19. yüzyıldan itibaren İslam dünyası pek çok alanda olduğu gibi iktisadi alanda da geride kalarak, batı merkezli kapitalist sistemin tesiri altına girmeye başlamıştır. Kapitalist sistemin temel kurumlarından olan bankalar Müslüman ülkelerde de kurulmuş böylece banka faizleri Müslümanların günlük hayatlarını kuşatmaya başlamıştır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak faiz yasağı meselesi daha önceki dönemlerden farklı bir biçimde tartışma konusu edilmiş, çeşitli çözüm önerileri ileri sürülmeye başlanmıştır. Bu yönüyle değerlendirildiğinde gerek doktriner anlamda gerekse uygulama alanında faize dayalı bir ekonomik sistem ile yeni karşılan İslam dünyasında daha önceden yapılmayan tartışmaların yapılmış olması, yeni görüşlerin ortaya atılması, yeni karşılaşılan bir mesele hakkında çözüm üretme gayretine girişilmesi yadırganacak bir durum değildir. Ancak söz konusu görüşlerden bir kısmı, fıkıh ölçülerinin dışına taşmakta, genel olarak ayetler ve belli hadisler üzerinden hareket etmekle birlikte bunları yeni ve farklı bir değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Genel olarak bakıldığında söz konusu görüşlerin Kur’ân’da yasaklanmış ribânın günümüzdeki faizli işlemleri kapsamadığı, dolayısıyla günümüzdeki anlamı ile faiz ve Kur’ân’da ifade edilen ribânın farklı şeyler olduğu noktasında birleştiği görülmektedir. Diğer bir ifade ile söz konusu tartışmalar faiz ve ribâ ayrımına dayanmaktadır.
İslam dünyasında faiz ve ribâ şeklindeki ayrımı esas alan görüşler, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamış olup nispeten yenidir. İlk olarak, bu görüşlerin Hıristiyan batıda faiz ve ribânın ayrılarak, faizin meşrulaştırılmış olmasıyla benzerlik arz ettiğini belirtmek gereklidir. Zira faiz yasağını yumuşatmaya yönelik olarak, dinen yasaklanmış olan faizin günümüzdeki faizden farklı olduğu şeklindeki görüşler ilk defa Hıristiyan batıda ortaya çıkmıştır. Avrupa’da sanayinin gelişmesi ve buna bağlı olarak ticaret hacminin genişlemesinin sonucu olarak ödünç sermaye ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Haçlı seferlerini finanse etme ve bizzat iş kurma gibi konularda kilise erbabının da ödünç sermaye ihtiyacı hasıl olmuştu. Sonraki süreçte geniş bir servete ulaşan kilise kendisi de ödünç vermeye başlamıştı. Bu gibi gelişmeler karşısında Hıristiyanlar, dinlerinde var olan faiz yasağını aşamalı olarak gevşeterek nihayetinde faizin dinen meşru olduğu noktasına gelmişlerdir. Nitekim Fransız ihtilali sonrasında faizli işlemlere belli oranlarla sınırlı da olsa resmen izin verilmiştir. Hıristiyan dünyasında faizin meşrulaştırılmasında tüketim amaçlı verilen ödünç ile ticari amaçlı verilen ödüncü farklı görerek birbirinden ayrı kavramlar olarak değerlendirme etkili bir yol olmuştur. Tüketim ödüncü ribâ olarak isimlendirilerek reddedilirken, ticari ödünç ise faiz olarak isimlendirilerek meşru görülmüştür.
Müslümanlar arasında faiz ve ribâ şeklinde bir ayrımın ilk olarak kim tarafından ortaya atıldığını tespit etmek güçtür. Bununla birlikte Müslümanların yaşadıkları ülkelerin kapitalist sistem ile etkileşimleriyle doğru orantılı bir şekilde bu yönde görüşlerin ortaya atılmaya başlandığı gözlenmektedir. Bu çerçevede Hindistan’da, İngiliz işgali sonrası oluşan iktisadi yapı içerisindeki Seyyid Ahmed Han (ö. 1315/1898), ribâyı tefecilik olarak tercüme etme yoluna gitmiştir. O’na göre, ribâ yasağı yalnızca ihtiyaç sahibi yoksul kimselere verilen borçlarla ilgilidir.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, devletin içine düştüğü ekonomik gerileme karşısında, batının üzerinde yükselerek zenginleştiği iktisadi sistemin uygulamaları tartışmaya açılmıştır. Faizin doğrudan iktisadi kalkınma ile ilişkili olarak görüldüğü söz konusu sistemin uygulamaları, ekonomik sıkıntılardan kurtuluşun bir çaresi olarak görülmeye başlanmıştır. Bu yönde görüşleri olan Ali Suâvi’ye (ö. 1295/1878) göre faiz ve ribâ iki ayrı kelime olup, bu iki kelimenin anlam ve meselelerini birbirine karıştırmamak gereklidir. O’na göre “kat kat ribâ yemeyin” ayetinde kastedilen fahiş faizdir.
Faiz ve ribâ ayrımına dayalı görüşlerin ciddi anlamda ileri sürüldüğü ve söz konusu görüşlerin İslam dünyasına yayıldığı yer Mısır’dır. Mısır’da, 20. yüzyılın başlarından itibaren ülkenin batıyla etkileşim süreci ile bağlantılı şekilde söz konusu görüşlerin ileri sürülmeye başlandığı görülmektedir. Mısır hükümeti Posta İdaresi bünyesinde, tıpkı modern bankaların yaptığı gibi mudilerden topladığı mevduata sabit bir faiz veren posta yatırım sandıkları oluşturmuştu. Diğer taraftan, İngiliz işgali sonrası ülkede kurulan bankaların ortaya koyduğu farklı muamele türleri de özellikle banka faizlerinin durumuna yönelik tartışmaları beraberinde getirmiştir. Hükümet posta yatırım sandıklarında biriken nemaları ribh olarak isimlendirerek faiz olarak demekten kaçınmıştır. Fakat vatandaşın bu nemaları faiz olarak düşünerek almaktan çekinmesi karşısında hükümet yetkilileri, dönemin Mısır müftüsü Muhammed Abduh’tan (ö. 1323/1905) bu sandıkların ödediği faizin cevazı yönünde fetva istemiştir.
Muhammed Abduh, genel bir serbesti tanımasa da yatırım sandıklarında biriken nemaların Kur’ân’da yasaklanan ribâdan farklı olduğu yönünde görüş bildirimiştir.27 Abduh’tan sonra faiz ve ribâ ayrımı yapan görüşler yaygınlık kazanmış Abülaziz Çâvîş (ö. 1348/1929), Reşîd Rızâ (ö. 1354/1935), İsmail Hakkı İzmirli (ö. 1365/1946), Fazlurrahman, Ma‘rûf ed-Devâlîbî (ö. 1424/2004), Süleyman Uludağ gibi isimler tarafından benzer görüşler ileri sürülmüştür.
Kaynak: Marife