Şayet İslam’ın çağdaş bilinci aydınlatacak verimli bir vizyon sunabilme imkânı kanıtlanabilirse bundan sadece Müslümanlar değil, bütün insanlık doğrudan yarar sağlayacaktır. (Marshall Hodgson, 1977, Sayı 3, s. 441)
Aşırı muhafazakâr siyasi eğilimlerin aşikâr olduğu İslam Dünyası bir yana, küresel siyaset sahnesi öncelikle tüketimi merkeze alan ve kişisel hazzı siyasi faaliyetin amacı haline getiren söylem ve değerlerin hâkimiyeti altına girmiştir. (Zbigniew Brzezinsky, 1995, s. 53)
1.1. GİRİŞ
Çağdaş iktisadî düşünme tarzına hâkim olan konvansiyonel iktisat, yüzyılı aşkın bir zamanda geçirdiği uzun ve zorlu bir gelişim sürecinden sonra gelişmiş ve karmaşık bir disiplin haline gelmiştir. Dünyada iktisat alanında yayınlanan sayısız dergi, kitap ve araştırma raporları bize hâlâ bu gelişmenin kesilmeden devam ettiğini göstermektedir. Bireyler, üniversiteler, araştırma kuruluşları ve devletler bu gelişmeye aktif olarak katkı vermektedirler. Batılı sanayileşmiş ülkelerde uzunca bir süredir görülen hızlı gelişme, bilim insanlarına araştırmalarını sürdürmeleri için oldukça büyük miktarda kaynak sağlamıştır. İleri düzeyde bilgi arayışı Batı’nın kazanç hanesine yazılmaktadır; araştırmacılar zorlu çalışmalara talip olmakta, yaratıcı çalışmalar hem itibar hem de maddi kazanç anlamında oldukça cömertçe ödüllendirilmektedir.
Ne var ki İslam iktisadı, son otuz ya da kırk yılda canlanma göstermiştir. Bu gelişmeye katkıda bulunan bireyler, üniversiteler, devletler ve araştırma kuruluşlarının sayısı nispeten çok daha azdır. Çoğu İslam ülkesi yoksul ve kalkınma sürecinin başlangıcında olduğu için araştırma faaliyetlerinde kullanılabilir finansal kaynakları da yetersizdir. Dahası, bazı İslam ülkelerindeki hükümetler, siyasi hesap sorulabilirliği ve sosyo-ekonomik adaleti açıkça emreden İslam’ın dirilişini kendilerine tehdit olarak görmektedirler. Sözkonusu hükümetler bu nedenle İslami sosyal bilimlerin gelişmesine manevi ya da maddi destek vermekten kaçınmaktadırlar.
Bu nedenle, konvansiyonel iktisat dediğimiz disiplin oldukça gelişmiş bir şekilde zaten mevcut iken, bir de “İslamî iktisatın olması gerçekten gerekli mi?” sorusu da kaçınılmaz olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu soru, her iki disiplinin de konularının neredeyse aynı olmasından dolayı önem arz etmektedir: sonsuz ihtiyaçlar karşısında kıt kaynakların paylaşımı ve dağıtımı. İslam iktisadı diye ayrı bir disiplinin var olması, bu husustaki gayretlerin ancak konvansiyonel iktisattaki analizlerin gerçekleştiremediği amaçları gerçekleştirmesi yönüne yoğunlaştırılmasıyla haklı bir gerekçeye sahip olacaktır. Analizde kullanılacak değişkenler kümesinin daha geniş olması durumunda bu ihtiyaç çok daha şiddetli ve kaynakların paylaşımı ve dağıtımında kullanılacak mekanizma ve yöntemler de farklı olacaktır.
1.2. VİZYON
Rasyonel insanın her faaliyetinin bir amacı vardır ve bu amaç genellikle faaliyetin doğasını belirler, diğer faaliyetlerden ayrıştırır ve onun performansını değerlendirmeye yardımcı olur. Bu nedenle sorulabilecek ilk soru, kaynakların paylaşımı ve dağıtımı konusunu çalışmanın ardındaki amaçla ilgili olacaktır. Şayet kaynaklar sınırsız olsaydı böyle bir çalışma gerek duyulmazdı. Ne var ki kaynaklar sınırlıdır ve toplumdaki her birey ve grubun bu kaynaklar üzerindeki tüm taleplerini karşılamaya yetmez. Bu nedenle kaynakları nerede kullanacağımız, kimlerin taleplerini karşılayacağımız ve seçimi nasıl yapacağımız şeklindeki çetin sorularla karşı karşıyayız. Basit bir cevap belki ‘kaynakları toplumun kendi vizyonunu gerçekleştirmesini sağlayacak şekilde kullanmaktır’ olabilir. Vizyon, esasında bir toplumun kendi geleceği ile ilgili hayalini/gelecek tasavvurunu içeren bir kavramdır. Bu, toplumun ulaşmak istediği belli sayıda hedeflerden oluşabilir. Tüm bu hedefler hep birlikte bir kılavuz işlevi görebilir ve toplumun ilerleyeceği istikameti gösterebilir. Bu da toplumun gayretlerinin ve enerjilerinin istenen istikamete kanalize edilmesine ve dolayısıya kayıpların asgariye indirilmesine yardımcı olur. Vizyon belki hiçbir zaman tamamıyla gerçekleşmeyecektir, ama topluma bu yoldaki mücadelesinde ısrarcı olması için geleceği ile ilgili inancını canlı tutarak heyecan vermeye devam edecektir.
Farklı toplumlar farklı vizyonlara sahip olabilirler. Ne var ki, birçok toplumun vizyonlarında ortak görünen bir boyut vardır. Bu, insanoğlunun refahını gerçekleştirme amacıdır. Ancak refah, birçok iktisatçı tarafından kullanılsa da (Oswald v.d., 1997), bizatihi tartışmalı bir terimdir ve değişik şekillerde tanımlanabilir. O, manevi boyutu ihmal edilerek pür maddi anlamda da tanımlanabilir, manevi boyutu dikkate alınacak biçimde de tanımlanabilir. Benimsenen refah tanımına bağlı olarak birbirinden çok farklı üretim ve tüketim düzenleri ihtiyacı ortaya çıkabilir. Bu da paylaşım ve dağıtım için farklı mekanizmalara yol açabilir.
Refah eğer tamamen maddî ve hedonist anlamda tanımlanırsa o zaman iktisadın bencilliğe, servet maksimizasyonuna, bedensel hazza ve şehevî tatmine hizmeti ön plana çıkarması tamamen rasyonel olacaktır. Hoşnutluklar ve şehevî tatminler öncelikle bireysel zevklere ve tercihlere bağlı olduğundan, kişilerin kendileri için diledikleri şeyler konusunda tamamen özgürce karar verebilmeleri için değer yargılarının dışarıda tutulması gerekebilir. Kişilere kendi zevk ve tercihlerine uygun bedensel haz veren ve şehevî arzularını tatmin eden tüm mal ve hizmetler makbul olabilir. Bu durumda kaynakların böyle bir paylaşım ve dağıtımını gerçekleştirmede tarafsız piyasa güçlerinin yeterli olacağı düşünülebilir. Üretilen servetin yeniden dağılımı(1) sadece kişinin kendi çıkarını gerçekleştirmesine karışmadığı sürece bir önem taşır. Devletin rolü de kişinin ve piyasanın etkin çalışmasını sağlayacak ölçüde asgaride tutulmak zorunda kalınabilir.
Ancak refah maddeci ve hedonist anlamın ötesinde ve insanî ve manevî hedefleri içerecek şekilde tanımlanacak olursa o zaman iktisat bu hedeflerin ne olduğu ve nasıl gerçekleştirilebileceği tartışmasından uzak kalamaz. Bu hedefler sadece ekonomik refahı değil, insan kardeşliği ve sosyo-ekonomik adaleti, iç barışı ve mutluluğu, ailevî ve toplumsal uyumluluğu da içerebilir. Bu hedeflere ulaşma derecesini ölçme yollarından biri, ağır borç yüküne girmeden, yüksek enflasyona maruz kalmadan, yenilenemeyen kaynakları aşırı biçimde tüketmeden veya dünya üzerindeki hayatı tehdit edecek biçimde çevreye zarar vermeden sosyal eşitliğin, herkesin ihtiyacının karşılanmasının, tam istihdamın, adil gelir ve servet dağılımının ve ekonomik istikrarın ne ölçüde sağlandığını gösteren bir test olabilir. Bir başka test ise, ailedeki ve toplumdaki dayanışma olabilir ki bu da toplumdaki bireylerin karşılıklı diğergâmlığı, bilhassa çocuklara, yaşlılara, hastalara, zayıflara karşı ihtimam ve dağılan ailelerin, gençlik bunalımlarının, suçların ve toplumsal huzursuzluğun ortadan kalkması veya en aza inmesi şeklinde kendisini gösterir.
İktisat, bu geniş anlamdaki insanın refahı tartışmasına girdiğinde iktisadın görevi daha geniş, daha zor ve karmaşık olabilir. O artık kendisini ekonomik değişkenlerle sınırlandırma imkânından mahrum kalabilir. Bu durumda iktisat; ahlakî, psikolojik, sosyal, siyasi, demografik ve tarihi faktörler gibi refahı bu kapsamlı anlamıyla tanımlayan faktörlerin tümünü dikkate almak zorunda kalabilir. Ayrıca o, amacın sadece servet ve tüketim maksimizasyonu olması durumunda sözkonusu olmayan birçok soruyu da cevaplamak zorunda kalabilir. Bu sorulardan biri kişinin kendi çıkarı için çalışmasının, kapsamlı refahı gerçekleştirmede bir itici güç olarak yeterli olup olmadığı veya bir başka itici güce gerek olup olmadığı olabilir. Böylesi bir refah, piyasada faaliyet gösteren bütün aktörlerin belirli davranış kurallarına uyması ve uygun niteliklere sahip olması durumunda mı daha etkin biçimde gerçekleştirilebilir? Eğer öyleyse, bireysel davranışlar üzerine belirli kısıtlar koymak gerekebilir. Böylece kişi, kendi zevk ve tercihleri yönünde istediğini yapma konusunda artık tamamen özgür olamaz. Bu durumda sorulacak soru, bu kısıtları kimin belirleyeceği ve kişinin özgürlüğünün aşırı ve haksız biçimde kısıtlanmayacağının nasıl temin edileceğidir. Zira bireysel özgürlük de insanın refahı için gereklidir ve uzlaşılan ölçüler dışında ondan taviz verilemez.
Ayrıca toplumlarda bireysel ve toplumsal faaliyetleri etkileyen birçok kurum vardır. Piyasa, onlardan sadece biridir. Diğerleri arasında aile, toplum ve devlet sayılabilir. Bunların içinde muhtemelen en önemlisi ailedir, zira piyasaya, topluma ve devlete insan kaynağını aile sağlar. Aile, tüm bireyler için temel beslenme kaynağı ve eğitim yeridir. O, bireysel zevklerin, tercihlerin ve davranış kalıplarının büyük çoğunluğunun şekillendiği yerdir. Bu nedenle ailenin sağlıklı olması ve ailedeki dayanışma son derece önemlidir. Aile parçalandığında, gelecek nesillere ihtiyaç duyacakları terbiyeyi vermek mümkün olur mu? Terbiyenin kalitesi düşerse, toplumun ekonomik, teknolojik veya askeri alanlardaki gelişimini ve üstünlüğünü uzun zaman sürdürmesi imkânsız olabilir. Ekonomi, bir toplumun yükseliş ve düşüşüyle de yakından ilgili olduğu için ailenin bütünlüğü ve istikarını ihmal etmek ekonomi açısından da gerçekçi olabilir mi?
İnsanın refahını sağlamada piyasa, aile, toplum ve devletin her birinin rolü olduğu kabul edildiğinde sorulacak soru bu tarafların kendi rollerini birbirlerini tamamlar biçimde ve bir diğerini engellemeksizin nasıl oynayacaklarıdır. Her bireyin kendi çıkarını gözetmesi durumunda piyasanın etkin biçimde çalışabileceği kabul edilse de herkesin bencilce davranması halinde acaba ailelerin, toplumun ve devletin etkin ve uyum içinde faaliyet göstermesi mümkün olabilir mi? Bu sorular yeni değildir, toplum felsefecileri tarafından yüzyıllardır sorulagelmiştir. Çoğunluk, insanın kendi çıkarını gözetmesinin sadece toplumdaki motive edici güçlerden biri ve servet maksimizasyonu ve tüketimin de amaçlardan biri olduğu şeklinde bir görüşü benimsemiş görünmektedir. Yukarıda belirtilen manevi ve insani amaçlar ise bu amaçlarla en azından aynı öneme sahiptir. Bu amaçlar aslında birbirleriyle çelişebilmektedirler ve bir uzlaşma ihtiyacı olabilir. Bir toplum eğer servet maksimizasyonunu ve tüketimi birincil hedefi olarak belirler ve toplumun üyeleri de toplumun insani hedeflerini gerçekleştirmesi adına kendi çıkarlarından fedakârlığa razı olmazsa, böylesi bir uzlaşma mümkün olur mu?
Fedakârlık, aile ve toplum bağlamında bilhassa önemlidir. Bugüne kadarki tecrübeler göstermiştir ki, eşler birbirlerine ne kadar bağlı olurlar ve karşılıklı fedakârlık ve işbirliği gösterirlerse, ailedeki uyum ve istikrar da o derece fazla olmaktadır. Çocukların terbiyesi de büyük ölçüde karşılıklı işbirliği ve bencillikten fedakârlık gerektirir. Benzer şekilde, toplumsal uyum da üyelerin birbirleriyle işbirliği ve toplumun ortak menfaatı için fedakârlık ve yoksulların ve zayıfların himayesini gerektirir. Piyasa ve devlet bağlamında da fedakârlık kaçınılmaz olabilir. Rekabet her ne kadar toplumsal çıkarın korunmasını sağlasa da piyasadaki aktörlerin denetime takılmayacak şekilde aldatma ve haksız rekabet yapmak suretiyle haksız kazanç elde etmeleri mümkündür. Benzer şekilde, her ne kadar demokrasi, kamusal hesap sorulabilirlik ve özgür medya kamu menfaatini korumaya yardımcı olsa da devlet adamlarının kendi yetkilerini, vergi mükelleflerinin aleyhine kendi çıkarları için kullanmaları da mümkündür.
Bundan dolayı, bireyleri, yaptırımdan sıyrılma imkânı olsa bile yanlış davranışlardan alıkoyacak bir itici gücün olması elzemdir. Devletin zorlayıcı gücünün, etkin bir itici güç olduğu kanıtlanmıştır. Bununla birlikte, toplumda yanlış yapmaktan alıkoyan tek gücün bu olması durumunda, yaptırımın maliyeti çok yüksek olabilmektedir. Rekabet, kamusal hesap sorulabilirlik ve devletin zorlayıcı gücünün, toplumdaki bireyleri, üzerinde uzlaşılmış değerlere ve davranış kurallarına gönüllü olarak tabi olmaya ve sözleşmelerini ve sosyal yükümlükülerini, bireysel çıkarlarıyla çelişse bile sadakatle ifa etmeye ikna edecek bir başka itici güçle desteklenmesi mümkün müdür?
Bu tartışma bizi “kişi neden piyasada, ailede, toplumda veya devlette kendi çıkarını toplumsal yarar lehine feda etmesi gerektiği” sorusuna getiriyor. İktisat sadece kişinin kendi çıkarına yoğunlaşır ve kişisel çıkar dışında başka hiçbir itici güce yer vermezse bu soru cevapsız kalabilir. Eğer servet ve tüketim kişinin hayatındaki tek gaye ise, o zaman diğer insanlar için fedakârlık yapmaya gerek yoktur. Bu durumda kişinin kendi çıkarını gözetmesi en iyi politika olabilir. O zaman aile bundan zarar görebilir, gelecek nesillerin kalitesi düşebilir ve hatta nihayetinde piyasa ve devletin performansı da bundan olumsuz
etkilenebilir. Bu bakımdan esas soru, bireyleri, herhangi bir yasal yaptırıma maruz kalmasalar bile yaptıkları sözleşmelere ve diğer taahhütlerine sadık kalmaları, haksız rekabet ve haksız kazanç yollarına da sapmamaları yönünde nasıl motive edileceğidir. Bu, dinlerin insanın diğer insanlara, hayvanlara ve çevreye karşı ahlakî yükümlülükleri şeklindeki davranış kurallarını sunmak ve bağlılarını, bu dünyada kendi çıkarlarına zarar verse de bu kurallara uymaları yönünde motive etmek suretiyle cevap vermeye çalıştığı bir sorudur. Dinlerin bu misyonu başarıp başaramadığı ayrı bir konudur. Ancak iktisat, –eğer amacı kapsamlı refahı başarmak ise— dinî değerleri ve bunların motive edici gücünü görmezden gelemez.
Bir toplum, maddi anlamda başarının zirvesini yakalamış olabilir, fakat eğer bireylerin ve toplumun ahlak dokusu zayıflıyor, aileler parçalanıyor, yeni nesiller, bir medeniyeti inşa etmek için gerekli ihtimamı ve terbiyeyi almaktan mahrum kalıyor ve toplumsal gerilim ve kuralsızlık yükseliyorsa bu başarıyı uzun zaman sürdürmesi mümkün olmaz. Bu nedenle, refahın maddi ve manevi vecheleri birbirinden bağımsız değildir. Birbirleriyle yakından ilişkilidirler. Ailedeki uyumun fazla olması, piyasada faaliyet gösterecek bireylerin daha iyi yetişmesini sağlarken, toplumdaki uyumun fazla olması da etkin bir devlet yönetimi ve hızlı gelişme için daha elverişli bir ortam sağlar. Toplumdaki tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve böylece aileyi ve toplumsal uyumu desteklemek için kaynakların bencilce ve hedonist bir anlayışla kullanımının azaltılması gerekebilir.
Mevcut kanıtlar maddi açıdan ilerlemenin tek başına mutluluk ve sosyal ahengi artırmak için yeterli olmadığı iddiasını desteklemektedir. Richard Easterlin gelişmiş ve gelişmekte olan 19 ülkede yaptığı 30 saha araştırmasında ‘Zengin ülkeler, normalde yoksul ülkelerden daha mutlu değildir’ sonucuna ulaşmıştır (Easterlin, 1973, 1995; Oswald, 1997). Mutluluk ve ahengi yakalamak ve gerilim ve kuralsızlığı ortadan kaldırmak için başka bir şeye daha ihtiyaç vardır. Bu nedenle, eğer iktisat geniş anlamda refahın sağlanmasını kendisine mesele ediniyorsa, o zaman iktisat tartışması sadece maddi zenginlikle sınırlandırılamaz(2).
1.3. MEKANİZMALAR
Bundan dolayı, kaynakların paylaşımı ve dağıtımında insanın refahının nasıl tanımlandığı son derece önemli bir faktördür. Refah kavramında bir fark varsa, bunu gerçekleştirme mekanizmalarında ve yöntemlerinde de bir fark olacaktır. Bir toplumda veya ekonomik sistemde kaynakların kullanımını belirleyen üç önemli mekanizma vardır: filtreleme, motivasyon ve sosyo-ekonomik ve siyasi yapılandırma (Chapra, 1992, s: 213-33). Tıpkı refahın değişik şekillerde tanımlandığı gibi, filtreleme, motivasyon ve sosyo-ekonomik yapılandırma da değişik mekanizmalar olabilir.
Öncelikle, sınırlı kaynaklar üzerindeki tüm hak taleplerinin, arz-talep dengesi oluşturmak için manevi ve insani hedefleri tehlikeye atmayacak şekilde bir süzgeçten geçirilmesi gerekir. Değişik filtreleme yolları olabilir. Bunlardan üçü merkezi planlama, piyasa mekanizması ve ahlakî değerler olabilir (Chapra, 1992, s: 71-112). Sosyalist ülkelerde yaşanan tecrübe, merkezi planlamanın maddi anlamda bile etkin bir filtreleme mekanizması olmadığını göstermiştir. Nitekim belki Küba dışında da tüm bu sosyalist sistemler çökmüştür. Buna mukabil piyasa mekanizması son derece başarılı bir performans göstermiştir. Tam rekabet piyasalarındaki arz ve talep arasındaki etkileşim sayesinde oluşan fiyatların, dengeyi sağlayacak biçimde değişik kaynak kullanımlarını filtrelemeye yardımcı olduğu görülmektedir.
Fakat bu filtreleme işleminde piyasa mekanizmasını kullanmadaki sorun, piyasada birey ve firmaların değişik zevk ve tercihlerinin birbiriyle etkileşimi sonucu birden fazla piyasa dengesinin ortaya çıkma ihtimalidir. Oluşan piyasa dengelerinden hiçbiri, insanî amaçların gerçekleşmesini sağlamayabilir. (Bir piyasa dengesinin olması, her zaman insanî amacın gerçekleştiği anlamına gelmez. Ç.N.) Piyasa sistemiyle birlikte, bireysel zevk ve tercihleri arzu edilen dengeyi sağlayacak biçimde değiştirecek bir başka tamamlayıcı mekanizmaya ihtiyaç duyulabilir. Ahlakî değerler böylesi bir değişikliği sağlayabilir mi?
İkinci olarak, zorlayıcı anlayış bir yana bırakılırsa, arzu edilen nitelikteki filtreleme, tüm bireyleri en iyi çabayı göstermeleri ve kaynakları istenen refahın başarılmasını engelleyecek biçimde kullanmaktan kaçınmaları yönünde yeterince motive etmek suretiyle sağlanabilir. İktisatta motivasyon, örneğin fizik bilimine göre çok daha büyük bir öneme sahiptir, zira iktisat, hedefe giden yolda bazan standart, bazan da standart dışı anlayışla hareket eden insanoğlu ile uğraşır. Bireylerin kendi çıkarını gözetmelerinin, verimi artırmada etkili bir motivayon mekanizması olduğu kanıtlanmıştır, hâlbuki rekabet, hesap sorulabilirlik ve devlet müdahalesi de sosyal menfaatin korunmasını sağlamıştır. Acaba sosyal menfaat hem piyasa mekanizması ve hem de devlet müdahalesi, bir ahlakî zorunluluk duygusu ile tamamlandığında mı daha da etkin biçimde korunabilir?
Üçüncü olarak, fizikî, sosyal ve siyasi çevre de insan davranışını ve kıt kaynakların kullanımını etkiler. Dolayısıyla, kapsamlı bir refahı sağlayacak biçimde bireyleri olumlu etkileyecek iktisadi, sosyal ve siyasi değerler ortamını ve kurumlarını oluşturarak filtreleme mekanizmasını ve motivasyon sistemini desteklemek gerekir. Bu da sosyo-ekonomik ve siyasi reform ihtiyacını ön plana çıkarmaktadır.
Örneğin, herkesin ihtiyacının karşılanması amaç olarak kabul edilir ve piyasa güçlerinin faaliyetleri bunu otomatik olarak sağlamazsa, o zaman bu amacı gerçekleştirmek için bazı düzenlemelere ihtiyaç vardır. Şayet bütçe kısıtları devletin önemli bir rol oynamasını engellerse, aile ve toplumun bu yükü paylaşması mümkün müdür? Bununla birlikte, değerler veya aile ve toplum yapısı zaman içinde değişerek bu yükü paylaşma konusunda onları isteksiz veya imkânsız hale getirmişse, o zaman iktisadın, insanî amaçları gerçekleştirmesi için gerekli sosyo-ekonomik değişimi tartışmaması mümkün müdür?
İktisadın bu tartışmadan kaçınması, bugün hâkim olan eşitsizlikleri onayladığı anlamına gelir. Bunlar nihayetinde bu maddi anlamda bile toplumu çökmesine yol açacak sosyal huzursuzluğu ve tansiyonu artırabilir. Benzer şekilde, toplumda ahlakî değerler mevcut olmasına rağmen eğer bireyler sahtekârlık, rüşvet ve diğer haksız kazanç yollarla para kazanabiliyorlarsa –ki burada suçluları tespit etme ve cezalandırma konusunda etkin bir sistem yok demektir, o zaman böylesi eylemler uzun vadede yol bağımlılığına ve kendini pekiştirme mekanizmalarına yerleşip kalır. (Bu eylemler zaman içinde normlara dönüşür, girilen yoldan geri dönmeyi zorlaştırır ve kendi kendini besler hale gelir. Ç.N.) O zaman herkes mevcut uygulamaları ayıplasa da dürüst ve adil biri bunu tek başına ortadan kaldırmaya muktedir olamaz. İstenmeyen uygulamaları sosyo-ekonomik ve siyasi yeniden yapılandırma yolu ile kapsamlı bir reform yapmadan sadece öğüt vererek ortadan kaldırmak mümkün müdür? Eğer böylesi bir yeniden yapılandırma gerekliyse, bunu devletin desteği olmadan gerçekleştirmek mümkün müdür? İktisadın, ihtiyaç duyulan değişimi ve bunda devletin rolünü tartışmaktan kaçınması mümkün müdür?
İktisadın tercih ettiği mekanizmalar veya istenen yeniden yapılandırma arzu edilen refah anlayışıyla uyumlu değilse veya uyumlu olması mümkün değilse, o zaman böylesi bir refah gerçekleşmeyebilir. Bu bakış açısıyla, arzu edilen refahın gerektirdiği filtreleme, motivasyon ve yeniden yapılandırmayı engelleyen herşey, bozma/tahrif olarak tanımlanabilir. Amacı gerçekleştirmeye doğrudan ya da dolayı katkı vermeyen ya da amaçla çelişen kaynak kullanımları da verimsiz, gereksiz ya da zararlı olarak değerlendirilebilir. Devletin ekonomide oynadığı rol de vizyonunu gerçekleştirmek için gereken filtreleme, motivasyon ve yeniden yapılandırma tercihi tarafından belirlenebilir.
1.4. DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN ROLÜ
İktisadın seçtiği refah kavramı ve benimsediği filtreleme, motivasyon ve yeniden yapılandırma mekanizmaları esasen onun dünya görüşü tarafından belirlenmektedir. Kâinatın nasıl varolduğu, insan hayatının anlamı ve gayesi, insanların kullanabileceği kısıtlı kaynaklar üzerindeki sahipliği ve kullanım amacı ve bireylerin ve ailelerin birbirlerine, fiziki ve sosyal çevreye karşı hak ve yükümlülükleri, dünya görüşünün cevaplamaya çalıştığı sorulardan bazılarıdır (Bir sistemin ya da kişinin dünya görüşünü belirleyen, esasen bu sorulara verdiği cevaplardır Ç.N.).
Bu sorulara verilen cevaplar insan düşüncesi ve davranışları üzerinde kapsamlı bir etkiye sahiptir ve farklı teorik çerçevelere ve politika yönergelerine yol açar. Örneğin, şayet kâinatın kendi kendine var olduğuna ve insanların kimseye hesap vermeyeceğine inanılıyorsa o zaman herkes istediği gibi yaşama konusunda özgür olacaktır. İnsanların hayattaki yegâne amacı da servet ve tüketim maksimizasyonu yoluyla kendi çıkarlarına hizmetten ibaret olacaktır. Böylesi bir durumda refah da insanın bedenî hazlarının ve şehevi tatminlerini gerçekleştirmesiyle ölçülecektir. Güçlülerin yaşaması ve zayıfların yok olması da muhtemelen en mantıklı davranış modeli olacaktır. Değer yargıları geçersiz olacak ve filtreleme, motivasyon ve yeniden yapılandırma mekanizmalarının tümü tamamen insanın kendi akıl ve tecrübesine dayalı olarak geliştirilecektir. Ancak insanlar eğer İlah tarafından yaratılmış ve kullanımlarına sunulmuş olan kaynaklar da onlara İlah tarafından emanet edilmişse, o takdirde herkes doğal bir kardeşlik bağıyla birbirine otomatik olarak bağlanmış ve ayrıca birbirlerine karşı sorumlu olacaktır. Bu durumda insanlar istediklerini yapma hususunda mutlak bir özgürlüğe sahip olmayacak, kıt kaynakların kullanımında ve birbirlerine karşı davranışlarında zengin-fakir, beyaz-siyah, erkek-kadın çocuk-yetişkin ayırmaksızın herkesin refahını gerçekleştirecek bir yol benimseyeceklerdir. Ayrıca onlar sadece maddi amaçların değil, manevi ve insani amaçların da gerçekleştirilmesini, bilhassa sosyal ahengin sağlanmasını ve kuralsızlığın ortadan kaldırılmasını teminat altına alacaklardır. Böylesi bir durumda vahiy bilgisi ve akıl, filtreleme, motivasyon ve yeniden yapılandırma mekanizmalarında önemli bir rol oynayacak ve değer yargıları da dikkate alınacaktır.
1.5. YÖNTEM
İktisat biliminin metodolojisi de onun dünya görüşü tarafından belirlenir. Dilbilimi bakımından yöntem, arzu edilen sonucu gerçekleştirmek için bir disiplinin belirli bir mantıksal düzende takip edilen kurallarını ve süreçlerini ifade eder(Blaug, 1980, s. xi; Caws, 1967, s. 339). Esasen yöntemin işlevi, belirli önermeleri disiplinin bir parçası olarak kabul ya da red etmek için kriterler oluşturmaktır (Blaug, 1980, s. 264; Machlup, 1978, s. 54). Böylece atılan adımlar ve kabul/red kriterleri, Caws’ın da (1967, s. 339) haklı bir şekilde belirttiği gibi, arzu edilen sonuca bağımlıdır.
Eğer en güçlünün hayatta kalması kabul edilebilir bir davranış modeli ise ve eğer bireyler kendi tercihleriyle uyumlu ve servetlerini artıracak biçimde istediklerini yapabiliyorsa, o takdirde piyasa güçleri tarafından sağlanan paylaşım ve dağıtım sorgulanamaz. İnsanî amaçlardan bahsedilmesinin hiçbir anlamı da olmaz. İktisat statükoyu kabul eder, onun üzerinde başka bir yargı tanımaz ve onu değiştirmek için de hiçbir politika önerisi yapmaz. Bu durumda onun yöntemi yalnızca kaynakların piyasa güçlerinin faaliyetleriyle fiilen nasıl paylaşıldığını ve dağıtıldığını izah etmek (olgusal ifadeler oluşturmak) ve böylesi bir paylaşım ve dağıtımda sözkonusu olan farklı değişkenler arasındaki ilişkileri, geleceği tahmin etmeye imkân sağlayacak bir bakışla teorik ve pratik olarak analiz etmekten ibaret olacaktır. O zaman iktisat dediğimiz şey, hiçbir normatif rolü olmayan tam bir pozitif (olgusal) bir bilim olacaktır. Ancak, iktisadın amacı aynı zamanda insani amaçların da gerçekleşmesini sağlamak ise, o zaman yöntem sadece açıklama, analiz ve tahmin değil, ayrıca fiili sonuçlarla arzu edilen amaçları mukayese etmek, bu ikisi arasındaki farkların nedenlerini analiz etmek ve bu farkın bireysel özgürlüklerden çok da fedakârlık etmeden nasıl ortadan kaldırılabileceğini göstermek olmalıdır. Bu durumda değer yargıları değerlendirme dışında kalmayacaktır. Vahyin amacı böylesi değer yargıları oluşturmak olduğu için dikkate alınacak, böylece iktisat hem vahye ve hem de akıl ve tecrübeye dayanacaktır. O takdirde iktisadın normatif (değer yargısı getiren) ve pozitif (olgusal) işlevleri arasına kalın bir duvar örmenin anlamı olmayacaktır, zira her iki işlevi de bütünleşip birlikte iktisadın varlık nedeninin vazgeçilmez bir unsurunu oluşturabilir.
1.6. İSLAM İKTİSADININ ÖNEMİ VE GEREĞİ
Yukarıda izah edilen gerekçelerden dolayı iktisadın vizyonu, mekanizmaları ve yöntemi onun dünya görüşünün mantıksal sonucudur. Şu an mevcut olan temel dünya görüşlerinin hiçbiri tamamen maddeci ve hazcı ya da tamamen insanî ve manevî olmasa da maddi veya manevi amaçlara yaptıkları vurgu bakımından aralarında önemli farklar vardır. Vurgudaki farklılık ne kadar büyükse, bu toplumların iktisadi disiplinleri arasındaki fark da o kadar büyüktür. Feyerabend (1993) Against Method adlı düşünce kışkırtıcı kitabının Çince baskısının giriş kısmında ‘Sanayileşmiş ülkelerdeki bilim de nihayetinde bir bilimdir; ancak onun bundan daha fazla bir şey olduğunu iddia etmek (ona bilim dışında bir anlam yüklemek) onun bir araştırma aracı olma özelliği sona erdirmekte ve (siyasi) bir baskı grubuna dönüştürmektedir (s.3)’ diyerek bunu dürüstçe tespit etmiştir. Dünya görüşleri bile aynı olsa da kurumsal ve geleneksel iktisatta olduğu gibi (Blaug, 1985, ss. 708–11) –ki birçok iktisatçıya göre bunlar birbirlerinin tamamlayıcısıdır—Nobel ödüllü Profesör Douglass North açıkça şunu belirtmiştir: ‘Statik neoklasik teoriye kurumsal analizin eklenmesi, mevcut teorinin değiştirilmesine neden olmaktadır. Ancak bir ekonomik değişim modeli geliştirme, teorik çerçeveyi tümden inşa etmeyi gerektirir, zira böyle bir model mevcut değildir’ (Noth, 1990, s.112).
Dünya görüşleri ve vizyonlar arasında bile ciddi farklar olduğuna göre, disiplinlerin arasında daha büyük farkların olmaması için bir neden yoktur. Bir disiplin sadece neyin var olduğunu açıklamaya çalışabilir, değer yargısında bulunmayı reddeder ve belirli bir hayat vizyonun gerçekleştirmek için sosyo-politik değişimle ilgilenmez. Bir başka disiplin neyin kabul edilip edilemeyeceğini tespit edebilir ve arzulanan sosyal vizyonu gerçekleştirmeyi hedefleyebilir. Bu nedenle, vizyonun nasıl ve hangi süreçlerle gerçekleştirileceği tartışmasından kaçınmak mümkün değildir. Ancak bu durum, disiplinlerin birbirini dışlamasını gerektirmez. Esasen, farklı dünya görüşlerini ve disiplinleri makul ve iyi niyetli bir şekilde tartışmak her iki disiplininin etkileşimli biçimde analizinde daha fazla derinlik ve genişliği sağlayacak, bu da dünyayı daha zengin ve daha iyi bir duruma getirecektir. Bu nedenle Feyerabend (1993) ‘yeni teorilerin üretilmesi bilim için yararlı iken, mevcut teorilerle uyumlaştırma eğilimi bilimin kritik gücünü zayıflatır. Tekdüzelik de bireyin özgürce gelişimini yavaşlatır (s. 5)’ görüşünde haklıdır.
1.7. İSLAMÎ DÜNYA GÖRÜŞÜ
Tam bu noktada, İslam iktisadının dünya görüşünün, konvansiyonel iktisat dünya görüşünden önemli ölçüde farklı olup olmadığı şeklindeki temel soruya geliyoruz. Dünyadaki ana dinlerin, özellikle İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin dünya görüşleri arasında önemli ölçüde ortak noktalar olmasına rağmen, aynı şeyi İslam iktisadı ve konvansiyonel iktisat için her zaman söylemek mümkün değildir. Bu iki disiplinin dünya görüşleri kökten farklıdır. İslami dünya görüşü laikçi, değerlerden bağımsız, maddeci veya sosyal-Darwisint değildir. O tam tersine bu doktrinlerle temelden mücadele eden birtakım ilkelere dayanmaktadır. O ahlaki değerlere, insan kardeşliğine ve sosyo-ekonomik adalete özel bir önem verir ve vizyonunu gerçekleştirmek için devlete de piyasaya da bel bağlamaz. O herkesin refahını teminat altına alma vizyonunu gerçekleştirmek için daha ziyade değerlerin kurumlarla, piyasayla, ailelerle, toplumla ve devletle bütünleşik rollerine dayanır. O, bireyi ve bireyin içinde bulunduğu toplumu ıslah yoluyla sosyal değişime özel bir vurgu yapar ki, bu gerçekleşmediği sürece piyasa da devlet de adaletsizlikleri sürdürecektir.
Temel İslam inancına göre bu evreni ve insanoğlu dâhil içindeki herşeyi yegâne ilah olan Allah yaratmıştır. Bütün insanlar Allah’ın halifesi ve birbirlerinin kardeşleridir. Hiçbirinin ırkından, cinsiyetinden, milliyetinden, servetinden ya da gücünden dolayı diğerine üstünlüğü yoktur. Onların bu dünyadaki ikameti geçicidir. Onların nihai menzili, Allah önünde hesap verecekleri Ahiret yurdudur. Onların ahiretteki refahı, bu dünyada tüm bireylerin ve toplumun refahını temin etme yönünde kendilerine düşen yükümlülükleri yerine getirip getirmediklerine bağlıdır.(3)
Toplumdaki tüm bireylerin refahını ciddi biçinmde etkileyen şeylerin biri de Allahın emaneti olan kıt kaynakların nasıl kullanıldığıdır. Bu kaynakların yaratıcısı ve sahibi olan Allah, insanların bu kaynakları kullanımında ve birbirleriyle olan münasebetlerinde tabi olmaları beklenen belirli değerler, davranış kuralları veya kurumlar ihdas etmiştir. Bu değerler sadece belirli bir grup insana değil, tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm insanlara (yine kendileri de insan olan) Peygamberler aracılığı ile gönderilmiştir ki bunların arasında Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve son Peygamber Hz. Muhammed (asvs) vardır.(4)
Bu bakımdan İslama göre, önceki dinlere ait mesajların bugüne kadar muhafaza edilebilmiş ve bozulmamış kadarı ile sınırlı olmak kaydıyla, tüm indirilmiş dinlerin değer sistemleri arasında aslında bir süreklilik ve benzerlik vardır. Bununla birlikte Peygamberler sadece değerleri tebliğ etmemişlerdir. Onlar ayrıca toplumlarını ıslah etme mücadelesi vermişlerdir. Bu nedenle sosyo-ekonomik ve siyasi reform İslamî tebliğin temel itici gücüdür. Vizyonu gerçekleştirmek için mücadeleden imtina etmek, mevcut eşitsizlikler lehine bir oydur ve bunları ortadan kaldırmak için hiçbir şey yapmamaktır. Böylesi bir tutum İslamî dünya görüşü açısından kabul edilemez. İnsanın görevi sadece İslamî değerleri kendi yaşantısında uygulamak değil, ama aynı zamanda toplumu da bu değerler istikametinde ıslah etmek için mücadele etmektir. İşte erdemli yaşamak budur. Erdemli yaşamanın bireysel ve toplumsal menfaat arasında dengenin oluşmasına ve Makasıd-ı Şeria yani İslam Hukukunun hedeflerini gerçekleştirmeye yardımcı olduğuna inanılır. Buna İslam’ın vizyonu da denmektedir ki sosyoekonomik adalet ve Allah’ın yarattığı herkesin refahı bu vizyonun iki temel bileşenidir.(5) Adaletsizlik gerçek refahın gerçekleştirilmesini engeller, gerilimi ve toplumsal huzursuzluğu artırır, bireylerin yapabileceklerinin en iyisini başarmaları yönündeki şevklerini kırar, böylece gelişmeyi geciktirir. Konvansiyonel iktisat birey için kişisel çıkarın geçerliliğini varsayarken, İslam ideal davranışın geçerliliğini varsaymaz. İslama göre bazı insanlar normal olarak ideal biçimde davranırken, çoğu insanın davranışı iki uç nokta olan bencillik ve diğergâmlık arasında bir yerlerdedir. Bu nedenle ahlaki yükseliş için gerek bireysel gerekse toplumsal düzeyde sürekli bir gayret sarfedilmelidir ki İslamî jargonda bu gayrete “cihad” denmektedir. Ancak İslam ahlakî yükseliş için zor kullanmayı da kabul etmez: ‘Dinde zorlama yoktur’ (Kur’an, 2:256), ve ‘Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin’ (Kur’an, 18:29) (6) . O daha ziyade iyi terbiyeye, muhakeme yolu ile ikna etmeye ve dostça iletişim kurmaya (Kur’an, 16:125) ve kişilerin doğru olanı yapması, yanlış olandan kaçınması yönünde motive edici bir ortam oluşturmaya vurgu yapar. Ancak bu yeterli değildir. Ayrıca kişileri kendileri ve diğer insanlar en iyisini yapmaları ve diğer insanlara zarar vermemeleri yönünde hem maddi hem de manevi teşviklerle ve caydırıcı tedbirlerle motive etmek gerekir. Ekonomide azami etkinliği sağlamak için kişilerin kendi menfaatlerini de düşünerek münasebet kurdukları, suhuletle işleyen rekabetçi piyasalar gereklidir. Ancak rekabet toplumsal menfaati belirli bir noktaya kadar korusa da tamamen rekabete güvenilemez, zira bazı insanlar kendilerini zenginleştirmek için adil olmayan yollara başvurabilir. Bu nedenle devletler bazı düzenlemeler ihdas eder ve yaptırım uygularlar. Fakat neyin doğru olduğuna dair bir algı olmadan yasal düzenleme yapmak mümkün değildir. Bu nedenle, eğer bir yasal düzenleme yapıyorsak, değerlerden bağımsız kalamayız. Dahası, salt düzenlemelere bel bağlamak gerçekçi olmayabilir, çünkü düzenlemelerin etrafından dolaşmak pekâlâ mümkündür ve etkin biçimde tatbik edilmelidir. Eğer insanların ve kurumların zorlama olmaksızın kurallara kendi kendilerine uymasını sağlayacak bir mekanizma varsa, yasal düzenlemeleri tatbik etmenin maliyeti de düşük olacaktır.
Bu kendiliğinden kurala uyma mekanizmasının iki kaynaktan geldiğine inanılır: Biri insanın içinden gelen, fıtrî iyiliğidir. İslam inancına göre insan zaten fıtraten iyidir çünkü Allah onu kendisini temsil eden bir alâmet olarak yaratmıştır (Kur’an, 30:30). Kişi her zaman kendi çıkarına göre davranmaz, aynı zamanda diğer insanların çıkarına gayret gösterir, hatta ahlakî bir sorumluluk hissiyle onlar için fedakârlıklar yapar. Bununla birlikte, kişi özgür olduğu ve davranışı da önceden bilinemediğinden o içindeki fıtrî iyiliği koruyamayabilir ve fıtratına muhalif davranışlar gösterebilir. Bu da hem kendisine hem de içinde bulunduğu topluma zarar verir. Bu nedenle, teşvik edici ve caydırıcı tedbirlerin alınması ve fıtrî davranışı mümkün kılacak bir ortamın sağlanması gereklidir. Dünyevî teşvik ve caydırıcı tedbirlerle ilgili sorun, bunların yetersiz kalabilmesi ve hatta her zaman adil biçimde uygulanamamasıdır.
Bundan dolayı kendiliğinden kurala uyma mekanizmasının ikinci kaynağı da, Ahiretteki ödül ve cezaya imandır. “Yanlış bir şeyi yapmaktan kaçınırsam ve ayrıca maddî çıkarımı diğer insanların lehine feda edersem, Ahiretteki refahımı artırırım.” Bu bakımdan Ahiret kavramı, insan ömrünü bu dünya hayatının ötesine uzatmak suretiyle kendi menfaatine uzun vadeli bir perspektif vermektedir. Rekabet ve devlet müdahalesinin daima kişiyi ahlakî olarak doğruyu yapması, ahlakî olarak yanlıştan kaçınması, diğer insanlarla işbirliği ve onlar için fedakârlık yapması yönünde motive etmesi mümkün değildir.
Devletler rekabeti temin edebilir ve toplumsal menfaati korumak için yasalar çıkarabilir. Ne var ki, otoriteye yakalanmadan rekabeti engellemenin, diğer insanları kandırmanın ve zarar vermenin birçok gizli yolu vardır. Bu nedenle piyasadaki aktörlerin doğru olanı yapmaları, sözleşmelerine ve vaadlerine uymaları ve rekabeti baltalamamaları veya haksız kazanca tevessül etmemeleri yönünde uyaracak içsel mekanizmaları olmadıkça devletlerin bu yasaları uygulaması çok zordur. Dolayısıyla son tahlilde ahlakî değerlerin yardımı olmadan, etkin bir motivasyon gücü ve kuralların uygulanması için uygun bir ortam oluşturmadan, toplumsal menfaati etkin biçimde korumak mümkün olmayabilir. Bu şartların mevcut olması durumunda ise, devletin toplumsal menfaati koruma yükü hafifleyecektir.
1.8. TARİHÎ BAĞLANTI
İslam iktisadı, Kur’an müfessirlerinin, fakîhlerin, tarihçilerin ve sosyal, siyasi ve ahlak felsefecilerinin eserleriyle disiplinlerarası bir konu olarak tedricî şekilde gelişmiştir. İçlerinde İmam Ebu Yusuf (v. 798), El-Mes’udî (v. 957), El-Maverdî (v. 1058), İbn Hazm (v. 1064), El-Serahsî (v. 1090), El-Tusî (v. 1093), El-Gazalî (v. 1111), El-Dımeşkî (v. 1175 sonrası), İbn Rüşd (v. 1198), İbn Teymiye (v. 1328), İbn El-Uhuvve (v. 1329), İbn El-Kayyım (v. 1350), El-Şatibî (v. 1388), İbn Haldun (v. 1406), El-Makrizî (v. 1442), El-Davvanî (v. 1501) ve Şah Veliyullah (v. 1762)’ı sayabileceğimiz birçok âlim yüzyıllar içinde çok değerli katkılar yapmışlardır.(7) Bununla birlikte bu âlimler, doğrudan iktisat uzmanı değillerdi. O dönemlerde disiplinlerin bugünkü gibi keskin bir sınıflandırması yoktu. Onlar farklı entelektüel disiplinlerin üstadlarıydılar ve bundan dolayı yaptıkları katkılar, çok geniş bir literatüre yayılmıştır ki bunlardan bazıları zamanın değişimi ve Moğol istilaları sonucu kaybolmuştur. (Rosenthal, 1947, s. 19; Sarton, 1927, c. 1, s. 662). Belki de onların yaptığı katkıların bu çok disiplinli doğası nedeniyle insanın refahı, hiçbir zaman ekonomik değişkenlere bağlı kendi başına bir olgu olarak tasavvur edilmedi. O, ekonomik ve ahlakî, psikolojik, sosyal, demografik ve siyasî faktörlerin bir nihai ürünü olarak görülmüştü. Bu tasavvur, sayılan faktörlerin her birinin optimum katkısı olmadan bütün insanlığın refahını sağlamanın mümkün olmayacağı şeklinde bütüncül bir anlayışa dayanıyordu. Adalet/Hakkaniyet bu çerçevede hayatî bir yere sahipti.
Bu, adaletin İslamî dünya görüşü içindeki kritik öneminden dolayı zaten beklenen bir şeydi. Yüzyıllar boyunca gerçekleşen bu çeşitli katkıların İbn Haldun’un Mukaddime’sinde toplanarak ikmal edildiğini görüyoruz. İbn Haldun bu eserinde ahlakî, psikolojik, siyasî, iktisadî, sosyal, demografik ve tarihi faktörlerin üç kuşak boyunca veya 120 yıllık bir süreçte, hanedanın (devlet) ve medeniyetin (umran) yükseliş ve çöküşlerinde birbiriyle yakından ilişkili rollerini analiz etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Onun bu analizi statik değildi ve salt ekonomik değişkenlere dayanmıyordu. O daha ziyade dinamik ve çok disiplinliydi. Böylesi bir analiz ihtiyacını hissetmesinin ardındaki neden, kendisinin Endülüs medeniyetinin artık çökmeye başladığı 1332-1406 yılları arasında yaşamış olması ve vicdan sahibi bir Müslüman olarak bu devranın yeniden yükselişe döneceğini görme arzusudur. Ancak O’nun yaptığı sadece bu değildir. Mukaddime ayrıca iktisadî ilkeler üzerine önemli miktarda tartışmayı içermektedir ki bunların ciddi bir kısmı şüphesiz İbn Haldun’un iktisada yaptığı özgün katkısıdır. (8) O’nun katkıları İslam dünyasında ne yazık ki daha fazla çoğaltılıp geliştirilemedi. Kendisinin de doğru bir şekilde nazariyeleştirdiği gibi, bilim, ancak bir toplum kendisini geliştirdiği zaman ilerler (İbn Haldun, s. 434). Bu teori İslam tarihinde elbette geniş biçimde benimsendi. İslam dünyasınde bilimler 8. yüzyıl ortalarından 12. yüzyıla kadar hızlı biçimde ilerledi. Gelişme, iki yüzyıl daha yavaşlayarak devam etti (Sarton, 1927–1948; Sezgin, 1983, muhtelif sayfalarda). Sonrasındaki dönemlerde ise arada bir parlak yıldızlar görülse de genelde pek de aydınlık olmayan bir gökyüzü mevcuttu. İktisatın durumu da pek farklı değildi. O, İslam dünyasında pek de itibar görmeyen bir disiplin olmaya devam etti. İbn Haldun’dan sonra El-Makrizî (v. 1442), El-Devvanî (v. 1501) ve Şah Veliyyullah (v. 1762) gibi birkaç âlim dışında çok önemli bir katkı yapılmadı.
Böylece konvansiyonel iktisat Batı’da 1890’da Alfred Marshall’ın İktisadın İlkeleri adlı önemli risalesinin yayınlanmasından sonra 1890’larda ayrı bir bilimsel disiplin olarak ortaya çıkıp (Schumpeter, 1954, s. 21) (9) gelişmeye devam ederken, İslam iktisadı İkinci Dünya Savaşına dek İslam’ın sosyal ve ahlak felsefesinin bütünleşik bir parçası olarak kaldı. Savaş sonrası birçok İslam ülkesinin bağımsızlığı ve bu ülkelerin İslamî vizyonu gerçekleştirmelerini sağlayacak biçimde iktisadî sistemlerini geliştirme ihtiyaçları, İslam iktisadı kavramınının yeniden ortaya çıkmasını hızlandırdı. Bu teşebbüs, konvansiyonel iktisadın ve ondan türeyen dalların o zamana değin gerçekleştirdiği iyi ve değerli analitik çalışmaları yok varsaymak anlamına gelmez. ‘Mevcut iktisadın bütün birikimini silip süpüren/yok varsayan ve herşeye sıfırdan başlamayı öngören her türlü metodolojik reçete kendi kendine zarar verecek şekilde eldekileri kaybetmek olabilir’ diyen Blaug’a (1980) katılmamak çok güçtür.
1.9. SAĞLANAN BAŞARILAR, EKSİKLİKLER ve GELECEKTEKİ POTANSİYEL
İslam iktisadı şu ana kadar İbn Haldun’un çokdisiplinli dinamiğinin sonucu olan düzlemin üzerinde bir şeyler yapmaya muktedir olmuştur. Şu ana kadar ideal İslamî ekonomik sistemin ne olduğu, sosyalizm ve kapitalizmden nasıl farklılaştığı, niçin İslamî çerçevede tanımlanan piyasaların, piyasa ekonomisindeki bariz eşitsizlikleri asgariye indirmeye yardımcı olacağını ve devlete çok da fazla bel bağlamadan tüm insanlığın refahını sağlamada olumlu bir etki yapacağına önemli ölçüde vurgu yapılmıştır. Ancak tartışmaların çoğu, kural koyucu bir doğaya sahiptir –tüm ekonomik birimlerin (bireyler ve hanehalkı, firmalar, kurumlar, piyasalar ve devletler) İslamî normlar ışığında nasıl davranmaları gerektiği sorusuna cevap aranmıştır. Bu çalışmalar, İslami sistemin aslında İslam tarihi boyunca değişik zamanlarda en azından kısa sürelerle zaten var olduğunu ve olumlu sonuçlar ürettiğini ispatlamak için kullanılan az sayıdaki tarihi verilere dayanmaktadır. Bu doğaldır ve esasında gereklidir de. İktisat, dünya görüşüyle ve bir toplumun ekonomik sistemiyle o kadar yakından alakalıdır ki, bu konularda bir netlik yoksa İslam iktisadı hangi yöne gideceğini bilemez ve karanlıkta kalırdı. (10)
Tam yeterli olmasa da ciddi miktarda literatürü olan diğer bir alan ise İslamî finanstır. Neden krediden ziyade özkaynağa dayalı bir ekonominin, genel performans açısından krediye, bilhassa kısa vadeli kredilere dayalı bir ekonomiye göre daha üstün olduğunu ispatlayan çalışmalar yapılmıştır. (Mills ve Presley, 1999, ss. 58–72 ve 114–20; Chapra, 1985, ss. 107–45; 1992, ss. 327–34). Ayrıca makro iktisat alanında da bazı gelişmeler görülmüştür. İslami vizyona dair ciddi tartışmalar mevcuttur (Ahmad ve Awan, 1992; Khan, 1994). Ne var ki, vizyonu gerçekleştirmek için İslami değerlerin ve kurumların, ekonomi, toplum ve siyasetin değişik kesimleriyle nasıl etkileşim içinde olduklarını gösteren bir teorik model hala mevcut değildir. Bundan dolayı uygun bir makroekonomik politika paketi geliştirilememiştir. Çok az bir ilerlemenin olduğu alan ise mikro iktisattır. Makroekonomik hedeflerle farklı ekonomik birimlerin davranışları ve hedefleri gerçekleştirmek için gerekli sosyo-ekonomik ve siyasi bir reformlar arasında bir ilişki kurmak mümkün olmamıştır. Yalçıntaş (1986) ‘İslam iktisadının önündeki en önemli zorluk, İslami kısıtlar altında bir mikroiktisat teorisi inşa etmektir(s.38)’ derken belki de haklıydı.
İktisada bir ahlakî boyut eklemenin devlete fazla bel bağlamadan İslami vizyonun gerçekleşmesine katkıda bulunduğunu ispatlamak hiç şüphesiz değerli bir gayret olsa da bu tartışma bizi çok da ileri bir noktaya götürmez. Yüzyıllarca süren çöküş, dağılma ve düzgün eğitimin olmamasından dolayı İslami değerler gerek bireysel, gerekse toplumsal düzeyde veya İslam ülkelerinin mevcut yasal, toplumsal, siyasi ve ekonomik kurumlarında belirgin şekilde görünmemektedir. İslami normlardan önemli ölçüde sapma vardır. Sahtekârlık, ahlakî çürüme, savurganlık, insafsızlık ve dakik olmama gibi ahlakî açıdan birçok yanlış eylem çok yerleşik bir alışkanlık haline gelmiştir. Bu sapma, adalete, gelişmeye ve genel refaha çok büyük zarar vermektedir (Bkz. Chapra, 1992, ss. 251–338). Bu nedenle eğer İslam iktisadı bu sapmaların nedenlerini ortaya çıkaramazsa, görevini yapmış sayılmaz. Diğer toplumlar dışsal, laik ve değerlerden bağımsız duruşlarına rağmen, değerlerini bir şekilde kurumsal yapılara dönüştürdüler (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü, 1996). Onlar devlet memurları için yasal bir çerçeve ve davranış kuralları formüle ettiler ve şeffaflığı, kurallara uymayı, kamuya hesap verilebilirliği ve yanlışları
ihbar edenlerin korunmasını sağlayan mekanizmaları kurdular. Ayrıca yeterli ölçüde kontrol ve denge mekanizmaları kurdular ve kuralları ihlal edenlerin cezasız kalmasını güçleştiren tedbirleri aldılar. İslam ülkeleri genellikle bu hususlarda geride kaldılar. Burada sorulması gereken soru ‘neden?’ olmalıdır. Burada analize psikolojik, toplumsal, siyasi ve tarihi boyutları eklemeden bu soruyu cevaplamak mümkün olmayabilir. Müslümanlardaki bu sıkıntının en temel sebeplerinden biri siyasi sistemin başarısızlığı olabilir. Gerçek anlamda demokratik ve insanlara hesap veren bir hükümetin, gerçekten özgür bir medyanın, mahkemelerin bağımsız ve siyasi müdahaleden uzak olduğu ve kanunların, insanların servet ve gücüne göre değil, adilane biçimde uygulandığı İslam ülkesi çok azdır. Bu, İslamın devlet idaresine dair normlarının açık biçimde ihlalidir. Sonuçta tecrübeli devlet memurları ahlaksızlık, adaletsizlik ve liyakatsızlıkla işlerine devam edip gitmektedirler. Bu da teşviklerin ve caydırıcı tedbirlerin etkin ve tarafsız biçimde uygulanmasını engellemekte ve İslami normların ihlali için elverişli bir ortam sağlamaktadır.
Dolayısıyla ülkenin kaynakları etkin ve adil biçimde kullanılmamaktadır. Üstelik İslam iktisadında İslam ülkelerinin temel sorunlarının bilimsel analizi hususunda bariz bir ihmal görülmektedir ki bunların içinde mesela bütçe açığı, ödemeler dengesi açığı, yüksek borç servisi yükü, düşük tasarruf, yatırım ve reel büyüme, yüksek enflasyon ve işsizlik oranları, gelir ve servet dağılımında aşırı eşitsizlik ve yoksulların acınası sosyo ekonomik durumları sayılabilir.
İbn Haldun’un kendi toplumu için yaptığı şeyin, bu dönemde de yapılması gerekir –yani değişik sorunların sebeplerini bulmak için çokdisiplinli bir yaklaşımı benimsemek ve böylesi bir analizin ışığında kapsamlı, bütünleşik ve uygulanabilir bir reform programı önermek. Onun çokdisiplinli dinamik modeli çerçevesi içinde sadece ahlakî ya da sadece ekonomik değişkenlere yoğunlaşmak, İslam dünyasını adaletli kalkınma yolunda pek de ileri götürmeyecektir.
İslam iktisadı için bir başka önemli ihtiyaç, önemli ekonomik değişkenler için güvenilir verilerin toplanmasıdır. Mevcut durumu ve bu durumun sebeplerini bilmeksizin toplumsal, iktisadi ve siyasi değişim için iyi tasavvur edilmiş bir program hazırlamak mümkün değildir. Veri, —bazı hükümetler hoşlanmasa da— şeffaflığı sağlar ve doğru resmi ortaya çıkarır. Dolayısıyla, reform için gerekli ön şartlardan biri gerekli verilerin toplanması, yayınlanması ve bilimsel olarak tahlil edilmesidir. Bilhassa gelir ve servet dağılımı, ihtiyaçların karşılanma ölçüsü, özellikle mazlum ve mağdur insanların hayat kalitesi gibi alanlardaki veriler mevcut değildir. Bu veriler olmadan, kaynakların ne ölçüde adilane biçimde dağıldığını –ki bir İslam ülkesindeki ekonominin İslamîliği hakkında hüküm vermek için en önemli kriter budur– bilmemiz mümkün değildir. Ayrıca devletlerin gelirleri ve harcamaları, bireylerin ve ekonomideki diğer kesimlerin tüketim, tasarruf ve yatırım davranışları, istihdam ve işsizlik, borç, kadın ve çocuk istihdamı, ücretler ve maaşlar, çalışma şartları, iş alışkanlıkları ve üretkenlik gibi verilerin yetersizliği yanında, İslami normlardan sapmanın da makul bir izahı da yoktur. Bunlar yapılırsa, İslam iktisadının toplam tüketim, tasarruf ve yatırım, ekonomik büyüme ve istikrar ve gelir dağılımı üzerinde İslamî değerlerin ve kurumların nasıl bir etki yapacağını daha anlamlı biçimde analiz etmek mümkün olacaktır.
Dolayısıyla mevcut İslam iktisadı öğretisi, geçmişte İslam ekonomilerinin yükseliş ve çöküşleri, İslamî normlarla mevcut ekonomik birimlerin davranışları arasındaki farklılık ve İslam ülkelerinin karşılaştığı sorunların sebeplerini izah etme görevini ciddi biçimde ele alamamıştır. O, İslam ülkelerinin İslami öğretilerin ışığında dengesizliklerini azaltma ve aynı anda İslami vizyonu gerçekleştirme gibi zor bir görevi başarmasını sağlayacak dengeli politika paketleri önerememiştir. Dahası, onun teorik özü ölçülebilir verileri dikkate alan ve genellikle ahlakî, psikolojik, ekonomik, sosyal ve politik faktörlerin karmaşık tarihi tartışmasından kaçınan konvansiyonel iktisadın deli gömleğinin dışına çıkamamıştır. Dolayısıyla
İslam iktisadı ‘Batı iktisat düşüncesinin merkezcil çekim gücünden kurtulamamış ve tam da değiştirmeyi hedeflediği sistemin entelektüel ağına yakalanmıştır (Nasr, 1991, s. 388). Bu nedenle o, insanlığın refahı hususunda değişik toplumlardaki performanslar arasındaki farkı izah edememiştir.
İslam iktisadının potansiyeli büyük olsa da yakın geleceğe ait beklentileri çok yüksek tutmamak gerekir. İslam toplumlarını İslam’ın talep ettiği ve Müslüman iktisatçıların analizlerinde varsaydığı yüksek manevî düzeye çıkarmak en azından yakın vadede mümkün görünmemektedir. Dahası, kaynak ve siyasi destek yetersizliği, verilerin olmaması, modellere sokulacak sosyo-ekonomik ve siyasi parametrelerdeki ölçme zorluğu nedeniyle İslam iktisadından beklenen tüm görevlerde hemen başarı beklenemez. Çok çaba sarfedilse bile ciddi bir sonuç elde edilmeyebilir. Bu disiplin, zaman içinde evrilmek suretiyle olgunlaşacaktır. Çok şükür ki, İslam iktisadı konvansiyonel, sosyal, beşerî ve kurumsal iktisadın ve hatta diğer sosyal bilimlerin geliştirdiği analiz araçlarından yararlanma avantajına sahiptir.
Muhammad Umer Chapra
( Bu yazı Muhammad Umer Chapra’nın 1İslam İktisadında Ahlak ve Adalet” kitabından alıntılanan bir bölümdür.)
Çeviri Editörü: Prof. Dr. Mehmet SARAÇ
DİPNOTLAR
1. Dağılım ve yeniden dağılım terimlerini açığa kavuşturmak gerekebilir. Dağılım, kaynakların piyasa güçlerinin normal işleyişiyle otomatik olarak dağılımını ifade etmektedir. Ancak bir toplum dünya görüşünün içerdiği adalet kavramı gereği piyasa dışı birtakım süreçler ve mekanizmalar kullanarak bu dağılımı değiştirdiğinde, buna da yeniden dağılım denir.
2. İnsan refahının belirleyicileriyle alakalı literatür hızlı büyümektedir. Bu literatürü araştırmak için bkz. David Myers (1993).
3. İslam dünya görüşünün temellerine dair daha fazla ayrıntı için bkz. Chapra (1992), ss. 201-12
4. Kur’an, Allah tarafından Ortadoğu bölgesindeki toplumlar dışındakilere gönderilen Peygamberlerden bahsetmez.
Onların adları diğer halklar için tanıdık değildi, ve Kur’an da bir ansiklopedi değildir. Bununla birlikte, Kur’an açıkça
‘Biz her topluma, her dönemde Peygamberler gönderdik (Kur’an, 16:36)’ ve ‘Andolsun, biz senden önce de Peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin hayatını sana anlattık, kimini de anlatmadık (Kur’an, 40:78).
5. İslam’ın vizyonu ya da Makasıd-ı Şeria hakkında kısa bir müzakere için bkz. Chapra (1992), ss.7-9). Fıkıh literatüründe
Makasıd-ı Şeria ile alakalı çok geniş tartışma bahisleri vardır, ki bunlar arasında Matridi (v.945), Şaşi (v. 975), Bakillani
(v. 1012), Cuveyni (v. 1085), Gazali (v.1111), Fahreddin-i Razi (v. 1209), Amidi (v. 1234), Izzeddin Abdusselam (v. 1262),
Ibn Teymiye (v. 1327), Şatibi (v. 1388) sayılabilir. Bu hususta çağdaş dönem tartışmaları için bkz. Mesud (1977); Raysuni (1992), ss. 25–55; ve Nyazee (1994), ss. 189–268.
6. Kur’an, aynı mesajı birden fazla yerde tekrar eder. Örneğin ‘O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?’
(Kur’an, 10:99) ve ‘Tehdidimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver’ (Kur’an, 50:45).
7. Bu katkılarla ilgili kısa bir bilgi için bkz. De Shmogyi (1965), Islahi (1996), Mirakhor (1987), Siddiqi (1992), ve Spengler
(1964).
8. Ayrıca bkz. Mukaddime’nin Rosenthal çevirisi (1967) ve Issawi’nin (1950) Mukaddime seçkileri. İbn Haldun’un çokdisiplinli dinamik modelinin ayrıntıları için benim yakında yayınlanacak olan kitabımın 5. bölümüne bakınız: The Future
of Economics: An İslamic Perspective (Leicester, UK: The İslamic Foundation).
9. Blaug’a göre (1985, s.3) iktisat 1880’lerde akademik bir disiplin olmuştur.
10. Zarqa’ya göre (1986) İslam iktisadı bir açıdan “bir ekonomik sistem”, diğer bir açıdan “bu sistemin ekonomik analizi”dir.
KAYNAKLAR
• Ahmad, A., and Awan, K.R. (ed.) (1992), Lectures on İslamic Economics (Jiddah: IDB).
• Blaug, M. (1980), The Methodology of Economics or How Economists Explain
• (Cambridge: Cambridge University Press).
• Blaug, M. (1985), Economic Theory in Retrospect, 4th edn (Cambridge: Cambridge University Press).
• Brzezinsky, Z. (1995), Out of Control: Global Turmoil on the Eve of the 21st Century (New York: Touchstone Books).
• Caws, P. (1967), Scientific method. In P. Edwards (ed.), The Encyclopedia of Philosophy (London: Macmillan), pp.
339–43.
• Chapra, M.U. (1985), Towards Just Monetary System (Leicester, UK: Theİslamic Foundation).
• Chapra, M.U. (1992), İslam and the Economic Challenge (Leicester, UK: The İslamic Foundation).
• Chapra, M.U. (1996), What is İslamic Economics? (Jeddah: IRTI).
• De Shmogyi, J.N. (1965), Economic theory in classical Arabic literature. Studies in İslam (January), 1–6.
• Easterlin, R. (1973), Does money buy happiness? The Public Interest (Winter).
• Easterlin, R. (1995), Will raising the incomes of all increase the happiness of all? Journal of Economic Behavior and
Organization, 27, 35–48.
• Feyerabend, P. (1993), Against Method, 3rd edn (London: Verso).
• Hodgson, M.G.S. (1977), The Venture of İslam: Conscience and History in a World Civilization (Chicago, IL: University
of Chicago Press).
• Ibn Khaldun (n.d.), ‘Abd al-Rahman. Muqaddimah (Cairo: AI-Maktabahal-Tijariyyah al-Kubra).
• Islahi, A.A. (1996), History, of Economic Thought in İslam (Aligarh, India: Department of Economics, Aligarh Muslim
University).
• İslamic Research and Training Institute, İslamic Development Bank (1986), Problems of Research in İslamic Economics (Jeddah: İslamic Research and Training Institute).
• Issawi, C. (1950), An Arab Philosophy of History. Selections from: the Prolegomena of Ibn Khaldun of Tunis (1332–
1406) (London: John Murray).
• Khan, M.F. (1994), Essays in İslamic Economics (Leicester, UK: The İslamic Foundation).
• Machlup, F. (1978), Methodology of Economics and Other Social Sciences (New York: Academic Press).
• Masud, M.K. (1977), İslamic Legal Philosophy: A Study of Abu Ishaq al-Shatibi’s Life and Thought (İslamabad: İslamic
Research Institute).
• Mills, P.S. and Presley, J.R. (1999), İslamic Finance: Theory and Practice (London: Macmillan Press).
• Mirakhor, A. (1987), The Muslim scholars and the history of economics: A need for consideration. American Journal
of İslamic Social Sciences (December), 245–76.
• Myers, D.G. (1993), The Pursuit of Happiness. Who is Happy and Why? (New York: Avon).
• Nasr, S.V.R. (1991), İslamisation of knowledge: a critical overview. İslamic Studies (Autumn), 30, 3, 387–400.
• North, Douglass C. (1990), Institutions, Institutional Change, and Economic Performance (Cambridge: Cambridge
University Press).
• Nyazee, I.A.K. (1994), Theories of İslamic Law. The Methodology of Ijtihad (İslamabad: IIIT).
• OECD (1996), Ethics in the Public Service. Current Issues and Practice (Paris: OECD, Public Management Occasional
Papers, No. 14).
• Oswald, A.J. (1997), Happiness and economic performance. Economic Journal (November), 815–31.
• Oswald, A.J., Frank, R.H. and Ng, Y.-K. (1997), Economics and happiness.
• Economic Journal (November), 1812–58.
• Raysuni, A. (1992), al-Nazariyyah al-Maqasid ‘Inda al-!mam al-Shatibi, 2nd edn (Riyadh: Al-Dar al-Alamiyyah lil Kitab
al-İslami).
• Rosenthal, F. (1947), The technique and approach of Muslim scholarship. Analecta Orientelia (Rome: Pontificam
Institutum Biblicum), 24.
• Rosenthal, F. (1958), Ibn Khaldun. The Muqaddimah, An Introduction to History, 1st edn (2nd edn 1967; 3 volumes)
(London: Routledge and Kegan Paul).
• Sarton, G. Introduction to the History of Science. (3 volumes issued between 1927 and 1948, the 2nd and 3rd in two
parts each) (Washington: Carnegie Institute).
• Schumpeter, J.A. (1954), History of Economic Analysis, Elizabeth B. Schumpeter (ed.) (New York: Oxford University
Press).
• Sezgin, F. (1983), Tarikh al-Turath al-‘Arabi [History of Arab Legacy] (First volume, followed by other volumes in later
years) (Mahmud Fahmi Hijazi, Trans.) (Riyadh: Imam Muhammad ibn Saud İslamic University).
• Siddiqi, M.N. (1992), History of İslamic economic thought. In Ahmad and Awan (1992), pp. 69–90.
• Spengler, J. (1964), Economic thought of İslam: Ibn Khaldun. Comparative Studies in Society and History, 6, 268–
306.
• Yalcintas, N. (1986), Problems of research in İslamic economics: General background. In İslamic Research and Training Institute (1986), pp. 23–41.
• Zarqa, M.A. (1986), Problems of research in the theory of İslamic economics: Suggested solutions. In İslamic Research and Training Institute (1986), pp. 52–63.