Osmanlı dönemi sarrafları, 19. yüzyılda anıldıkları haliyle Galata Bankerleri, genellikle olumsuz bir intiba ile hatırlanırlar. Çoğunluğunun gayrimüslim tebaadan oluşu, son dönemlerde yabancı devletler ve sermaye gruplarıyla girdikleri çıkar ilişkileri, adları yolsuzluğa karışan sarrafların müsadere veya katllerinden bugüne ulaşan mal, mülk ve servet dökümleri bu kanının oluşmasında pay sahibidir. Bu zümrenin Osmanlı Devleti’ni sömürmekle suçlanması sarrafların Osmanlı ekonomisinin en büyük kredi kurumu oldukları gerçeğini değiştirmemektedir. Üstelik askeri sınıfa dahil olan sarraflar devletin hukuk sistemi içinde, devlet denetiminde faaliyet gösteren, gedik sistemi içinde teşkilatlandırılmış bir zümreydi. Gerek İstanbul’da gerekse taşrada faaliyet gösteren sarraflar hakkında yapılan arşiv araştırmaları sarrafların sıradan halkla olan küçük ve orta ölçekli kredi işlemlerini dahi kanuni yollarla yaptıklarını göstermektedir. Kayıt dışı işlemlerin varlığı muhakkaktır, ancak sarrafların işlemlerini kayıt altına alma eğilimi tefeciliği engellemekte önemli bir rol oynamıştır (Köse, 2016).
Osmanlı mali sisteminin ayrılmaz bir parçası olan sarraflar kimlerdi? Osmanlı iktisadi hayatının izlerini sürdüğümüz arşiv evraklarında sarraflara ait ilk kayıtlara 15. yüzyılda rastlanmaktadır. Başlangıçta tedavüldeki çeşitli ayar ve isimdeki yerli ve yabancı madeni paralar arasındaki fiyat farkından yararlanan aracı bir grup olarak ortaya çıkan sarrafların işlevleri zaman içinde giderek çeşitlenmiştir. Para nakli ve muhafazası, gayri menkul alım satımlarına aracılık etmek, para vakıfları ve eytam idareleri gibi kurumların, devlet adamlarının, saray halkının ya da özel kişilerin paralarını işletmek ve finans işlerini yürütmek, toplumun tüm kesimlerine, devlet adamlarına, hanedana ve hazineye borç vermek, mukataaların emaneten ve iltizam usulüyle işletilmesinde finans manı sağlamak gibi faaliyetleri sarrafları zamanla Osmanlı maliye sisteminin ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir.
Sarraflar, bilhassa İstanbul sarrafları, gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarından olurdu. Yahudi ve Rum sarrafların etkin olduğu erken dönemlerden sonra Ermenilerin, sarrafların meşgul olduğu hemen her alanda, ezici bir üstünlüğe sahip oldukları bilinmektedir. İstanbul sarrafları ilk defa 1691’de gedik verilerek teşkilatlandırılmışlar ve faaliyetlerini gediklerinin lağvedildiği 1860 yılına kadar gedik teşkilatı içinde yürütmüşlerdir.
Osmanlı’da faaliyet gösteren bütün sarraflar aynı kategoride ele alınamaz. Sarraflar arasında yapılan en belirgin ayrım kuyruklu sarraf ve köşe sarrafı ayrımıdır. Para bozma işiyle ilgilenen sarraflar köşe sarrafı, kredi işleriyle uğraşan daha büyük sermayeli sarraflar ise kuyruklu sarraf veya hazine sarrafı olarak anılırdı. 1835’de sarraflar, sarraf teşkilatı tarafından birinci ve ikinci sınıf sarraflar olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Birinci sınıfta yer alan 55 sarraf, servet ve itibar açısından daha büyük olan, mültezim ve malikanecilere kefil olabilen sarraflardı. İkinci sınıfta yer alan 45 sarraf ise böyle bir kefaleti üstlenebilmek için birinci sınıf sarraflardan birini kendisine kefil göstermek zorundaydı. Darphaneye değerli maden temininden sorumlu darphane sarrafları ile İstanbul sarrafları ise birbirinden farklıdır. Sarrafların bilhassa sarayla ilişkili olanları aynı zamanda bezirgan sıfatıyla anılan büyük sermayelere sahip önemli ticaret adamlarıydı. Sarraflık hiyerarşisinin en tepesindeki sarrafbaşıları ise saray ve Bab-ı Ali ile ilişki içinde olup“… ‘Devlet ticareti’ yapar, miri imalathanelerin ve Tersane’nin ihtiyaçlarını karşılar; para, hammadde, gıda malzemeleri, lüks nesneler, giysiler, kumaşlar ve ipekliler temin ederek hükümdarların yaşam tarzlarını sürdürmelerini sağlardı. Bu sarrafbaşı ve bezirganbaşılar diğer taraftan bazen ihracı yasaklanmış malların tekelini ellerinde tutarak bazı yerel ürünlerin alım satımını da organize ederlerdi. Onların piyasaya sürülen bazı malların alım satımında öncelikleri vardı.”.
Yavuz Cezar (2004:179-207), sarrafların Osmanlı iktisadi ve mali sistemi içinde en etkin oldukları dönemin 18. yüzyıldan Tanzimat’a kadar olan süreç olduğuna dikkat çeker. Bunun önemli sebeplerinden birisi Osmanlı maliyesinde 18. yüzyıldan itibaren nakdileşmenin artması ve yaygınlaşmasıdır. Bu dönemde sarraflar para değiş tokuşu ile değil, hazine ile olan ilişkileri ile anılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin bahsi geçen dönemde taşrada toplanan vergileri merkeze nakledecek bir bankacılık sisteminin olmaması bu boşluğu sarrafların doldurmasına yol açmıştır.5 Tanzimat sonrasında Osmanlı’da bankacılığın gelişmesi sarrafları tamamen ortadan kaldırmamış tam tersine sarraflar bu yeni düzen içinde de kendilerine yeni alanlar yaratmıştır. Cezar, Tanzimat sonrasında bilhassa bankerlik%bankacılık faaliyetinde bulunan ve Galata Bankerleri olarak anılmaya başlanan sarrafların araştırmacıların ilgi odağında olduğuna, ancak Tanzimat öncesi dönemin sarraflarından aynı ilginin esirgendiğine dikkat çeker. Tanzimat sonrasında büyük sermayeli sarraflar çoğu zaman yabancı sermaye ile ortaklıklar kurarak banka ve şirketler bünyesinde devlete ve piyasaya kredi vermeye devam etmişlerdir. Osmanlı’da bankacılığın ve finans piyasalarının gelişimi büyük ölçüde Osmanlı sarraflarının sermayeleri ve ilişkileri çerçevesinde şekillenmiştir. Bu alanda, Haydar Kazgan’ın öncü çalışmalarını takiben, dönemin ayrıntılarını tarihsel çerçevede ele alan ciddi araştırmalar yapılmıştır.
Sarraflar klasik dönem Osmanlı mali sistemi içinde vergi sisteminin finansmanı gibi önemli bir görevi üstlenmişlerdi. İstanbul’da bile gedikli sarraf sayısı yüzü geçmezken, sayıları sınırlı olan sarrafların bu büyük miktarları nakit olarak temin edecek sermaye birikimine sahip olmaları gerekiyordu. Bu sebeple, sermaye birikimini sınırlayan klasik Osmanlı sisteminin en önemli istisnası sarraflar olmuştur. Sarraflar modern bankacılığın olmadığı dönemde resmi olarak tanınan kredi kurumlarıydı. Sarrafların kredi olarak verecekleri fonları kendilerine işletilmek üzere verilen vakıf, kurum ve şahısların nakit paraları oluşturmaktaydı. Sarraflara faiz geliri karşılığında mevduatlarını emanet edenlerin arasında vakıflar gibi, toplumun her kademesinden özel şahıslar da yer almaktaydı. Sarraflardan kredi talep edenler ise sıradan Osmanlı vatandaşlarından tutun da padişahlar, üst düzey devlet adamları, saray halkı, esnaf, diğer sarraflar ve devletin bizatihi kendisi olabiliyordu. Sarraflardan borç alan şahıslar borçlarına karşılık rehin bırakmak zorundaydılar. Rehin bırakılan kıymetli eşyanın değeri genellikle borç alınan miktarın iki üç katı kadar fazla olurdu.
Osmanlı Devleti sarraflardan hem doğrudan hem de dolaylı olarak borçlanmıştır. Doğrudan borçlanmalarda Devlet sarraflardan doğrudan borç almıştır. Dolaylı borçlanma ise sarrafların Osmanlı vergi toplama sistemini finanse etmeleri şeklinde gerçekleşmiştir. Devletin sarraflardan borçlanması asıl olarak iltizam sistemi aracılığı ile gerçekleşmekteydi. Bu sistem içinde devlet doğrudan mültezimler ile muhatap olsa da, sistemin işlerliği sarrafların borç verilebilir fonlarına bağlıydı. Sarrafların iltizam sistemindeki rolünü Süleyman Sudi Defter-i Muktesid’de şöyle açıklıyor: Bir mukataanın iltizamına talip olan mültezim müzayede için pey akçesi verirken öncelikle hazinece taahhüdü cari ve muteber bir sarrafı kefil göstermek zorundaydı. Mültezim ne kadar büyük servet sahibi olursa olsun, sarraf kefilliği şarttı. Kefil gösterilen sarraflar ise kuyruklu tabir edilen senede sahip olan hazine sarrafı zümresinden olmak zorundaydı. İltizam bedeli taksitlerinin vakti geldiğinde hazine mültezimleri tanımayıp emvalini daima bu sarraflardan tahsil ve talep ederdi. İltizam usulünde kefaleti istenen sarraflar konusunda devletin oldukça hassas olduğu bilinmektedir. Eğer itibar ve servetini artırmış adi sarraflardan biri hazine sarrafı zümresine dahil olmak ve taahhütlerinin hazinece tanınmasını isterse, Hazine-i Hassa Nezareti sarraf hakkında tetkikat ve tahkikat yapar, tahkikat olumlu olursa durum Bab-ı Ali’ye arz edilerek irade istenir ve divan-ı hümayun kalemi tarafından berat çıkarılırdı.
Sadece iltizam usulü ile yönetilen mukataalarda değil, emaneten işletilen mukataalar da sarraflara ihtiyaç vardı. Emaneten işletilen mukataalarda her bir mukataa için bir sarrafın tayin edilmesi zorunluluğu vardı. “… sarraf tayini mukataa emininin teklifi, darphane nazırının onayı ve padişahın beratıyla olur, sarraf, hem mukataa eminine hem de özellikle maden mukataalarında görevli olan ustalara ihtiyaçları olan sermayeyi verir ve hasat mevsiminden sonra hesap görülürdü.”.
İltizam sisteminin malikaneye dönüşümü mültezimlerin devlete peşin ödemesi gereken miktarı ciddi biçimde artırınca, mültezimlerin duyduğu kredi ihtiyacı da aynı ölçüde büyümüştür. Bu sistemde malikaneciler genellikle askeri zümreye mensup kişilerdi ve vergi toplama sürecine doğrudan katılmıyorlardı. Malikanecilerin peşin ödemeyi yapmak için borçlandığı sarraflar aynı zamanda malikaneyi daha küçük alt birimlere ayırarak vergi toplama sürecini de örgütlemekteydi.
1813’de mukataaların mahalli idarecilere iltizama verilmesi ile ilgili bir karar alındı. Amaç hem mali anlamda çok zayıflamış olan mahalli idarecileri bir parça rahatlatmak hem de reayanın mültezim tarafından ezilmesine engel olmaktı. Alınan karar eyalet ve elviye dahilinde bulunan tüm mukataaların yalnızca o bölgenin mülki idarecileri olan vali ve sancak mutasarrıflarına ihale olabileceğini bildiriyordu. Bu mukataaların büyük kısmı malikane kapsamındaydı. Yani bundan böyle malikaneciler mukataaları istediklerine iltizama veremeyeceklerdi. Bu uygulamada da sarrafların finansmanı öne çıkıyordu. Bölge idarecileri mukataaları deruhde edebilmek için “kavi bir sarrafı” kefil göstermek zorundaydı. Mukataalarla ilgili prosedür ise her bir vezirin İstanbul’daki kapukethüdası tarafından yürütülmekteydi. Mukataa gelirlerinin bölge idarecilerine iltizamı sistemi, vezir-kapukethüdası-sarraf üçlüsünün işbirliğine dayandırılmıştı. Ancak bu üçlü içinde sarraflar ve kapukethüdaları ipleri ele geçirerek mekanizmada en önemli rolü oynayan hazine ajanları durumuna geldiler.
Tanzimat’ın ilanından sonra sarraflık tam olarak ortadan kalkmamıştır. 1840 yılında devlet iltizam usulüne son vermeyi düşünse de iki yıl gibi kısa bir süre sonra iltizama tekrar dönülmüştür. Bu dönemde Anadolu ve Rumeli Kumpanyaları adı altında devlet desteğiyle kurulan sarraf kumpanyaları dikkati çekmektedir. Devlet maliyesinde tekel hakkı elde eden bu kumpanyalar, devletin gelirlerini toplayarak poliçeler vasıtasıyla Hazine’ye gönderme işini üstlenmişlerdi. Kumpanyanın faaliyet göstermediği bölgelerde yabancı tüccarlara poliçe yaptırılmaması ve yerli tüccarların tercih edilmesi için emirler verilmişti. Anlaşılan o ki devlet yabancı tüccarları aradan çıkartıp doğrudan sarraf poliçeleri ile paranın nakledilmesini istiyordu. 1842 yılında kurulan kumpanyaların faaliyetine 1852 yılında bilinmeyen bir sebeple son verilmiştir.
19. yüzyıl, Osmanlı iktisadi kurumlarının değişimi/ dönüşümü açısından kritik bir dönemeçtir. Tanzimat’la başlayan merkezileşme ve modernizasyon süreci hem devlet gelirlerinin toplanması hem de kredi kurumlarının oluşumu açısından farklı uygulamalara sahne olmuştur. Osmanlı Devleti’nde kurumsal bankacılığın gelişimindeki en önemli adım 1863’te, daha sonra devlet bankası niteliği kazanacak, İngiliz-Fransız ortak sermayeli, Osmanlı Bankası’nın faaliyete başlamasıdır. Zafer Toprak (1998:20) bankanın banknot ihracı ile birlikte “Hazine sarraflığı” görevini de üstlendiğini belirtir. Devlet hazinesinin tüm gelirleri banka şubeleri aracılığıyla toplanacak, Maliye Nezareti’nce üzerine çekilen her türlü havale banka kasalarından ödenecektir. Yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde devletin iç ve dış borçlarını ödemekte yaşadığı güçlükler, gelirleri üzerindeki kontrolünü büyük ölçüde yitirmesine sebep olmuştur. 1877’de Devlet, Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankasından aldığı kısa vadeli avans ve borçlara karşılık altı adet gelir kaynağını Rüsum-ı Sitte İdaresi aracılığıyla alacaklılara bıraktı. Daha sonra benzer bir oluşum bu defa dış borçlara karşılık Düyun-ı Umumiye’nin kuruluşunda gerçekleşti. Devlet gelirlerinin 20-35’lik bir kısmı kesin ve geri alınamaz biçimde bu kuruluşa terk ediliyordu. Hem iltizama tabi gelirlerin sınırlandırılması hem de ağır borç yükü içindeki mali yönetimin gelirler üzerindeki kontrolünü giderek kaybetmesi sarrafların finansmanına dayanan vergi toplama sürecinin çözülmesi olarak anlaşılabilir.
Devletin bir iç borçlanma aracı olarak sarraflardan doğrudan borçlandığı da bilinmektedir. 18. yüzyılın sonlarından itibaren devletin bir tür mecburi istikraz şeklinde sarraflardan, genellikle 12 faizle borçlandığı bilinmektedir. Daha önce de görüldüğü gibi devlet 16. yüzyılın sonlarından beri özel şahıslardan ve sarraflardan borçlanmaktadır.8 1787-1792 yılları arasındaki savaş harcamaları iç hazineden alınan borçlar, müsadereler ve sarraflardan alınan borçlarla finanse edilmiştir. 1790’da defterdar, sadrazamın sefer halindeki ordunun ihtiyacı için istediği miktarın yarısı olan, 500.000 kuruşu sarraflardan borçlanarak tedarik edebilmiştir. 1800 yılında Selanik şehrinin masraflarını karşılamak üzere sarraflardan 20 faizle 67,000 kuruş borçlanılmış, 1804- 1805 senelerinde Rumeli’deki ayaklanmalar nedeniyle hazine sıkıntıya girdiğinden sarraflardan 12 faizle 500 kese (akçe) borç alınmıştır. Bir önceki yıl devlete 440 kese borç veren sarraflar bu borç henüz ödenmediği ve hangi kaynaktan ödeneceğine dair bir bilgi verilmediği için, başlangıçta isteksiz olsalar da, daha sonra talep edilen miktarı borç olarak vermişlerdir. 1807-1812 yılları arasında da artan harcamalar nedeniyle en çok altı aylık vadelerle sarraflardan 6.500’den 75.000 kuruşa varan meblağlarda borçlanıldığı bilinmektedir. Arşiv kayıtlarında rastlanan bu tür borçlanma örneklerinin artırılması mümkündür.
19. yüzyılın ortalarında dış borçlanmanın başlaması şüphesiz iç borçlanmanın sona ermesi anlamına gelmiyordu. II.Abdülhamid dönemi de dahil olmak üzere iç borçlanma kısa vadeli tahviller çıkarılarak Ziraat Bankası ve Eytam sandıkları gibi devlet kurumlarından, çeşitli şirketlerden ve bankerlerden alınan avanslarla sürdürülmüştür. Dış borçlanmanın başladığı yıllar bir taraftan da Osmanlı’da modern bankacılığın ve finans kurumlarının yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığı bir dönemdir. Osmanlı’nın bu alandaki deneyimi bu çalışmanın kapsamını aşmaktadır. Ancak ilk bankaların kurulmasında ve devletin borçlanma kağıtlarının sirkülasyonunda sarrafların/ Galata bankerlerinin etkin rolü devam etmiştir.
1853-54 mali yılından 1861-62 mali yılına kadar geçen zaman zarfında bütçe dışı kaynaklardan sağlanan miktar 4.700.000.000 kuruştur. Bu miktarın 33’ü sarraf ve tüccarlardan alınan kısa vadeli borçlardan, 18.7’si (12.9’u faizsiz, 5.8’i faizli ihraç edilen) evrak-ı nakdiyye satışından, 13.6’sı esham ihracından, 5.3’ü hazine tahvillerinden, 0.3’ü eytam sandığından temin edilmiştir.
1874-1875 mali yılında bütçe giderlerinin, yaklaşık 30’u iç borç olmak üzere, toplam 42’si borç ödemelerine ayrılmıştır. 1880-1881 mali yılında ise bütçe gelirleri dışında hazineye giren nakit paranın 60’ı özel banka ve bankerlerden alınan borçlardır.
Batı Avrupa’daki faiz hadleri düşerken Osmanlı’da faiz oranları 19. yüzyıla kadar yüksek seyretmiştir. Bu noktada sarrafların Avrupa piyasalarından sağladıkları ucuz kredileri Osmanlı’da yüksek faiz oranları ile borç verdiklerini tahmin etmek zor değildir. Sarraflar devlete doğrudan borç verdikleri gibi, devletin Avrupa piyasalarından kısa vadeli borçlanmalarında da aracılık yapıyorlardı. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti dış borçlanma sürecine girince Osmanlı sarrafları yabancı kredi arzı ile rekabet etmek zorunda kalmıştır. Devlet uzun vadeli borçlanmada dış kredi kaynaklarına başvururken, kısa vadeli borçlanmalarda sarraflardan borçlanmaya devam etmiştir. Bu dönemde devlet dış ve iç kredi kaynaklarından borçlanamadığı hallerde yine Osmanlı sarraflarına dönmüştür. Örneğin 1875-1881 arasında Osmanlı Bankası ve Avrupa piyasalarından borçlanamayan Devlet Galata bankerlerinden borçlanmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı Devleti’nde hem hanedanın ve saray halkının, hem de neredeyse tüm yönetici elitin kendi sarrafları olurdu. Sarraflar daha evvel de belirtildiği üzere bu kişilerin her türlü mali işlerini yürütür ve hayat tarzlarını devam ettirmelerini sağlarlardı. Sarayın ve yüksek bürokrasinin sarrafları genellikle meşhur sarraf ailelerinin mensupları olurdu. Son dönemde yapılan araştırmalarda bu sarrafların padişahlarla ve sarayla olan yakın ilişkilerine dair birçok anekdot ve hatıraya rastlamak mümkündür. Sarrafların padişahların gözündeki değeri hem iç hem de dış piyasalarda devlet için borç bulabilme becerilerine bağlıydı. Sarraflar bahsi geçen ilişkileri vesilesiyle siyasi olarak da oldukça etkili bir pozisyona sahiptiler. Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilişi ve V.Murad’ın tahta çıkarılışı sürecinde sarrafların rolü ve Sultan V. Murat ve validesinin bu sarraflarla olan borç alacak ilişkileri saray-sarraf ilişkilerine verilebilecek en ilginç örneklerden birisidir (Kazgan, 1991:92-94). Osmanlı maliyesindeki bunalımların da bir sonucu olarak padişahların ve hanedan mensuplarının sarraflardan borçlanması artmıştır. Merkezi hazinenin açıkları karşılayamaması, padişahların şahsi hazineleri olan Ceb-i Hümayun’undaki gelirlerin bir kısmından vazgeçmelerine neden olmuştur. Tanzimat’tan sonra padişah ve hanedan üyelerinin mali güçleri ciddi biçimde zayıflamış, bu durum hanedanı sarraflara mecbur bırakmıştır. Ancak bu borçlar özel borçlar kategorisinde ele alınmış olduğundan iç borçlar kapsamında değerlendirilmemiştir.
İç borç niteliğinde olmayan ancak devletin bunalım zamanlarında sıkça başvurduğu bir başka yöntem sarraf müsadereleridir. Cezar’a (1986:110) göre, 1787 savaşı arefesinde müsaderelerde görülen artış, devletin müsaderelere sıkışık dönemlerde arizi bir gelir kaynağı olarak başvurduğunun göstergesidir. Son dönemde araştırmacılar malları müsadere edilen sarrafların muhallefat kayıtlarından hareketle, sarrafların sahip oldukları servetleri ve yaşam tarzlarını tespit etmeye çalışmaktadır. Bu çalışmalar sarrafların servetleri hakkında olduğu kadar devlet ve piyasalarla olan kredi ilişkileri hakkında da fikir vermektedir.
Devlet hazinesini ve Osmanlı ticari hayatını finanse eden sarraflar her zaman kazanan taraf mı olmuştur. Sarrafların Osmanlı Devleti’ne verdikleri borçlardan her zaman karlı çıkmamaları da madalyonun diğer yüzüdür. Özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru devlet sarraflardan aldığı borçları ödemekte ciddi sıkıntılar yaşamıştır. Devletten alacaklı olan sarraflar uzun süre alacaklarının peşine düşmüş, bu uğurda yıllar süren mücadelelerinin neticesini alamayan bazı sarrafların alacakları ölümleri ile birlikte varislerine intikal etmiştir.
***
Kaynak: Academia.edu