Anasayfa Köşe Yazıları İnsanoğlu, Freudgiller, Ekonomi Politik ve İslam Ekonomisi

İnsanoğlu, Freudgiller, Ekonomi Politik ve İslam Ekonomisi

by

Muhtemelen insanlık kadar eski olan insanı anlama ve tanımlama çabaları içerisinde 20. yüzyıldan itibaren bizi en çok etkileyen isimlerden birisi Sigmund Freud (1856-1939) olsa gerektir. “The Age of Self” (Ben Devri/Nesli), bu etkiyi günümüz ekonomi politiği açısından çok güzel özetleyen, dört bölümlük bir belgesel.[1] Ayrıca belgesel, bu özeti yaparken ABD’nin son yüzyılını ve dünyaya etkilerini de çok güzel ortaya koyuyor. Bu belgeselden hareketle İslam ekonomisine/iktisadına da bağlantı kuran bir yazı olacak bu.

İhtiyaç vs. İstekler

Belgeselin birinci bölümünde Freud’un insanı anlama şeklinin -ki Freud insanı irrasyonel dürtülerle hareket eden bir yaratık olarak tanımlıyor- Amerika’daki yeğeni Edward L. Bernays (1891-1995) aracılığıyla -ki bu isim de “halkla ilişkiler” kavramının babası olarak biliniyor- tüketim ve pazarlama kültürünün nasıl başlangıcı haline getirildiğini görüyoruz. Buna göre 1920’lerin başında insanlar hala ihtiyaçlarına göre alış-veriş yaparken ve aşırı üretim korkusu varken insanın irrasyonel taraflarına hitap edip bunları yönlendirme yoluyla amaç şu hale getirilmeye başlanıyor: Bir şey istemek ya da ihtiyaç hissetmek değil, o şeyle iyi olduğunu vurgulamak. Böylece ihtiyaç kültüründen arzu kültürüne uzandırmak mümkün hale gelecektir. Ve karşımızda artık “tüketici” sınıf diye de bir grup olacaktır. Hatta insanların çoğunluğunu kapsayan bir sınıf… Bu tüketiciler ki ihtiyaç ile istek/arzu arasında keskin bir ayrıma giden ve ilkini hızlıca geçip dolu dizgin ikincisine yönelenlerdir (ya da yönlendirilenlerdir).

Ekonominin temel kavramı olarak genelde şu paylaşılır: “Kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların giderilmesine yardımcı olan bilim.” Bu kavram Lionel C. Robbins (1898-1984) tarafından 1930’larda dile getirilen ve orjinali şu olan kavramdır: “The science which studies human behaviour as a relationship between ends and scarce means which have alternative uses.”[2] (İnsan davranışını, amaçlar ve alternatif kullanımları olan kıt araçlar arasındaki bir ilişki olarak inceleyen bilim dalıdır). Fark edileceği üzere tanımda doğrudan “ihtiyaç” ya da “arzu/istek” kelimesi kullanılmıyor. Bunun yerine tercih edilen kelime, sonsuz olduğu iddia edilen ends. Eğer Robbins’in metni bu kelime için taranacak olursa onun bu kavramı daha çok “istekler” (wants) anlamında kullandığı söylenebilir. Bu niye önemli? Çünkü Robbins’in tanımının ekonominin içerisinde dahi genel tartışmalara uğramasının yanı sıra özellikle İslam ekonomisi açısından tartışılır olması söz konusudur. Buradaki tartışmanın sebeplerinden birisinin, tanımın Türkçeye bazen “sınırsız ihtiyaçlar” diye çevrilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü bu defa şu soru gündeme geliyor: “İhtiyaçlar sınırsız mıdır?” Oysa dediğim gibi, tanımda doğrudan böyle bir ifade yok. Fakat olsa da bu ayrıca tartışılası bir şey. Peki “istekler sınırsız mıdır?” Ben bu sorunun cevabının İslam ekonomisinde de “sınırsız” olduğunu ama sebebinin başka olduğunu düşünüyorum. Neden? Zira İslam’ın insan tanımına göre insandaki istekler sınırsızdır çünkü sınırsıza bakan bir ruhu vardır. Robbins’in isteklerin sınırsızlığını neye bağladığını ise tam bilemiyorum açıkçası. Bu arada, Robbins’in tanımındaki “sınırlı kaynak” ifadesi ise yine İslam ekonomisinde tartışılan bir başka husus olmakla birlikte buna apayrı bir yazı lazım gelmektedir. Son olarak, Robbins’in ekonomiyi “insan ilişkilerini…” inceleyen bir bilim dalı olarak görmesi, bugün “davranışsal iktisat” olarak anılan şeye de göz kırpıyor olabilir.

Bir Kesinti ve Kontrollü Canlanış

Şimdi, geldiğimiz noktada dedik ki irrasyonel tarafının ağır bastığı ve sonsuz istekleri olduğu varsayılan insan hakkında 1920’lerde amaçlanan şey üzere, arzuları “eğitilmiş” ya da “eğitilebilir” tüketicilerin görevi artık sade vatandaşlık değil, tüketicilik olmuştu. Peki buna ne ara verdirdi? 1929 Buhranı. Bu vesileyle bu buhranın özellikle sonuçlarını araştırmanızı tavsiye ederim. Çünkü insanlara, çocuklarının önüne “satılıktır” tabelası dahi koyduracak kadar keskin bir buhran idi bu. Bütün bunların ardından ABD’de 1930’ların sonunda doğru “yeni düzen/anlaşma” (new deal) dönemine girilecekti. Bu dönemin insana bakışa dair ana figürlerinden birisi, babası Freud’un psikoanalizini ABD’de yaymaya başlayan Anna Freud (1895-1982) idi. Fakat devletin büyük buhran sonrası iş dünyasını kontrol altına alma çabasının baskın olduğu bu dönemden memnun olmayan iş dünyası bir kez daha atağa geçecekti. Sloganları şuydu: “Kapitalist toplum herşeyi becerebilir!” Bu, Ayn Rand’ın neoliberal kapitalizmi amansızca desteklediği romanlarında da buram buram hissedilen bir slogan. Böyle bir ortamda artık insanların söz hakkı değil, insan arzularının söz sahibi olması önemli olmalıydı.

İkinci dünya savaşı, askerleri mental olarak çökertince demokrasinin içselleştirilmesi ve demokratikleştirme mühendisliğine soyunuldu. Motto, “duygularını kontrol” etmeye evrildi. Modern tüketici yetiştirilmesi için “odak grup” (focus group) yöntemleri kullanılmaya başlandı. Verilen mesaj şuydu: “Kendinizi bir ürünle özdeşleştirirseniz terapiye gitmiş gibi olursunuz.” Soğuk Savaş döneminde ise kontrol arzusu arttı. Hatta beyin yıkamayla ilgili deneyler bile görüldü. Fakat insanın ne kadar kompleks olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardı.

Hangi “Özgür”lük?

1960’ların sonunda başlayan yeni çağda ise kontrol etme mottosu şuna dönüşecekti: “Kendini özgür bırak.” Sonuç, izole olmuş, savunmasız ve açgözlü bir benlik oldu. İnsanoğlunun katmanlarının altına inip amaçsızlığa ve hiçliğe varılmıştı ve buradaki hiçlik, tasavvuf tarafından dile getirilenden ne kadar farklıydı! Yapılacak tek şey kalmıştı; insanın kendi kendini yaratması! Bu görüşler 1970’lerde %3-5 arasıyken 80’lerde %80’lere ulaşacaktı. Başta amaç bir kültür oluşturup devlete karşı koymak iken “kendi halinde mutlu olan birey” idealine dönüldü. Üretici tarafında ise bu bireyciliği kategorize edip “yaşam tarzı” altında insanları gruplayıp pazarlama yapılmaya girişildi. Tam da Thatcher ve Reagan dönemleriydi bunlar. Böylece kimliğin satın alınabilir olduğu fikri oluştu. Özellikle bilgisayar teknolojisiyle üretim tarzları da değişti; seri üretim sınırlılığı kaldırıldı. Bu sayede sınırsız arzulara karşı sınırlı çeşitte üretim ve aşırı üretim korkusu ortadan kaldırılmaya başlandı. Bunu bugün oldukça derinden hissediyoruz zira “kişiselleştirilmiş ürünler” (customized products)[3] ile arzın talepten fazla olması olasılığı oldukça aşağıya çekilmiş durumda.

Netice ne oldu? Bekleneceği üzere, tüketim patlaması… Toplumsal, sosyal kısıtlardan ayrışan bireyler ortaya çıktı. Fakat ironi şu ki, insanlar kendilerini özgürleştirmek adına şirketlere daha fazla gider oldular! Dünyadaki her şey ve ahlak bireysel tatmin çerçevesinde değerlendirilir oldu. Yani müphem mutlak bir subjektif ahlakilik… Buradan sonra varılacak ürkütücü noktayı, röportaj verenlerden birisi şöyle özetliyor; toplumsuz bir yapı!

Bugün artık pazarlama alanında nöro kişilik anketlerine geçilmiş durumda. Fakat odak grup yönetminin şöyle bir problemi var; tek bir odak grup yok ve bunlar hem gruplar arasında hem kendi içlerinde dahi çelişebilir yapıda. Bu ise neticede ekonomi politik kararların sağlığını etkiliyor.

İnsana Bakış ve İslam Ekonomisi

Yukarıda özetlemeye çalıştığım belgeselin en temel çıkarımı benim adıma şu oldu; insanın nasıl anlaşıldığı, devlet ve piyasa bazında ona neler yapılacağını da yönlendiriyor. Örneğin, insanı Freud’un anladığı gibi yırtıcı bir hayvan olarak görürseniz, yapılması gereken tek şeyin de ona gem vurmak olduğunu düşünürsünüz. İnsanın hayvansal dürtülerini sadece bastırdığını ve bunun çok kötü olduğunu düşünürseniz o zaman da, en iyi itimalle, belgeselde gösterildiği gibi çığlık atma, yerlerde tepinme seansları düzenletirsiniz.

İslam’ın insana ve hayata bakışına dayalı olması gereken İslam ekonomisinin farklılaşma noktası tam da bu başlangıç noktası. Zira insanı ne tamamen hayvansal dürtülerden ibaret ya da domine edilmiş görüyor, ne de içe, derinlere inildikçe bir yokluk olduğunu düşünüyor. İnsana bakışı bu kadar farklı olan bir yapının farklı ekonomi politik önerilerde bulunmasını, piyasa ve şirketlerle daha değişik bir ilişki içerisinde olmasını beklemek çok da abes değil. Fakat pratikte bunu nerelerde ne kadar yapıp yapamadığımızı ve yapamıyorsak neden yapamadığımızı sorgulamak da bize düşüyor.

 

Zeyneb Hafsa Orhan

 

Kaynakça

[1] Belgeselin ilk bölümü için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=lSWUoHHRAkM&list=PLaWiPT8KWE_Mv2Jjr6b0ddhI1jBSVzSeN

[2] Robbins, L. C. (1945). An Essay on the Nature and Significance of Economics Science, 1945 Basımı, İlk basım 1932. MacMillan and Co., London.

[3] Buna dair örnekler için bkz. https://gokickflip.com/blog/what-is-product-customization-20-examples

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun