta yoktur ve sınır olmadığı için rekabet de yoktur. Diğer taraftan ne ihtiyaçlar sınırsız ne de kaynaklar sınırlıdır. İhtiyaçlarda insanın nefsi emmaresi sınırsız kötülüğü emreder. Ama peygamberler ve din vasıtasıyla bu sınırsız kötülük meselesi dengelenir. Yani terbiye edilir, yani köpek kıtmir olur!

Gıpta kısmı ile ilgili neler söyleyebiliriz hocam?

Gıptayı bir misal üzerinden açıklamamız gerekirse; falanca kişi şu kadar kazandı diyelim – inancı varsa – “Allah mübarek eylesin ne güzel kazandı, Allah bana da onun gibi kazanmayı nasip etsin” deriz. Gıpta budur. Aynı istikamette gidiyorsunuz. Çarpışma yok.

Diyelim ki falanca kişi şu kadar kazandı -inancı yok- burada ise “bu kişinin çalışma şevkine” gıpta etme vardır. Ne güzel çalışıyor deriz. Güzelden kastımız haram yoldan kazanma fiili değil. Çalışmasında çaba var; oturmuyor, tembel değil, üşengeç değil. Yani batıl davası olsa da çalışmış. Buna gıpta ederiz. Buradan yola çıkarak “Ya Rabbi bana da kendi davamda çalışmayı nasip et, helalinden bereketli nimetler nasip et; bu kişiye de hidayet ver” deriz. Gıpta budur. İman etmeyen için de onu yok sayacak bir tavır, bir düşünce, bir fiil sergileyemiyoruz. Onun için İslam, çok köklü bir şekilde kapitalizmi reddeder.

İslam’ın gayrimüslimler ile ilgili başka tasarrufları da var mıdır?

Yani şu kadar söyleyelim; zekâtı bile vereceğiniz sekiz gurup içerisinde Müslümanların dışında olan kısımlar var. Mesela “miskinler” ile ilgili açıklamalara baktığınız zaman miskinler için birkaç izah vardır. Bir tanesi Müslümanların aşırı yoksulu der ama bir tanesi de “ehli kitabın yoksulu” der; gayrimüslim ama ihtiyaç sahibi olduğu için verebiliyorsunuz. “Kalpleri İslam’a ısındırılacak” (müellefe-i kulüb) olanlardan yola çıktığınız zaman ucu bucağı yok. Bırakın orada Yahudi veya Hıristiyan olmayı, İslam’a aşırı şeddad olan kişiye de gerekli zekâttan nakit para yardımı yapabilme imkanı var. Borç meselesi de öyledir. Zekâttan borçlulara verilebiliyor. Bir kısım âlimimiz borç edinen kişiye gayrimeşru yoldan, yani haram yoldan verilmemesi gerekir diyor. Ama âlimlerin bir kısmı ise içtihat etmiş, “hayır bu insan da tehlikededir” çünkü borcundan dolayı intihar edebilir vs. Ona da verebilirsiniz diyor.

Bakın İslam’ın kabul etmediği yollarla İslam inancının dışında kalan şeyler de olsa siz çarpışmalı zemine giremiyorsunuz ancak onu geçmeye dönük bir gayretiniz olabilir. Bu kadardır. Geçerken tökezletemiyorsunuz, ayağını kaydıramıyorsunuz, her yol mubah diyemiyorsunuz. Bu, mümin vasfındandır. İşte bunun dışındaki vasıflar -inanıyorum diyorsanız- Müslüman vasfıdır ve bir müddet sonra bu kişinin inancı tehlikeye girebilir, kapitalistleşebilir. Günahkâr Müslümana kapitalist diyemiyoruz, İslamî kaideyi uygulamadı ise bu kişiye kapitalist diyemiyorsunuz. İslam dairesinden çıkması gerekir ki kapitalist diyebilesiniz. Ama şunu diyebilirsiniz; “günahkâr Müslüman olarak kapitalistler gibi davranıyorsun, işin sonu tehlikeye gidiyor!”

Burada bir mesele daha var ayrıştırmamız gereken. O da iktisat ile devlet bağlamı üzerinden konuşmamız gereken mesele. Çünkü başlangıçta konuştuğumuz gibi İslam’da pür iktisat konuşamayız. Çünkü başka unsurlar da gelecek. Devlet de bunlardan bir tanesi. Liberal ideolojide devletin varlığına ve önemine baktığımız zaman devlet için kullanılan ifade sınırlı devlettir, sınırlı alanda belirli sorumluluğu olan devlettir. Kullandıkları kavramlar jandarma devlet, gece bekçisi devlet gibi kavramlardır. Devlet, bireyin kutsiyetine halel getirme potansiyeli olan tehlikeli bir otoritedir. Anarşizm demiyoruz liberalizme ama devletin bireyin üzerindeki tahakkümünde yani bireyin sınırlandırabilme potansiyeli en yüksek olan kurum devletin kendisidir. Hal böyle olunca devlet sınırlandırılmalıdır. İşte liberalizmdeki sınırlandırmanın adına “hukuk devleti” denmektedir. Dikkat ederseniz “adil devlet” denmemektedir. Bir ülkede hukukun, anayasanın ve kanunların olması o devleti bir hukuk devleti yapabilir ama bu durum o devletin aynı zamanda adil bir devlet olduğu anlamına gelmez. Onun için liberal anlayışta adil devlet vurgusu yoktur, hukuk devleti tabiri vardır yani mekanizmanın işlemesi yeterlidir. Nasıl işlediğine bakılmaz.

Bu noktayı biraz daha açabilir misiniz hocam?

Üç adam üzerinden konuşalım; Adam Smith, Friedrich Hayek ve Robert Nozick. Bu kişilerin çalışmalarında devletin sosyal ve ekonomik alandaki müdahalesi üzerine sert cümleler karşımıza çıkmaktadır. Örneğin; Adam Smith der ki yoksulluk, yoksulların kendi kusurudur, suçudur. Çünkü onlar tembeldirler, çünkü onlar yoksulluğu faziletli bir iş olarak görürler. Bundan dolayı devletin zenginden alıp (işte burada çok büyük bir ayrıştırmaya giriyoruz) vergi yoluyla veya başka yollarla yoksula vermesi kabul edilemez. Hatta Adam Smith buna ahlaksızlıktır der, zulümdür der.

Şimdi böyle bir şeyi ortaya koyduğumuz zaman ne demememiz lazım? Zekât gibi bir müessese gider. Evet, İslam’da zekâtı sadece devletin alıp vermesi şartı yoktur ama bir tanesi de budur. Kişinin kendisi de verebilir. Ama devlet isterse böyle bir mekanizmayı kurabilir. Bu durumda büyük bir ayrışma olmuş olur otomatik olarak. Demek ki zengin olmak kapitalist olmak veya liberal olmak anlamına gelmiyor. Zengin bir devlet olmak da bu anlama gelmiyor.

Friedrich Hayek’e bakalım. Türkçe’ye çevrilmiş birkaç tane kitabı vardır. Bunlardan bir tanesi “Sosyal Adalet Serabı” isimli kitaptır. Bu kitapta tabiri caizse Karagümrük ağzıyla oluşturulmuş ifadeler kullanmaktadır. Kitabın başlığı bile ne kadar bilimsel diye sorgulatıyor yani! İhtiyacı olanın, ihtiyacının devlet tarafından müdahale ile karşılanması gibi düşünüyor sosyal adalet kavramını. Bu anlamda diyor ki bu ahlaksızlıktır, bu sahtekârlıktır, bu düzenbazlıktır. Hayek’in vurgusu enteresan. Hayek dediğimiz zaman burada tabi ki liberalizmi kastediyoruz. Liberalizm de burada düğümlenmektedir zaten. Denmektedir ki olması gereken doğaçlama düzendir, kendiliğinden düzenlemedir. Yani gelir dediğimiz şey piyasada insanların iktisadî faaliyette bulunmaları sonucu otomatik olarak ortaya çıkan bir şeydir. Herkes kendi çıkarının peşinde koşar, maksimum kâr peşinde koşar ve bunun sonucunda bir planlamayla değil kendiliğinden, farkında olmadan bir toplumsal refah ortaya çıkar. Refah, “x,y,z”nin toplamıdır ama “x,y,z” organize değildir, doğaçlamadır. Dolayısıyla ortaya çıkan şey gelir dağılımıdır ve liberaller bunu kabul eder. Bizim okuduğumuz iktisat ders kitapları da maalesef “gelir dağılımı” merkezli anlatılır.

Hâlbuki liberallerin reddettiği ama İslam’da ciddi manada önemli olan ikinci bir şey daha vardır: Gelir dağıtımı. Liberaller der ki – Hayek başta olmak üzere – gelir dağılımına evet, gelir dağıtımına hayır. Çünkü onlara göre gelir dağılımında özne yoktur. Gelir kendiliğinden dağılmalıdır. Gelir dağıtımına hayır demektedirler çünkü gelir dağıtımında özne vardır. Geliri kim dağıttı sorusunun cevabını verdiğinizde bir özne bulabilirsiniz.

Şimdi meseleye dönecek olursak İslam’daki ayrışma burada muazzamdır. Bu ayrışmayı marksizme de bağlantılayarak, yani dördüncü elifi öne alarak söyleyelim. Liberal kapitalist ideoloji gelirin sadece dağılmasına müsaade eder. İkinci hamleye müsaade etmez. Gelir dağıtımı zulümdür der, ahlaksızlıktır der. Nozick, daha da ileri götürür, daha ağır laflar eder, neredeyse anarşik bir liberalizme götürerek devlet can ve mal güvenliği dışında bir şeye karışamaz der. Evet, İslam burada gelir dağılımını kabul eder çünkü serbest piyasa var. Serbest piyasaya İslam’ın kabul ettiği şekilde girebilirsiniz. İslam’ın meşru gördüğü piyasa faaliyetlerini yapabilirsiniz. Bunun sonucunda bir gelir elde edersiniz… İkinci adım gelirin dağıtımıdır. Marksistlere göre ise gelir dağılmaz, hep dağıtılır. Yani piyasada serbestlik yoktur. Devlet toplar ve eşit dağıtır. İslam’da ise serbest piyasada İslam’ın kabul ettiği meşru yollarla gelir dağılır. Ama bu dağılma sonrasında doğal olarak birtakım sebeplerden dolayı adil olmayan bazı durumlar ortaya çıkabilir. Bunun birçok sebebi vardır; muhtaçlıklar olabilir (yetim, yoksul vs.), kaynaklar atıl kalabilir gibi… Bundan dolayı devlet geliri dağıtır. Devlet istemese bile zaten zenginlerden zekât alınması farzdır. Beklenir. Bir ülke İslam ülkesi değilse bunu takip etmek zordur. Şu an bazı Müslüman ülkede devlet zekâtın bir kısmını bizzat kendisi zorunlu olarak topluyor, bir kısmında gönüllü olarak getirebilirsiniz diyor. Ama şu anda dünyadaki bu sistem tam olarak İslam’ın öngördüğü kâmil manada işliyor diyemeyiz.

Peki İslam’ın sosyalist dünya görüşü ile farklılaştığı noktalar nelerdir?

Öncelikle “marksist-sosyalist” ideoloji diyorum çünkü sosyalizmin birçok çeşidi var. Marksizmin ortaya koyduğu sosyalizm, Marks’ın ifadesiyle diğerlerinden başlı başlına ayrıdır. Yani Marks’a göre kendisi dışındaki sosyalistler ütopiktir, kendisi bilimseldir. Bunun kendince gerekçeleri var. Mesela, ütopik sosyalistler sosyalist rejime geçişi istemektedirler ama devrim ile değil de kademeyle, evrimle, reformla istemektedirler. Ayrıca onlara göre devrim, anlaşarak, uzlaşarak olacaktır. Ancak Marks’a göre devrim aşağıdan, proletarya üzerinden gerçekleşecektir. Bu gibi karşı çıkışlardan dolayı Marks kendisini ayrı bir sosyalizm alanında konumlandırmaktadır. Biz de burada Türkiye’de olsun dünyada olsun ağırlıklı olarak etkili olduğunu düşündüğümüz marksistlerin ortaya koyduğu sosyalizmi konuşacağız.

Marksist-sosyalist ideolojilerde ittifakla gördüğümüz şey bu ideolojilerin materyalist olduklarıdır. Yani bütün her şeyin merkezine maddeyi alırlar. Bunu şu yüzden söylüyorum; Marks özetle “madde geri kalan her şeyi belirler” der. Ona göre bizim tahayyül ettiğimiz şeylerin hepsi maddenin tezahürleridir; metafizik hiçbir alan yoktur. Maddi olanların uzantısıdır. Bu materyalist görüşü biraz daha genişletir ve çerçeveyi daha iktisadi anlamda ekonomi merkezli ele alır. Yani madde yerine özelde ekonomi, onun da özelinde ekonomik üretim ilişkilerini üretim araçlarını ele alır. Dolayısıyla ekonomik üretim ilişkileri, üretim araçları geri kalan her şeyi belirler.  Buna da Marks, “alt yapı-üst yapı” ilişkisi der. Alt yapı ekonomidir, üst yapı geri kalan her şeydir. Yani üst yapı dediğimiz kavramın içinde din, ahlak, hukuk, günümüz için medya, kültür vs. bulunmaktadır.

Dolayısıyla biz burada çok keskin bir şekilde ayrılıyoruz. Ekonomi İslam’da materyalizm üzerine kurgulanmamıştır. Yani materyalizm dediğiniz zaman “emek kutsaldır” demiş oluyorsunuz, “ekonominin kendisi de kutsal” olmuş oluyor, iktisadî faaliyeti yapan işçi de put oluyor. Onun için mesela bazı sendikacılar “işçiyiz haklıyız” derler. Hâlbuki “işçiyseniz gerçekten haklıysanız” haklısınızdır. İşçi olmak otomatik olarak hak doğurmaz. Burada işçinin veya emeğin otomatik kutsiyeti de marksizmden geliyor. Bizim inancımıza göre İslam’daki iktisadî meselelerde işçi haklı olduğu ölçüde haklıdır, haksızsa da haksızdır. İşveren de, zengin olan kişi de meşru şekilde elde etmiş bu adam için siz “işverendir, onun için kapitalisttir, onun için burjuvadır” diyemezsiniz. O zaman size “marksizmin borazanlığını yapıyorsunuz bilerek veya bilmeyerek” denir. Bu önemli bir ayrıntı.

Alt yapı-üst yapı meselesinde de alt yapı eğer iktisadi zemini temsil ediyorsa ki öyle diyor marksistler; altyapı mevcut toplumda kapitalistlerin elindedir. O halde kapitalistlerin elinde olan bu alt yapıyı ele geçirirsek –çünkü altyapıyı elinde bulunduran geri kalan her şeye hükmetmektedir– her şey bizimdir yani sosyalizme geçilmiş olur. Peki, altyapı nasıl ele geçirilecek? Devrim ile… Şimdi enteresan durum şudur ki Marks devrime giden yolda şiddeti mubah görmektedir… Çünkü sonuç olarak devrime gidilecek ve sosyalist bir toplum ortaya çıkacaktır.

Burada da büyük bir ayrışmaya gidiyoruz. Çünkü İslam’da genel olarak ve özelde iktisadî meselelerde devrim yoktur. İslam’da “tedricilik” vardır. Eğer devrim diye bir şey ortaya koyarsanız -gerek iktisadî meselelerde gerek genel anlamda- haricilik, rafızilik gibi uç noktalar ortaya çıkar ya da münafıklar çoğalır. Çünkü bir anda getirdiniz ne getirdiyseniz. Getirdiğiniz şey sindirilmedi, kademe kademe gönüllere ve akıllara işlemedi. Sosyolojik olarak insanların beynine, anlayışlarına, akıllarına hitap ederek gelişmedi. Yani alışkanlık dediğimiz bir gerçeklik var. Bunu İslam kabul etmektedir. Bunu nereden anlıyoruz? 23 seneden anlıyoruz. Örneğin iktisadî anlamda İslamî ve gayri-İslamî meselelerde en önemli konu faizdir. Faizin yasaklanması ne zamandır? Efendimiz’in (aleyhisselatü vesselam) peygamberliğinin son yıllarındadır. Ya da mesela içki ile ilgili yasak kademeli gelmiştir. “Neden böyledir?” sorusuna Hz. Ayşe şöyle cevap vermektedir: “Eğer bunlar başlangıçta yasaklansaydı kimse İslam’ı seçmezdi.” Buradan şunu anlıyoruz ki alışkanlık diye bir realite var. Bu alışkanlık pat diye atılamaz. Atmaya çalışırsanız münafık yaparsınız insanları, atmış gibi görünürler veya başka uçlara evrilirler. Yani bir yerden patlak verir. Bir ifrada, bir tefride gider.

Şu anda ise genel problem İslam ile ilgili iktisadî meselelerin bir an evvel hallolmasını beklemektir. Bu bir hastalıktır. Burada kastettiğim şey hem İslam iktisadı özelinde yapılan bilimsel faaliyetler hem de muamelatla ilgili faaliyetler. Rahmetli Sabahattin Zaim Hoca 1987 yılında müzakereci olarak bir konferansa katılıyor. Konu, o zamanlar yeni gündeme gelen faizsiz bankacılık. Konuşmacılar çok ateşli konuşuyor. Hoca diyor ki tebrik ederim, bu tip faaliyetler bize Allah’ın bir nimetidir vs. Sonrasında diyor ki “Arkadaşlar elimizdeki kumaş şu kadardır. Lütfen bu kumaşı çekip yırtmayın.” Buradan şunu anlıyoruz ki başta saydığımız Kuran, Sünnet, icma’ ve kıyas üzerinden içtihat yapabilenlerin içtihatlarındaki zaman ve mekân dikkate alınmalıdır. Şimdi aradan 30 sene geçti. Kumaş ne kadar büyümüşse o kadarlık iktisadî faaliyet için “İslamî’dir veya değildir” diye konuşabiliriz veya bu faaliyetleri yapabiliriz. Hem insan anlamında, insan potansiyelimiz ne kadar müminleşti? Hem de zemin ne kadar bu müminlere uygun hale geldi? Yani başta söylediğimiz gibi sosyolojiyi ihmal edemezsiniz. Olmaz, mümkün değil.

Bu anlamda konuştuğumuz meseleler çok net bir biçimde ortaya çıkıyor. Siz, marksizmin devrimsel çerçevesinde olduğu gibi faizsiz bankacılık faaliyetleri için bu bankacılığı kullananlara otomatik olarak bu haramdır derseniz ve peşinden de bunun dışında bir hüküm geçerli değil derseniz sıkıntı olur; harici olursunuz. Şunu demeniz gerekir: “Bu faizli bankacılığı kullanmak haramdır. Hangi zaman ve zeminde olursa olsun haram olduğu bellidir. Ama faizsiz bankacılık diye bir şey çıktı. Burada şüphe var, bu şüpheden kaçınmak takvadır ama bunun fetvası da var. Yani bunlarla ekonomik faaliyet yapılabilir.” İşte bu, mutedil bir çizgi olur. Kumaşı yırtmamak anlamına gelir. Bu çerçeveyi tutturursak iktisadî faaliyetlerde genişleme, birikim yapma ve böylece bir müddet sonra Müslümanlar için o birikim üzerinden yoksulluğu giderme şansımız olur.

Şimdi marksistlerle ilgili ayrıştırma noktasında diğer bir boyut da şudur ki örneğin bir marksistle oturduğunuz zaman iki üç cümlesinden biri sınıftır. Sınıf yukarı sınıf aşağı… Ama sorarsanız Marks sınıfla ilgili ayrı bir eser verdi mi? Hayır. Hatta tanım bile yapmadı. Ama o sınıflardan çok bahsetti ve bu sınıflar içerisinde iki sınıf üzerinde durdu. Kapitalist toplum özelinde bir burjuva bir de proletarya dedi. “Burjuva kimdir?” Sorusunun cevabını verdi. “Ruling class” (yönetici sınıf), dedi. Üretim araçları bu sınıfın elindedir, dedi. Bu sınıfın yaptığı şey diğer sınıfı sömürmektir, dedi. Bu sömürünün birinci ayağını “artık değer” olarak tanımladı. İkinci ayağını faiz olarak tanımladı. Şimdi aslında bu, matematiğe aykırı enteresan bir formül. Zannedersem Süleyman Karagülle’nin formülüydü bu. O, marksistlerin anlayışını matematiksel olarak şöyle ifade etmişti: Kâr = kâr + faiz. Matematiğe aykırı bu. Buradaki formülde kâr artı faizdeki “kâr”dan kasıt marksizme göre artık değerdir. Yani burjuva, proletaryanın kendi ihtiyacının üzerinde ürettiği fazlaya el koymaktadır. Bu, hırsızlıktır marksistlere göre. Yani bir proletarya aslında 6 saat çalışarak 6 birimlik ücret alacaktır ve bu onun için yeterli olacaktır. Ama 11 saatlik anlaşma yapıp 11 birim ürün üretmektedir, buna rağmen ona yine 6 birim ücret verilmektedir. Aradaki 5 birim artık değerdir ve yine marksistlere göre bu durum zulümdür, haksızlıktır.

Burada da büyük bir ayrım var. Büyük bir reddiye çekmemiz gerekiyor. Neden? Çünkü işveren dediğimiz insan bir yatırım yapıyor ve bu yatırımın doğal olarak hem devamı olması hem de sağlam olması gerekiyor. İşin devam etmesi gerektiğinin sebepleri de bellidir. İhtiyacı olanların daha fazla istihdam edecek belki kazandığından zekâta verecek, bir kısmından dernek, vakıf kuracak vs. Dolayısıyla bütün bunlar ciddi harcama ve maliyet demek. İşverenin bir yandan bu kadar maliyeti düşünmesi gerekiyor. Oradaki işçinin hak ettiği ücreti verdikten sonraki fazlalığa siz hırsızlık diyemezsiniz. Ama İslam’da şöyle sorgulayabilirsiniz: “İşçinin hak ettiği şey İslam’a göre nedir?” Bu çok uzunca sorgulanabilir. İslam’da işçinin hak ettiği payın yani ihtiyacının detayları vardır. Burada bir akitleşme vardır. Kimse işçiyi zorlayamaz.

Zaten marksizm açısından burada başka bir problem de var. Deniliyor ki proletarya sömürülen sınıftır, sadece emeği vardır, emeğini satmak zorundadır, emeğini satmaktan başka yapacak bir şeyi yoktur. Şimdi, “zorunda” ifadesini kullandığınız an işçiyi bilerek veya bilmeyerek potansiyel olarak işverenin kuklası yapmış oluyorsunuz. Hâlbuki işçi tanımlamasında, bizde bu yoktur. İşçinin ihtiyacını gidermek, devletin ona istihdam sağlama zorunluluğu olması ile cereyan eder. Tabi kendisinin de tembel olmaması gerekir. Arayacak, bulamıyorsa devlet, olmadı işveren… Yani işçinin kendisi çalışma azmi ve yeteneğinde olacak. Bu ihtiyacı karşılamak işçi dışındaki İslamî aktörlerin vazifesi. Hal böyle olunca kim güçlü olmuş oluyor? İşçi güçlü olmuş oluyor. Yani işçiyi burada zayıf düşürecek bir şeyi kabul etmiyor İslam. Diğer taraftan kutsallaştırmayı da kabul etmiyor. Enteresan bir şekilde marksizmde bir yandan kutsallaştırma var, bir yandan işçiyi zayıf düşürme var. Bu durum ile ilgili Sezai Karakoç marksizmin mülkiyet reddiyesine yaptığı vurguya karşı “Hayır, marksistler mülkiyete o kadar önem verdiler ki bunu bir şahsa bırakılmayacak kadar kıymetli gördüler” der. Mülkiyet onların gözünde çok kıymetli olduğu için onu şahsa vermediler. Dolayısıyla içinde ciddi tezatlar var. Bu tezatları zaten ortaya koyduğumuz zaman otomatik olarak bir ayrıma gidiyoruz. Bu anlamda bizde mülkiyet reddiyesi yoktur.

Peki mülkiyet ile ilgili ne var İslam’da?

Mülkiyetle ilgili 3 tür vardır. 1- Mutlak mülkiyet; yerde gökte ne varsa Allah’ındır. Bu anlayışı içselleştirmemişse bir adam, İslam dışıdır. Çünkü ne varsa benimdir diyor Allah. Eğer bu anlayışı benimsediyse, mutlak hâkim ve mutlak mülk sahibi Allah’ın çizdiği kanunlarla iş yapıyorsa kapitalist olmaktan çıkıyor. Yoksa kapitalisttir. Ben kazandım diyor, o da çalışsın o da kazansın diyor, neden zekât vereyim diyor. Belki açık açık ben Allah’ı inkâr ediyorum demiyor. Ama söz ona götürüyor dolaylı olarak. 2- Şahsi mülkiyet. Mutlak mülkiyet sahibi Allah’ın müsaade ettiği kadarıyla kişinin şahsi mülkiyet alanı vardır. Şahsi mülkiyet alanı yok derseniz, marksist olursunuz. Sabah akşam namaz da kılsanız marksistsiniz, değişmez. 3- Toplum mülkiyeti. Burada da şu husus var; şahsi mülkiyet gönül rızasıyla topluma adanır. Gönül rızasını çekerseniz marksist olursunuz. Cebir ile alamaz devlet. Şahsi olarak kazanılanın bir kısmını devlet isterse zekât bağlamında alabilir ama almak zorunda değildir. Çünkü insanın kendisi de zekât verebilir. Vergi ise devletin zorla alabildiği bir şeydir, o ayrı bir bahis. Ama gelirin bir kısmının topluma adanma meselesinde, devlet bunu zorlayamaz. Bunu zorladığı an bu devlet İslam’la alakalı bir devlet değildir. Bu devlet marksizmle alakalı bir yere düşmüştür. Gönül rızası ile adanan şey ise artık o şeyi adayan şahsa ait değildir. Örneğin, ben 100 milyarlık bir hayır yaptım, bunun karşılığında bir şey istiyorum diyemezsiniz. O Allah rızasına uygun bir çalışma olmamış olur, sadece “çalışma” olmuş olur. Dolayısıyla adanan şey yani gönül rızasıyla adadığın şeyin getirisi olarak mesela 20 sene sonra bana şunlar gelecek diye hesap yaparsanız “20 sene boyunca onun üzerinden gelen şey acaba Allah rızasına uyuyor mu?” sorusu ortaya çıkar. “20 sene boyunca acaba ameller iptal olmaz mı?” Bunu da bu işin ehli olan akaid hocalarına sormak lazım.

Netice itibariyle 4 elif miktarı “lâ” ortaya koyduk. Bu miktarı ortaya koyduktan sonra “ilahe illallah” kısmı İslam’ın temellerini oluşturur. Yani bu kısım, en başta insan anlayışından başlayıp üretim kuralları, tüketim kuralları, yatırım kuralları, borç verme kuralları vs. ile ilgili olan kısımdır. Buralara girmeyeceğim. Bunun da ötesinde “Muhammedür-rasulullah” kısmı da bir yandan asr-ı saadet dediğimiz, hem Efendimiz (aleyhisselatü vesselam) hem Sahabe’nin (r.anhum) yaşadığı döneme hem de bu yaşantının ütopik olmadığını ispatlayan Osmanlı’nın da dahil olduğu alana tekabül etmektedir. Yani biz İslam iktisadının ütopik olduğunu söylemiyoruz. Müslümanlarda sıkıntı var diyoruz, İslam’da değil.

İslam’ın iktisadî perspektifi yaşanabilir, ama Müslümanlar yaşamıyor diyoruz. Bu durumun iç sebepleri vardır, dış sebepleri vardır. Bir kısım dış faktörler nedeniyle Müslümanların bunu yaşamasına mani hem ülkesel, hem de uluslararası birçok etki olabilir. Ama bir taraftan da Müslümanların Mümin olma çabasında zayıflık var. “Muhammedür-rasulullah” kısmı asr-ı saadette, Selçuklu’da ve Osmanlı’da bir olabilirliğin göstergesini işaret eder. Onun için bu dönemlerin iyi incelenmesi gerekir. Çünkü “Muhammedür-rasulullah” kısmı aynı zamanda iktisadın mesela sosyal yönünü verir, kültürel yönünü verir, iktisadın daha antropolojik yönlerini de verebilir. Daha en başta söylediğimiz gibi İslam’da iktisat meselesinin bütüncüllüğünün birçok boyutunun teferruatını siz “Muhammedür-rasulullah”ta görebilirsiniz. Efendimiz’in (aleyhisselatü vesselam) hayatında ve Sahabe’nin (r.anhum) hayatında bunun en iyi uygulama örneklerini görebiliyorsunuz.

Dolayısıyla kim ki İslam iktisadı çalışmak ve bunun tatbikatını yapmak istiyorsa -tekrar başa dönecek olursak- iyi bir şekilde 4 elif miktarı “lâ” çekecek. Daha sonra “ilahe illallah” kısmında İslam’ın temel kurallarını, prensiplerini ortaya koyacak ki bu prensiplerin nereden çıktığı bellidir; Kuran, Sünnet, icma, kıyas… Bunun üzerine ortaya konmuş temel muteber kaynaklardan faydalanılabilir. Tabi burada muteber kaynaktan kastığımız her ağzından çıkan değil. Hayatını bildiğimiz, İslam açısından hayatının titiz olduğunu bildiğimiz ve özellikle de iktisadî anlamda yaşayışını bildiğimiz kişilerin ortaya koyduğu eserler. “İlahe illallah” kısmı bu açıdan önemli. Üçüncü olarak da “Muhammedür-rasulullah” kısmı yani Efendimiz’in (aleyhisselatü vesselam) hayatı Sahabe’nin (r.anhum) hayatı ve Selçuklu-Osmanlı uygulamaları bilinmek zorunda.

Eğer bu şekilde bir çerçeve çizemezsek bizim İslam iktisadı adına konuştuklarımızın eksik kalacağı ve İslam’daki iktisadî faaliyetler bağlamında ortaya konan tatbikatların aslında İslam ile çok da bağdaşmayacağı kanaatindeyim.

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun