Anasayfa Analiz Yeni Fransız Sekülerizmi Artık Neden Pazarlanabilir Değil

Yeni Fransız Sekülerizmi Artık Neden Pazarlanabilir Değil

by

“Yeni sekülerizmin” ayrımcı ve bölücü karakteri, yararlarına rağmen Fransa tarafından dünya çapında desteklenen “tarihsel sekülerizmin” evrenselliğini zayıflatmıştır.

Son dönemde Fransa’daki ayrımcı politikalar, pek çok kişinin Fransız yeni sekülerizmini ve bu sekülerizmin ülke içindeki ve dışındaki toplumlara dayatılmasından kaynaklanan sorunları sorgulamasına yol açmıştır.

Fransız sekülerizmi 20. yüzyılın başında olduğu gibi değildir. Bireysel özgürlük ve eşitliği garanti altına alan temel ilkesi hala evrenselliğini koruyor ancak sekülerleşmenin dindarlıkta bir düşüşe yol açması gerektiğini gösteren herhangi bir sosyolojik kanıt yoktur. Aslında dinin devlet otoritesinden ve devletin de din adamlarının her türlü hegemonyasından korunması da dahil olmak üzere, tarihsel sekülerizm, kendisine evrensel bir kapsam kazandıran erdemlere sahiptir. Ancak yeni sekülerizmin artık pazarlanmaya uygun olmamasının ve aynı şekilde Fransa için de problemli olmasının pek çok sebebi bulunmaktadır.

Bu gözlem, Fransız sekülerizminin Arap gruplar ve seküler sol üzerindeki etkisi ile Fransa’nın kendi sekülerizm versiyonunu dayatma çabaları üzerine yakında çıkacak olan bir çalışmaya dayanmaktadır.

“Etnik Merkezci”

Fransız sekülerizminin evrenselliğini zayıflatan şey, sekülerizmin Hristiyan reformist din anlayışından doğan “etnik merkezci” karakteridir. Fransız sekülerizmi; dini, bireysel inanç ve vicdan özgürlüğüne indirgeyerek ve onu ev ve kilise gibi özel alanlara hapsederek Hristiyan tarzda, daha spesifik olarak Protestan reformu tarzında, ele almıştır. Bunun sonucunda ise ritüeller veya diğer kamusal dini tezahürler (örneğin başörtüsü takmak), kabul edilemez bir dini propaganda (proselitizm) biçimi olarak görülmektedir.

Fransız seküler solunun ideallerini savunmak adına bazı entelektüeller ve medyada yer alan fenomenler, peçenin “İslam’ın bir parçası olmadığını” ya da “kadınların köleleştirilmesinin bir sembolü” olduğunu “kanıtlamak” için kendilerini “fakih” ya da “müftü” haline getirmekten çekinmemektedir. Böylece, tamamen etnik merkezci bir tavırla, yalnızca Avrupa kültüründen beslenen yorumlarını Müslüman toplumlara yansıtmaktadırlar. Bu tür argümanlar açıkça en temel özgürlükleri ihlal etmektedir çünkü her birey kendi sosyal davranışını tanımlamak ve anlamlandırmakla yükümlüdür.

Fransa’da 15 Mart 2004 tarihinde kabul edilen, okullarda ve kamu kurumlarında memurların başörtüsü takmasını yasaklayan yasanın, din özgürlüğünü açıkça ihlal ettiğini görebiliyoruz. Bu yasanın kabul edilmesini sağlayan faktörlerin ise Fransız toplumunun çoğunluğunun başörtüsünü reddetmesi ve başörtüsüne karşı içten bir nefret duyması olduğunu söyleyebiliriz. 2009’da yayımlanan Hiding from Humanity: Disgust, Shame and the Law adlı kitabında Amerikan filozof Martha Nussbaum, başkalarının eylemlerinin öznel nedenlerle reddedilmesi temeline dayanan her türlü yasanın kınanması gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca Nussbaum; ahlaki ya da hukuki yargıların, iğrenme duygusu ya da diğer öznelliğe dayalı reddetme biçimleriyle gerekçelendirilemeyeceğini ya da meşrulaştırılamayacağını da iddia etmektedir.

Fransız tipi (“à la française”) ayrımcı sekülerizm, maalesef bazı Avrupa ülkelerinde çoğalırken diğer ülkeler buna karşı koymaktadır. Fransız yasama organları, kültürel çeşitlilik ve bireysel özgürlükler gibi toplumun “iyi” kavramının birer parçası olan şeyleri yasaklarken Birleşik Krallık ve Norveç’teki yasama organları, (ABD, Kanada ve ünlü “burkini“nin ortaya çıktığı Avustralya’dan bahsetmiyorum bile) Müslüman bir kadın polisin başörtü takmasında ya da Sih bir polisin türban takmasında bir çelişki görmemektedir.

Çok kısa bir süre önce, bu radikal muhalefet kendisini bir kez daha, en az iki şekilde gösterdi. Avrupa Konseri tarafından başlatılan, başörtü takma özgürlüğü de dahil olmak üzere, kadınlar arasında toplumsal çeşitliliğin desteklenmesini amaçlayan bir kampanya oldukça sert eleştirilere maruz kalarak iptal edildi. Fransız akademisyen Florence Bergeaud-Blackler; bunun, peçenin romantize edilmesinin bir sonucu olduğunu ve bu bağlamda, bazı kadınların “peçe takmadıkları takdirde cinsel tacize ve asit saldırılarına uğradıkları veya yakıldıkları” gerçeğinin göz ardı edildiğini belirtti. Bu Fransız istisnacılığına karşı, Avrupa Birliğinin tüm üyeleri arasında, başörtü takan akrabaları da olan gençlik çalışmalarından sorumlu devlet sekreteri Sarah El Haïry’nin bu duruma dikkat çekmesi sayesinde, sadece Paris’te bu kampanyaya karşı gösteriler düzenlendiğini de eklemek gerekir. Jean Baubérot’nun ifadesiyle bu “seküler kimlik,” İslam’ı Avrupa kültürüne yabancı ve demokratik değerlerle bağdaşmayan bir din haline getirmektedir.

Herkes için “iyi bir yaşam”

Fransa’daki yeni sekülerizmin en radikal savunucuları, sekülerizmi sadece bir yönetim aracı olarak değil, başlı başına bir amaç olarak görmektedir. Onlara göre sekülerizm artık demokratik bir devlet çerçevesi içerisinde siyasi liberalizmin değerlerini -yani özgürlük, eşitlik ve çoğulculuk değerlerini- uygulamanın bir aracı değildir; aksine, her ne sonuç doğurursa doğursun, evrensel değerlerin içkin taşıyıcısıdır. Buradaki çoğulculuk kavramı, çeşitliliği ve “iyiyi,” haliyle de toplum içerisindeki farklı grupları ve bu grupları oluşturan bireyler için “iyi bir hayat” düşünmeyi mümkün kılan kavramları içerir. Ancak “yeni” anlamıyla sekülerizm, toplumun yalnızca bir kısmının (çoğunluk da olsa) tarihsel koşullarını ve kültürel ortamını dikkate almaktadır. Örneğin, devlet okullarındaki sınıflarda haç bulunması sekülerizme aykırı bir şey olarak değerlendirilirken Hristiyan mimari mirası ile özdeşleşmiş bir ülkenin kent meydanında haç bulunması böyle değerlendirilemez. Liberal adalet ve “iyi” anlayışlarının çatıştığı durumlarda toplum; kamusal alanda, kamusal aklı ya da kültür, gelenek ve küreselleşmenin etkisinden beslenen ahlaki gerekçeleri kullanarak tartışmaya girişir. Sekülerizmin onaylanması, bu düşünce biçimi tüm vatandaşlar tarafından duyulabilecek ve kabul edilecek bir alanın ötesine geçmediği sürece bir sorun teşkil etmez. Bu sebeple, bu tür düşünceler arasında neyin dini öğretilerin, kültürel pratiklerin veya başka kaynakların bir sonucu, neyin ahlaki değerlerin bir sonucu olduğunu ayırt etmek zordur.

“Yeni” anlamıyla sekülerizm, toplumun yalnızca bir kısmının (çoğunluk da olsa) tarihsel koşullarını ve kültürel ortamını dikkate almaktadır.

Dolayısıyla sekülerizm, bu tartışmanın hızını kontrol etmeye ve vatandaşlık kavramını saygı çerçevesinde korumaya yardımcı olan bir araç rolünü üstlenir. Örneğin, (dini veya etnik kültler, ritüeller ve bayramlar bağlamında) azınlıkların yararına olacak şekilde istisnaları kabul ederken, bu istisnaların toplumu bütün olarak zarara uğratmamasına da dikkat eder.

Hristiyanların çoğunlukta olduğu bir toplumda, bazı resmî tatillerin Hristiyanlık kökenli olması doğaldır. Ancak bu durum, Fransa ve Almanya’da olduğu gibi, diğer inançlara mensup vatandaşların kendi bayramlarını kutlamalarını engellememelidir. Fransa’da kutlanan 12 ulusal bayramdan altısı Katolik dini bayramıyken Müslüman ve Yahudi bayramlarının kutlanması yönündeki teklifler yalnızca ihtilaf ve küçümsemeyle karşılanmıştır. Aynı zamanda, geçtiğimiz günlerde Fransız hükümetinin Toulouse’daki öğretmenlerden Ramazan Bayramı’nda devamsızlık yapan öğrenci sayısını bildirmelerini istemesi de Müslüman aileler arasında endişeye yol açmış ve ırkçılık karşıtı gruplar tarafından eleştirilere maruz kalmıştır.

Olumsuz Bakış Açısı

Evrensel bir değer olmasının yanı sıra, yeni Fransız sekülerizmi, azınlık dinlere karşı kısıtlayıcı yasa çıkarma yetkisini de kendinde görmüştür. Fransız kültüründe neyin ortak olduğuna dair herhangi bir kamusal tartışma yerine, farklı yaşam tarzlarına sahip azınlıklara (“iyi yaşamı” oluşturan tüm dini uygulamalar ve ritüeller de dahil olmak üzere) karşı tek taraflı yasalar çıkarılmaktadır.

Her ne kadar bu uygulamaların toplumun çoğunluğuna veya toplumsal sözleşmeye nasıl zarar verdiğini açıklamak zor olsa da başörtüsü için yapılan yasal düzenlemenin ardından Fransa, burka karşıtı özel bir yasa daha kabul etti ve daha sonra burkiniye karşı başka bir yasayı da yürürlüğe koydu. Bu normatif çılgınlık, Fransa’da daha yeni vakalarla da devam etmekte: Fransa Futbol Federasyonu, Müslüman oyuncuların Ramazan ayında oruçlarını açmak için maça ara vermesini yasakladı ve eğitim bakanı bazı kız öğrencilerin giydiği uzun elbiseleri yasaklamak için “yerine uygun dini semboller” kavramını kullandı.

Tüm bunlar Fransız siyaset bilimci Olivier Roy’u, pek çok Batı ülkesindeki yasaların ve “norm alanının genişletilmesine,” ayrıca; müzakere, tartışma ve hatta diyalog için kamusal alanın daraltılmasına karşı uyarılarda bulunmaya itmiştir. Seküler ortamlarda, siyaset ve dinin birbirinden ayrılması, din adamlarının yalnızca inananların çıkarlarına bağlı politik faaliyetlerinin sınırlandırılması söz konusu olduğunda kesinlikle anlaşılabilir niteliktedir. Dinin siyasallaşması ve olumlu veya olumsuz olarak oynamayı amaçladığı ahlaki rol, sözde “seküler” ülkeler de dahil olmak üzere pek çok ülkede belirgin hale gelmiştir.

Kiliselerin seçimler üzerindeki etkisi, hem solunu hem de sağını etkilediği birçok demokratik ülkede açıkça görülmeye başlamıştır. Brezilya’da Lula’ya oy veren (ve 2016’da 100 milletvekili çıkaran) Pentekostallar, daha sonra Jair Bolsonaro’ya oy verdiler. Yine de kimse “siyasal Hristiyanlığın” yasaklanması için bir çağrıda bulunmadı. Dolayısıyla, radikalleşme, mezhepçilik veya sosyal ve siyasal baskı konularındaki olası rolü nedeniyle dindarlığın yalnızca olumsuz versiyonlarına odaklanmak artık kabul edilebilir bir şey değildir. Başka bağlamlar içerisinde dindarlık; toplumsal gelişim, sivil dayanışma ve/veya sömürgecilik ve otoriterliğe karşı direniş için etkili bir araç haline gelebilir.

Aslında siyasi ve dini alanlar arasındaki ayrım, basitçe dini ve seküler kurumların özerkliği anlamına gelmelidir. Ancak bugünün realitesi, özellikle Müslümanların azınlık durumunda bulunduğu yerlerde oldukça farklıdır: sekülerizmin sahip olduğu otorite alanı, dini kurumlar üzerinde üstünlük kurmaktadır. Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Müslüman topluluğunun örgütlenmesi için çağrıda bulunduğunda daha seçimler yapılmadan önce bile hangi kişilerin bu topluluğa başkanlık edeceği belliydi. Yalnız kendisinin konseyin yüzde 30’unu atayacağı yönünde emir verdi. Emmanuel Macron’un Fransa’sında da aynı şekilde Fransa’daki Müslümanların gerçek anlamda temsil edilmesine yönelik her türlü girişim engellenmekte çünkü bu girişimlerin, Fransız bürokrasisinde sıkça tekrarlanan muğlak ifadeyle, “asimilasyon politikalarına engel oluşturacağı” düşünülmekte.

Her ne kadar devletin tarafsızlık ilkesi, dini kurumların özerkliği için gerekli olsa da bu, özellikle çok farklı kültür ve etnik gruplara sahip bir toplumda, devletlerin dini çoğulculuğu adil bir şekilde yönetmekten ve düzenlemekten imtina edebileceği anlamına gelmez. En baskıcı otoriter rejimlerden liberal demokratik devletlere kadar geniş bir yelpazeye sahip olan siyasal sistemlere baktığımızda çoğunun dini çoğulculuğu yönetmekle ilgili olduğunu görürüz. Böyle bir yapıda, devletin farklı rolleri olabilir ve bu, devletin dinin ahlaki boyutuna ilişkin bakış açısına bağlıdır. Bu bakış açısı olumlu (tanıma, entegrasyon ve kapsayıcılıkla ilgili politikalar) ya da olumsuz (dışlama politikaları, dini tezahürlerin yasaklanması, kültürel farklılıklara karşı duyarsızlık, tanımama veya yanlış temsil politikaları) olabilir. Yeni Fransız ayrımcı sekülerizmi yalnızca bu olumsuz bakış açılarına odaklanmaktadır ve (aşırı) sağın ölümcül silahı haline gelmiştir. Rachida Dati’den Fedela Amara’ya kadar Fransız partileri, hiçbir zaman, atalarının kültüründen mümkün olduğunca uzaklaştığı varsayılanlar dışında (ki bu kültür, Fransa’daki Müslüman topluluğun büyük bir kesiminin kültürüdür), (bakan veya milletvekili olarak) Arap ya da Müslüman kökenli bir siyasi aktör seçmemiştir.

“Yumuşak” Sekülerizm

Fransa’nın tüm dünyaya tanıtılmasına yardımcı olduğu tarihsel sekülerizmin erdemlerine dair hiç şüphe yoktur. Fakat yazıda bahsedilen sebeplerden dolayı, Fransa’da son birkaç yıldır teşvik edilen yeni sekülerizm, artık geçmişte olduğu gibi pazarlanabilir durumda değildir.

Öncelikle, din genellikle toplumun geri kalanından tamamen bağımsız bir sosyal alan olarak kabul edilir -ki bu bir yanılgıdır. Kanadalı Sosyal Antropolog Francois Gauthier gibi ben de toplumu, biri din olmak üzere farklı bölümlere ayrılan bir yapı olarak görmeyi reddediyorum. Aslında dini, kültürel, siyasi, toplumsal ve ekonomik alanların ötesine belirli bir toplumu bütünüyle kapsamayı mümkün kılan ortak bir mantıkla geçilir, tıpkı Marcel Mauss’un da yaptığı gibi.

Eğer ayrımcı olmayan, her toplum için gerekli ve hatta vazgeçilmez olan, kendi içinde bir amaç olarak görülmeyen, kutsallaştırılmayan ve hiçbir ulusal veya toplumsal bağlamda uygulandığı koşullara kör kalmayan, “yumuşak” bir sekülerizm inşa etmek istiyorsak bu yanlış anlamaları ortadan kaldırmamız gerekir. Her ne kadar liberal siyasi projelerin değerlerini etkili bir şekilde sürdürse de sekülerizm, yalnızca bir araçtır.

***

Editör Notu: 3 Ağustos 2023 tarihinde Middle East Eye’da yayımlanan “Why the new French secularism is no longer exportable” başlıklı yazı İLKE Analiz okurları için Elif Sağır tarafından tercüme edildi. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve İLKE Analiz’in editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Görsel: EPA – EFE / Christophie Petit Tesson.

Kaynak: İlke Analiz

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun