Dünya Bankası Bretton Woods Konferansı’nda İkinci Dünya Savaşı sonrası iktisadi bakımdan yıkıma uğramış ülkelerin kalkınmasına destek olması için kurulmuş, 1946 yılında faaliyetlerine resmen başlamış uluslararası bir kurumdur. Bankanın kuruluşundan bu yana niteliğinde ve işlevlerinde önemli değişimler gerçeklemiştir. Bu değişimde tarihin akışı içinde sahneye çıkan farklı iktisadi teorilerin payı olduğunun öne sürülmesi mümkündür. Fakat şu gerçeği de atlamamak gerekir ki, Banka bir yandan dünyada iktisadi teorilerdeki değişimi belirleme özelliğine de sahiptir. Dolayısıyla bankanın kalkınma söylemi ve dünyada zaman içinde baş gösteren iktisadi teoriler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır.
Bilindiği üzere ABD, İkinci Dünya Savaşı ertesinde ekonomik ve askeri nükleer gücünün de verdiği bir üstünlükle süper güç haline gelmiştir. ABD aslında kuracağı yeni iktisadi düzenle İngiltere yerine dünyada yeni hegemon olarak doğduğunu belirtmektedir. Burada ABD önemli birtakım sorularla karşı karşıya kaldığı açıktır. ABD gücünün nasıl ve hangi araçlar vasıtasıyla küresel çapta devamlılığını sağlayabilecekti? Uluslararası sistemin kurulmasında ve yönetilmesinde ABD’nin kilit pozisyonda olacağı bir yapı kurmalıydı. Bu gerekliliklere uygun olarak Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar oluşturulmuştur. Uluslararası ekonomik sistem ve iş bölümü Bretton Woods Konferansı’nda temelleri atılan ve doların egemenliğine dayanan uluslararası para sistemiyle pekiştirilerek ABD’nin kapitalist sistem içindeki hegemonyası adeta perçinlenmiştir.[1]
1950’lerde büyük itki[2], dengeli büyüme[3], sürdürülebilir büyümeye geçiş[4] gibi teoriler o dönem kalkınmanın yol haritasını belirlemiştir. Büyük itki teorisi, temel sanayiler ve altyapı ve destek hizmet ve tesislerindeki ölçek ekonomilerinin önemi üzerinde durmuştur. Sürdürülebilir büyümeye geçiş prensibi ise Harrod-Domar modelinin özdeşliğine dayanmış, bu eksende gelir seviyesindeki büyümenin nüfus artış hızından fazla olması gerektiği ve yatırımların milli gelire oranının mevcut sermaye-çıktı oranı veri olarak alındığında minimum eşikte bir değere sahip olmasının şart olduğu sıkça vurgulanmıştır. Dengeli büyüme teorisi ise, talep tarafının doğasında var olan piyasanın büyüklüğünü arttırmak için bir araya gelen bütün birbirini tamamlayıcı üretim aktivitelerinin, birbirini destekleyici ve eş zamanlı genişlemesindeki dışsal ekonomilerin altını çizmiştir.
Bu kalkınma teorilerinin ve modellerinin hepsinin özü ekonomik kalkınmanın büyümeyle özdeş olduğuna ve ekonomik büyümenin motorunun yatırımlar olduğu üzerine kuruludur. Dünya Bankası’nın o dönem sürekli yatırım, devlet müdahalesi, özellikle sanayileşmiş ülkelerden dış yardım alınması gibi söylemler üzerine kurulu bir kalkınma söylemi belirlemesi bu durumu kanıtlar niteliğindedir. Öyle ki Marshall Planı da bu düşünceler ekseninde ortaya konmuştur. Modeller ve teoriler ideolojik işlev görmüş, dış yardım ve yabancı sermayeye dayalı bir kalkınmanın mümkün olduğuna dair bir bilinç yaratmışlardır.[5] Savaşın hemen sonrasında Batı Avrupa’ya verilen Marshall yardımları dâhil tüm ABD dış yardımlarının insani endişe görünümü verilmiş siyasi dürtüler ışığında organize edildiklerini vurgulanabilir.[6] Komünizme karşı savaş esastır.
Modernleşme kuramı, dekolonizasyon sürecinde bağımsızlığını kazanan toplumların yeni dönemde izleyecekleri siyasi, ekonomik ve sosyal politika çizgilerini belirlemek üzere pozitivist konvansiyona bağlı bir yaklaşım olarak formülize edilmiş ve ekonomik siyasal modernleşmeyi evrensel ve Hegelyan anlamda çizgisel (lineer) süreçler olarak tanımlamıştır. Yapılan çalışmalarda tepeden inmeci bir bakışla modern öncesi olarak nitelenen toplumların sosyal ve psikolojik eksikliklerini giderebilmeleri için, Batılı değerlerin ve siyasi kurumsal kontrol mekanizmalarının geçerliliklerini kabul etmeleri gerektiğini sıklıkla vurgulamıştır.[7] 1950’li yıllardaki kalkınma teorilerinin bu dönemdeki bir ideolojinin bir parçası olduğu yorumunu yapmak güç değildir.
Banka kuruluşundan yaklaşık 1960’lı yılların ortalarına kadar kalkınma problematiğini fiziksel sermaye birikimine dayanan büyüme ve sanayileşme bağlamında ele almıştır. Bu dönemde dünyadaki ekonomi politikalarının belirlenmesinde etkili olan Keynesyen teori çerçevesinde kalkınma söylemini belirlemiştir.
Keynesçi talep yönetim politikalarına dayanan refah devleti uygulamaları benimsenmiştir. Artık küresel sistem yeni bir kurumsal yapılanmaya doğru evrilmiştir. Devlet sermaye birikiminin ve toplumsal uyumun koşullarını aynı anda yerine getirmektedir.[8] 1960’lı yılların ortalarından itibaren ABD ödemeler dengesinde yapısal değişiklikler ve ciddi tıkanıklar belirmeye başlamıştır. Kar oranları özellikle 1965’ten itibaren önce ABD’de, daha sonra Batı Avrupa’da kaygı verici oranlarda düşmeye başlamış ve kapitalist birikimin kabul edemeyeceği bir düzeye inmiştir. İkinci Dünya Savaşı ertesinden 1960’lı yılların ortalarına uzanan zaman kesitinde yoğun sermaye birikiminin beşiği olan ABD’nin bir sonraki dönemde gücünü koruyamaması ve hegemonyasının sarsılma tehlikesi geçirmesi dönemde öne çıkan gelişmelerdir. Ayrıca ABD’nin rekabet gücünün Japonya ve Batı Avrupa özellikle Almanya karşısında gerileme riskine maruz kalması ABD’yi ve egemenliğinde olan Dünya Bankası’nı yeni kalkınma modellerinin yaratılması konusunda harekete geçirmiştir.
Bu süreçte Keynesyen teorinin ve refah devletinin yok oluş süreci adım adım işlemeye başlamıştır. Dünya ekonomisinin 1960 ve 1970’lerdeki krizi refah devletinin krizi olarak sunulmuştur.[9] Vietnam Savaşı ile artan gerilim, askeri harcamaların yükünün giderek artması, hem uluslararası politik sistem üzerinde hem de ülke ekonomileri üzerinde giderek artan yükler Bretton Woods rejiminin çöküşünü de beraberinde getirmiştir. İktisadi sarkaç artık neoliberal politikalar yönünde salınmaya başlamıştır. Dünya Bankası uluslararası kalkınma kurumu olma özelliğini kaybetmeye başlayarak, uluslararası finansal bir kurum ve neoliberal politikalara giderek angaje olan bir kurum olma yolunda ilerlemeye başlamıştır. Zira özellikle 1980’li yıllarda kalkınma kavramı retorik düzeyde bile kullanılmaz olmuştur. Bu durum başta Sahra Altı Afrika ve Latin Amerika olmak üzere, Üçüncü Dünyanın pek çok bölgesinde 1980li yılların kalkınmanın kayıp on yılı olarak değerlendirilmesine zemin hazırlamıştır.[10]
Neoliberalizm kapitalizmin kurumsal yapısının tümüyle yerleşmesine ve küresel bir sistem hale gelme sürecinin kolaylaşmasına hizmet etmiştir. Neoliberal düzenin en temel özelliğinin sermaye şiddetine dayalı piyasa rasyonalitesini tek tip bir toplumsal düzen olarak inşa edilip insanlara kabul ettirmek istemesinde saklı olduğunun öne sürülmesi mümkündür. Bu düzen kendisini Washington Uzlaşısı ve uzlaşının içerdiği serbest piyasa reformlarına dayalı neoliberal politika demetinde (özetle serbest ticaret, finansallaşma, özel mülkiyet, mali disiplin, serbest sermaye hareketleri, kamu harcamalarının minimizasyonu) yansıtmıştır. Böylelikle sermayenin boyunduruğunun giderek altının çizildiği bir süreç sahneye çıkmıştır. Dünya Bankası kalkınma kurumu olmaktan çıkıp raporlarıyla liberal bir uluslararası ekonomik sistemi ve küreselleşme olgusunu destekleyen ve dünya çapında ülkelerin böylesi bir sisteme entegre edilmesinden sorumlu bir uluslararası finansal kuruma dönüşmüştür.
“Küreselleşmiş liberalizm, halklar arasında ve her bir ülkede sadece eşitsizlikleri derinleştirmiştir.“
Samir Amin
1990’lı yıllara gelindiğinde yoksulluk konusu gündemdedir. Amin’in deyişiyle “küreselleşmiş liberalizm, halklar arasında ve her bir ülkede sadece eşitsizlikleri derinleştirmiştir”.[11] Ancak, dünya bankasının yoksulluk konusuna ağırlık vermeye başlamasının nedeni, neoliberal teorinin meşruiyetini ve devamlılığını sağlama isteğinden ibarettir.[12] Yoksulluğa yapılan vurgu, insanların ekonomik kaderinin, refah durumunun, kalkınma, gelir dağılımı, ekonomik krizler, sömürü, sosyal sınıflar gibi bir dizi olguyu ve kavramı içeren bir araştırma gündemini içermemiştir. Ayrıca bu dönemde giderek filizlenmeye başlayan Yeni Kurumsal İktisat teorisinden de etkilenen Dünya Bankası, ekonomilerde kurumların rolüne atıf yaparak yeni söylemler geliştirmiştir. Bu eksende yönetişim, devlet-piyasa iş birliği gibi kavramları sıkça kullanır olmuştur. Kurumlar piyasanın yerleşmesi, genişlemesi ve derinleşmesini sağlayan aygıtlar haline gelmişlerdir.2000’li yıllardan günümüze kadar uzanan süreçte ise Milenyum Kalkınma Hedefleri adı altında kalkınmanın sosyal boyutlarını vurgular görünen, fakat gerçekte öyle olmayan söylem ve politikalar ortaya atılmıştır.
Milenyuma girerken, neredeyse doruk noktasına ulaşan baskılar karşısında, IMF ve Dünya Bankası teknokratları, yapısal uyum programlarının yerine geçecek ve aynı zamanda bu uygulamalara yapılan ağır eleştirilere de bir yanıt niteliğini taşıyan Yoksulluğu Azaltma Strateji Belgeleri (PRSP) çerçevesini açıklamışlardır. Ayrıca yoksul ülkelerin borçlarını hafifletmeye yönelik ilk IMF-Dünya Bankası programı 1996 yılında Ağır Borçlu Yoksul Ülkeler Girişimi (HIPC-I) adı altında başlatılmıştır. HIPC’nin amacı toplam dış borçlarını geri ödeme umudu olmayan ve borç ödemeleri yüzünden iyice tükenip ekonomilerindeki canlılığı yitiren yoksul ülkelerin borçlarını biraz hafifletmek, yani borçların bir kısmını silmektir. HIPC koşulları altında borç hafifletme çok mütevazi ölçülerdeydi. Birçok ülke bu plan gereğince borçlarının mutlak miktarı azaldığı halde ödedikleri miktarın gerçekte çok az değiştiğini fark etmiştir. HIPC programı koşullarıyla borç hafifletmeden yararlanmanın bedeli, borç yardımı almadan önce tam üç yıl boyunca bu kuruluşların denetimi altında yapısal uyum programını uygulamaktır. Politikalar insani yüzlü toplumsal bir boyutu içeren bir kapitalizmi teşvik edecek piyasa düzenlemeleri üzerine odaklanmıştır. Birkaç nüans ya da detaya karşın, daima devletin hakim küresel sermaye güçlerine tabi olmasını ve bu güçlerin sermaye birikimine yardımcı olmasını ima eder. Politikalar sosyal adalet dozu artırılmış rafine neoliberal söylemlerden ve yoksulluğun insani çehreye büründürülme çabalarından ibaret kalmıştır.
1990’lı yılların sonlarına doğru Dünya Bankası gerek neoliberal politikaların başarısız sonuçlarından gerekse Doğu Asya ülkelerinin başarılı kalkınma stratejilerinden çıkardığı dersler sonucunda, neoliberal yaklaşımlara dayalı Washington Uzlaşısı’ndan uzaklaşarak, Post-Washington Uzlaşısı’nın devlet-piyasa ilişkileri üzerine odaklı farklı bir kalkınma çerçevesi oluşturmaya başlamıştır. Ancak yeni uzlaşının temel ilkeleri neoliberal iktisadi ideolojinin özünü hiç değiştirmemiş, yalnızca bu ideolojinin makyajlanmış ve süslenmiş halini temsil etmiştir.
IMF ve Dünya Bankası’nın ülkelerin kendine has özelliklerini dikkate almayan, her ülke için neredeyse aynı olan özelleştirme, eğitim ve sağlık da dâhil olmak üzere, kamu harcamalarının kısılması, mali piyasaların serbestleştirilmesi gibi istikrar politikalarını dayatma eğilimi içindedir ve bu yüzden yoğun eleştirilere maruz kalmaktadır.[13] Böyle bir durumdan tek çıkış yolu da yeni bir birikim rejiminin benimsenmesi olabilir, ancak dünyanın ve bu kurumların henüz böyle bir paradigma dönüşümüne hazır olduğunu söylemek için henüz erken görünmektedir.
Yazar Notu: Bu yazı 2016 yılında değerli hocam Hacettepe Üniversitesi İngilizce İktisat Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Muammer KAYMAK danışmanlığında sonuçlandırılan “The Evolution of the Development Discourse of the World Bank and its Evaluation in Context of the Economic Theory” başlıklı yüksek lisans tezimden üretilmiştir.
Görsel: Vox – Christina Animashaun
[1] Corbridge, Stuart, Bretton Woods revisited: hegemony, stability, and territory. Environment and planning, 26(12), (1994): 1829-1859.
[2] Rosenstein-Rodan, Paul “Problems of industrialisation of eastern and south-eastern Europe.” The economic journal 53.210-211 (1943): 202-211.
[3] Nurkse, Ragnar. “Notas sobre o Trabalho do Sr. Furtado Relativo a” Formação de Capitais e Desenvolvimento Econômico”.” Revista brasileira de economia 7.1 (1953): 67-87.
[4] Rostow, W. W. “The stages of economic growth: A non-communist manifesto (1960).” The Globalization and Development Reader: Perspectives on Development and Global Change (2015): 52-61.
[5] Eichengreen, Barry, and Marc Uzan. “The Marshall Plan: economic effects and implications for Eastern Europe and the former USSR.” Economic Policy 7.14 (1992): 13-75.
[6] Clements, Paul. “An approach to poverty alleviation for large international development agencies.” World Development 21.10 (1993): 1633-1646.
[7] Cammack, Paul. “What the World Bank means by poverty reduction, and why it matters.” New Political Economy 9.2 (2004): 189-211.
[8] Alan Wolfe, The Limits of Legitimacy: Political Contradictions of Contemporary Capitalism. New York: The Free Press, 1977.
[9] James O’Connor, The Fiscal Crisis of the State. New York: St. Martin’s Press, 1973.
[10] Easterly, William. “The lost decades: developing countries’ stagnation in spite of policy reform 1980–1998.” Journal of Economic growth 6.2 (2001): 135-157.
[11] Amin, Samir. “Globalism or Apartheid on a Global Scale?.” The modern world-system in the longue durée (2004): 5-30.
[12] Dünya Bankası’nın 1990-2000 döneminde yayımladığı Dünya Kalkınma Raporları ve bunları destekleyen diğer resmi dökümanlar sistematik bir biçimde incelendiğinde, küresel kalkınma paradigmasının yoksulluk odaklı değil neoliberal eksende belirlendiği görülmektedir. Bankanın on yılın başından itibaren temel küresel kalkınma problemleri (1991), kalkınma ve çevre (1992), sağlık yatırımlarının kalkınmayı hızlandırıcı roller (1993), kalkınma altyapısına yatırım (1994) , işgücü sorunları ve kalkınmaya etkisi (1995), planlı kalkınmadan piyasa ekonomisine geçiş (1996), değişen dünyada devletin ekonomik rolü (1997), ve piyasaları desteklemede kurumların önemi (1999) gibi konular etrafında yoğunlaşan bir çalışma gündemi belirlemiş olması, kapsamlı bir küresel kalkınma çerçevesini oluşturma amacı güden uzun vadeli kurumsal stratejinin taktik adımları olarak okunmalıdır. Ampirik veriler tam tersini gösterse de, 1990lı yıllarda yayımlanan raporlar ısrarlı bir biçimde piyasa dostu politikaların sosyal adaleti iyileştirip dağılım eşitsizliklerini giderdiklerini vurgulamışlardır.
[13] Öte yandan, Banka’nın son beş yıldır yayımladığı dünya kalkınma raporlarında da neoliberal bağlamın terk edilmediğini gözlemlemek mümkündür. Dünya Kalkınma Raporu 2015, Mind, Society and Behaviour her politikanın insanların nasıl seçim yaptığına dair açık veya üstü kapalı varsayımlara dayandığını vurgulayarak, karar alma ve davranışa ilişkin daha gerçekçi bir açıklamanın kalkınma politikasını daha etkili hale getireceğini öne sürmüştür Dolayısıyla bu raporun neoklasik teorinin idealize edilmiş insan tipine, homoekonomicus’a atıfta bulunduğunu iddia etmek mümkündür. Dünya Kalkınma Raporu 2016, Digital Dividends dijital teknolojilerin dünya çapında hızla yayılmasını dile getiriyor. Ayrıca rapor, dijital devrimden en iyi şekilde yararlanmak için, çalışanların becerilerini yeni ekonominin taleplerine göre ayarlayarak işletmeler arasındaki rekabeti garanti eden düzenlemelerin güçlendirilmesi gerektiğinin altını çizmiştir (Dünya Bankası, 2016). Dolayısıyla, raporun neoliberalizmin rekabeti ve esnek işgücü piyasasını sağlayan temel politikalarını öne çıkardığını söylemek mümkündür. Dünya Kalkınma Raporu 2017, Governance and Law da önemlidir. yönetişim, devlet ve piyasa işbirliğine dayanan yeni kurumsal iktisadın yarattığı bir kavramdır. Raporda bunlara vurgu yapılmış ve devletin serbest piyasa düzenini oluşturacak mekanizmaları nasıl sağlayacağına ve yönetişim kavramının bunda oynayacağı role odaklanılmıştır (Dünya Bankası, 2017). Öte yandan, 2018 Dünya Kalkınma Raporu’nun (Learning to Realize Education’s Promise) arkasındaki ideoloji yine neoliberal teoridir (Dünya Bankası, 2018). Banka, raporda eğitime dar bir çerçeve çizmiştir. Ayrıca rapor, dünyanın geri kalmış bölgelerindeki eğitimin bozulmasından ağırlıklı olarak eğitim sistemini ve öğretmenleri sorumlu tutmuştur. Rapor bu bölgelerdeki kaynak fırsatlarını ve eğitimin finansmanını ihmal etmiştir. Neoliberal teorinin ideolojik tavsiyeleri raporda ustaca gizlenmiştir (Klees, Steven J., et al. “The World Bank’s SABER: A critical analysis.” Comparative Education Review 64.1 (2020): 46-65). 2019 Dünya Kalkınma Raporu The Changing Nature of Work bu bağlamda oldukça dikkat çekicidir. Rapor, dünya ekonomilerinde üretkenliği artırmak için tamamlayıcı bir insan sermayesi temelli sosyal koruma rejimi ve buna yatırımın neoliberal çizgilerde yeniden yapılandırılması gerektiğini yinelemiştir (Dünya Bankası, 2019). Dünya Bankası’nın 2020 Dünya Kalkınma Raporu, Trading for Development in the Age of Global Value Chains, küresel değer zincirleri söylemi altında neoliberal küreselleşmenin yayılması için ticari politikaların oluşturulmasını hedefleyen bir dizi faaliyetin uygulanmasını stratejik olarak önermiştir. (Selwyn, Benjamin, and Dara Leyden. “Oligopoly-driven development: the world bank’s trading for development in the age of global value chains in perspective.” Competition & Change 26.2 (2022): 174-196). Raporda, ülkelerde serbest ticaret politikalarının uygulanması halinde, ülkelerdeki firmaların sınırlı iç girdilere bağımlılığın yanı sıra sıkı iç talepten de kurtulacağı belirtilmiştir (Dünya Bankası, 2020). 2022 yılında yayınlanan Dünya Kalkınma Raporu Finance for an Equitable Recovery ise neoliberalizm ve en kilit politika prensibi finansallaşmayı ülkelere benimsetme amacıyla hazırlanmıştır. Serbest piyasa ve serbest sermaye hareketlerinin tüm ülkelerin iktisadi ve sosyal bakımdan iyileşmeleri için anahtar role sahip olduğunu vurgulamıştır. Tüm bu bilgilere dayanarak, Dünya Bankası’nın halen neoliberal teorinin serbest piyasa ilkeleri doğrultusunda söylem geliştirmeye devam ettiğini öne sürmek zor değildir.
***
Kaynak: İlke Analiz