Prof. Dr. Osman Eskicioğlu
Aslında ekonomi aynı fizik ve kimyada olduğu gibi bir ilimdir. Fakat batının kurduğu Rönesans medeniyeti onun terminolojisini fen bilimlerinde olduğu gibi tam anlamıyla ortaya koyamamıştır. O sebeple bugünkü ekonomik anlayışlarda bir takım çelişki, eksik ve aksaklılar bulunmaktadır. Mesela konumuz olan ücret, kar, kira ve faiz konularında liberalist ve kapitalist görüşler tam isabet sağlayamamıştır. Bunlar ücret, kar ve kiraya evet derken ekonominin bir çeşit kanseri olan faizi de meşru görmeleri uygulamada krizlere sebep olmaktadır. Bugün bilhassa sosyal bilimlerde bilgi üretme esaslarından biri olan analoji metodunu kullanırsak ekonomideki bu eksik, aksak ve çelişkileri temizleyebiliriz.
Bize göre insanın biyolojik bünyesi ile sosyal bünye özellikle ekonomik açıdan birbirine benzerdir. İnsan vücudunda kan üretilir; toplumda da mal üretilir. İnsan vücudu organik bir yapıya sahiptir; toplumun bünyesi de aynı ona benzerdir ve bir bütünlük arz eder. Kan üretilmesine tüm hücreler katkıda bulundukları için, onun paylaşılmasına da ortak olurlar. Üretilen mallar da toplumdaki bireyler arasında paylaştırılır. Ekonomide nasıl girdiler ve çıktılar varsa, ithalat ve ihracat varsa, tasarruf ve yatırım varsa ve bunlar dengede olması gerekiyorsa, bünyede de besinler yiyip içtiğimiz şeyler vardır, girdiler ve çıktılar vardır ve bunlar birbirine eşittirler.
İlimde sebepsiz bir şey olmaz. Tüm oluşlar mutlaka bir illet, sebep ve şartlara bağlanmıştır. Mesela küçük bir arıza olsa netice alamayız ve uçağı havada uçuramayız. Bu esaslar hem biyolojik bünye hem de ekonomik bünye için geçerlidir. Beslenme olmazsa, yiyip içme olmazsa vücudumuz hasta olur. Ekonomide de vermeden alırsan ve aldığının karşılığını vermezsen iş hayatında, reel ekonomide ve finans alanında boşluklara, arızalara ve krizlere sebebiyet verirsin. İşte faiz böyle bir şeydir. Serahsi’nin tarifine göre faiz, alış-verişte şart koşulmuş ivazdan hali olan bir fazlalıktır. Kuran’da faiz, riba kelimesi ile ifade edilir. Bunun manası da fazla olmak, ziyadeleşmek, artmak demektir. Buna göre faiz, karşılığı, bedeli olmayan bir fazlalıktır. Daha geniş bir anlamda ise faiz, milli gelirdeki bir artı ve fazlalıktır.
Faiz eski Yunanda, Roma’da ve orta çağdan bugüne kadar tartışmalara konu olmuştur.Aristo, faiz almayı en ağır kelimelerle itham eden görüşler ileri sürmüştür. Aslında faiz, 16. Asra kadar bütün dinler, felsefeler ve görüşler tarafından yasaklanmış bir konudur. Faizi Tevrat, İncil, Zebur ve Kuran olmak üzere bütün kutsal kitaplar yasaklamıştır. Şükrü Baban “Din vaizleri ve filozoflar faizi men etmekle zannedildiği kadar aldanmıyorlardı”, demektedir. Faize Batıda ilk defa cevaz veren Jean Kalvin olmuştur. Halil Şakir Kahyaoğlu bu konuyu Umumi İktisat adlı eserinde “Kilisenin faizi açıktan açığa meşru görmeye başlaması Calviniste Protestanlıktan sonradır.” cümlesiyle açıklamaktadır. Para, malda olduğu gibi, bizatihi değer değildir. O bir ihtiyacı gidermemektedir. Çünkü o, yenilmez, içilmez, giyilmez ve bizzat onunla bir ihtiyaç giderilmez. Bundan dolayı para kiraya verilemez. Çünkü o, artı emek veya artı risk olmadıkça artıp eksilmez. Mesela 10 milyar liranızı bankaya veya bir kimseye ödünç vereceğiniz yerde dolabınıza koysanız ve bir yıl sonra baksanız para aynı duruyor olmaz mı? Şu halde siz bu parayı bankaya veya bir adama verdiğiniz zaman neden faiz alıyorsunuz. İşte bunun açıklaması yoktur. Yani netice olarak faiz, ekonomiye bir katkıda bulunmaz daha zararı vardır. Fakat bugün insanlık hala daha bunu anlaşmış değildir.
İslam’ın gelir dağılımı anlayışı ile diğer sistemlerin gelir dağılımı anlayışı çok farklıdır.Avrupalı bilginlere göre üretim vasıtaları tabiat, emek, sermaye ve teşebbüs olmak üzere dörttür. Bunlardan emeğin gelirine ücret, sermayenin gelirine faiz, toprak sahibinin gelirine kira (rant), müteşebbisin muhtemel gelirine de temettü, kar adı verilir. İslam bu dağılımı asla kabul etmez. İslam’ın kendine göre bir tabiat, emek sermaye ve teşebbüs görüşü vardır. İslam düzeni bugünkü düzenlerden hiçbirisine benzemez. Mesela İslam, birey ile toplumu, fert ile devleti aynı derecede tutar. Onun için İslam düzeninde tüm bireylerin hayatları devletin teminatı altındadır. İslam’da herkes çalışıp kazandığına sahip olur. Çünkü Kuranda “İnsan için kendi emeğinin karşılığından başka bir şey yoktur” buyrulmaktadır. Diğer taraftan çalışamayan iş gücü olmayan veya sermayesi bulunmayan kimseler de toplumda var olup varlık ve tesir sebepleriyle gelir dağılımına ortak olurlar ve bütçedeki fakir ve miskin kalemlerinden maaşlarını alırlar. Yani İslam ekonomisinde üretimde mülkiyet esas olmakla birlikte tüketimde herkesi içine alan, üretmeyen kimseleri bile tüketme hakkı tanıyan bir bölüşüm anlayışı vardır.
Fakat ne acıdır ki, bırakınız ürüne sahip olmak, bugün işçiler üretim aracı sayılan emeklerine bile sahip değildirler. Çünkü onların emeklerini sendika ağaları pazarlık yaparak sermaye sahipleri patronlara satar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi toplum bir bütündür ve üretim tüm toplumu ilgilendiren bir konudur. Hatta devlet, yol, su ve elektrikle, koruma, kollama ve güven ortamını sağlamakla üretime katkı yaptığı için bunun karşılığı olan vergisini alır. Şu halde vergi, devletin üretime yapmış olduğu katkı karşılığı almış olduğu bir paydır. Bu esas bugün maalesef hiçbir görüş tarafından bilinmemektedir.
Yapılan bir iş için verilen karşılığa ecr-ücret adı verilir. Emeğin, faydanın ve hizmetin karşılığı olan ücret ayet ve hadisler ile meşru, mübah ve helaldir. Alın teri ve göz nuru kadar saf, temiz ve kutsal bir şey yoktur. Fakat bugün insanın kişiliği, şahsiyeti ve kimliği bilinmediği için o, emeğine mahkûm edilmiştir. Çünkü onun insanlığına dayanarak söz verme ve söz vererek alacaklı ve borçlu olma hukuku teknik ifade ile “zimmet hukuku” onun elinden alınmıştır. Artık o, tapusunu, tarlasını ve evini ipotek ettirmeden alacaklı-borçlu olamamaktadır. İslam’da ise sadece şahitler yeterlidir. Zira borçlu borcunu ödeyemediği zaman onun velisi, vekili ve kefili olan devlet öder. Çünkü bir arada beraber yaşayanların ve vatandaşlık bağı ile bağlı olanların birbirlerine karşı velayet görevleri vardır. Özetleyecek olursak İslam ekonomisi açısından bugünkü emek, ücret ve ücretlerin tayin ve tespiti meselesi çok karışık ve insan haysiyetine yakışmayan uyduruk kanun ve kurallara tabi tutulmaktadır. Mesela ücretin Tunç Kanunu nazariyesi diye bir görüş vardır ki, bu emeğin bir mal ve eşya gibi kabul edildiğinden o da arz talep kanunlarına tabi tutulmaktadır. İnsan için bundan daha rezalet bir şey olamaz. Çünkü böylece insan ve insan emeği, onun yediği içtiği eşya ve malların ve hayvanların seviyesine düşürülmüştür.
İslam ekonomisinde ticaret yapıp kar elde etmek meşru ve mübah görülmüştür. Kuranda “onların ticareti kar etmedi” buyrulurken kardan ribh kelimesiyle söz edilmektedir. Ribh ise ticarette fayda elde etmek, kazanmak, kar etmek demektir. Hemen hemen her konuda olduğu gibi kar anlayışında da ekonomi ile İslam ekonomisi arasında çok farklılıklar vardır. İktisatçılara göre kar, teşebbüsün ve teşebbüs faktörünün bir payıdır. İslam ekonomisinde ise kar, üretimden değil, ticari bir muameleden doğan bir haktır. Kar neyin karşılığıdır diye sorduğumuzda iktisatçılar buna net bir cevap verememektedirler. Kimisi, faktörlerin zımni geliri, kimisi teşebbüsün ve yeniliklerin mükâfatı, kimisi riziko ve belirsizliği bedeli, kimisi de tekelin bir karşılığı olarak nitelemiştir.
Bir tarafın sermaye, diğer tarafın emek koyduğu mudarebe şirketinde emek sahibinin emin olup zararı tamamen sermayenin çektiğine göre kar, rizikonun ve meçhullüğün bir karşılığı olsa gerektir. Karın haksız bir iktisap olduğunu söylemek doğru bir tespit değildir. Çünkü satıcı, ticarette emek ve zekâsını kullanmakta ve zamanını harcamaktadır. Bu bakımdan kara zaruret vardır; çünkü yapılan zarar, bu karla elde edilen rezerv ile karşılanacak ve böylece çekilen riziko yok edilmiş olacaktır.
Kar, faizden farklı bir şeydir. Bütün sistemler kar ile faizi aynı görürler. Çünkü onlar bunları ya tamamen serbest bırakırlar ya da tamamen yasaklarlar. Hâlbuki İslam karı serbest faizi ise yasaklamıştır. Kar ile faiz arasında esaslı bir fark, faizin sabit, karın ise mütehavvil-değişken olmasıdır. Faizci ne kadar faiz alacağını bilir. Kar ise tüccar için kesin-belli olmayıp onun kardan emin olabilmesi için devamlı çalışmak zorundadır.
Ayrıca İslam hukukunda ticari hayat ile ilgili bir takım kurallar getirilmiş bulunmaktadır. Alıcı da satıcı da yaptıkları muameleden razı olup kalben hoşnut olmaları şarttır. Yemin ederek ve etkileyecek şekilde reklam yapmak, müşteri kızıştırmak ve bunlar gibi hususlar ticari hayatı zamanımızda olduğu gibi, anormal hale getirirler. İslam ekonomisinde normal şartlar altında devletin fiyatlara müdahalesi, narh ve fiyat koyması yoktur. Serbest piyasa ekonomisi vardır. Fakat devlet her zaman denetleme yetkisine sahiptir. Özetleyecek olursak şu formülü ifade edebiliriz. İslam ekonomisi, ticaret ve kar serbest faiz ise yasak, üretimde mülkiyet, tüketimde ise umumiyet ve vergide zekât esaslarına göre çalışan bir sistemdir.
Kira da gelir dağılımını ilgilendiren bir konudur. Bu iktisat kitaplarında rant kelimesi ile ifade edilip daha çok toprak ile alakalı bir konudur. Kira, Mütercim Asım Efendinin deyimiyle hane, dükkân ve dabbe makulesini kiraya vermek demektir. Bir hukuk tabiri olarak kira, ücrette olduğu gibi, menfaatin bedeline verilen bir isimdir. Daha yeni bir tarife göre kira, amortisman karşılığında alınan bir bedeldir.
Fıkıh kitaplarında kira bahsi “icare” bölümlerinde ücret ile birlikte işlenen bir konudur. Yani bu da aynı ücretin dayandığı delillere dayanır. Yani Kitap, sünnet, icma ve kıyasla sabittir. İslam’ın başlangıcından beri bütün İslam Hukukçuları tarafından caiz görülmüştür.
İslam ekonomisinde meşru olan ve olmayan kiralar, kiralanabilen ve kiralanamayan şey vardır. İslam’da arazilerin, evlerin, hayvanların ve elbise gibi malların kiralanması meşru görülmüştür. Toprak kirası bilhassa İmam Azam Ebu Hanife tarafından kiralanabilmesi için bir takım şartlara tabi tutulmuştur. Çünkü toprakta tüm insanların hakkı vardır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, İslam’ın kendi nevi şahsına münhasır, sui jenerist bir bölüşüm veya gelir dağılımı anlayışı vardır. Mesela diğer sistemlerde olduğu gibi sadece üretime katılanlar değil, katılmayanlar da pay sahibi olurlar. Mesela zekat yani vergi, miras, ganimet ve fey gelirlerinin dağılımı, nafaka, kefaret, hibe ve vasiyet gibi muameleler, bunu açıkça göstermektedir.
İslam düzeninde gelir dağılımı genel olarak:
1- Devlet eliyle yapılan,
2- Ekonominin çalışan normal kanunları ile kendiliğinden meydana gelen olmak üzere iki yol takip edilmiştir.
Mesela ücret, kar ve kira gibi gelirler, bireylerin kendi özgür iradeleriyle ekonominin doğal kanunları çerçevesinde elde edilirler. Bundan başka bir de devletin, vergiler başta olmak üzere diğer tüm gelirlerini ilgili hak sahiplerine paylaştırması söz konusudur.
İslam ekonomisi bilimseldir. Aynı hukuk gibi kendisine mahsus kanun ve kuralları vardır. İslam dininde ahlaklı insanın önemi, ekonominin artı avantajı olmaktadır. Bu demektir ki, ekonomi dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari bir davranıştan ziyade şeri, hukuki, kazi ve mecburi esaslara dayanır, diyebiliriz.
Kaynak: islamekonomisi.org