Anasayfa Köşe Yazıları Tabii Afetler

Tabii Afetler

by

“Şüphe yok ki yerin sarsılma anı büyük bir olaydır” (Hac 22/1)

Doğal afetlerin ve insan fiillerinin Allah’ın fiilleriyle irtibatı İslam düşüncesinde çeşitli disiplinler tarafından kavramsal ve sistematik düzeyde açıklanmaya çalışılmıştır. Kelam ilmi Allah’ın evrene ve insan fiillerine zorunlu sonuçlar bağlayıp bağlamadığını tartışırken, mutezile bunu bir zorunluluk olarak nitelendirmiş, ehlisünnet ise zorunlu olmaksızın bir bağ ve düzen olarak açıklamaya çalışmıştır. Yine bu minvalde Allah’ın fiillerinin ve dahi ilminin tikel olaylarla irtibatı konusunda mutezile ilahi yasalara vurgu yaparak tenzih düşüncesini tercih ederken ehlisünnet Allah’ın evrenle ve kulların fiilleriyle ilişkisini tikel olaylarla irtibatlandırmış ve Allah ile yakın ilişki olarak açıklamıştır. Nitekim ahlak ve tasavvuf disiplini meseleyi tecelli-i ilahi kavramıyla açıklayarak “görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler” veciziyle olaylar ile Allah’ın ilişkisini yakınlığını ifade etmiştir.

İslam düşüncesinde afet kelimesi geniş anlamda kullanılmıştır. Bireysel veya toplumsal, ahlaki veya bedeni, tabii veya fiili olarak ortaya çıkan her türlü musibet, hastalık, aksaklık, felaket gibi isabet ettiği şeyi olumsuz etkileyen tüm durumlar için afet tabiri kullanılmıştır. İslam ahlakında ise nefsin kötü eğilimleri ve çirkin davranışlar bir tür afet ve hastalık (emraz) olarak nitelenmiştir. Riya, kin, nefret, yalan, gıybet, kötü söz vb. duygu ve davranışlar hem bireylere hem de topluma zarar veren afetler olarak görülmüştür. Nitekim ayet-i kerimelerde ifade edildiği üzere insanlar tarafından yapılan bu tür ahlaksızlık, adaletsizlik ve zulümler sebebiyle tarih boyunca bazı kavimlerin afetlerle helak edildiği bilinmektedir. Dolayısıyla tabii afetler ile insanların fiilleri arasında bir ilişki de bulunmaktadır. Yine Kuran-ı kerimde gerek tabii afetler olsun gerekse kıtlık, hastalık gibi sosyal afetler olsun hepsinin Allah’ın bilgisi ve yetkisi dahilinde olduğu açıkça beyan edilmiştir. (2/155-157; 6/10-11, 64/11, vb.)

Risklere karşı tedbirini almayandan Allah’ın koruması kalkmıştır.

Fıkıh düşüncesinin temellendirildiği usul ilminde meselenin kelâmi ve ahlaki boyutuna da işaretle hüküm ve hâkim bahislerinde iyilik ve kötülüğün (hüsün-kubuh) tespiti çerçevesinde yer verilmiştir. Füru fıkıhta ise zahire göre hüküm vermeyi kendisine prensip olarak belirleyen bu disiplin meseleyi sebep-müsebbep ilişkisi ve sorumluluk çerçevesinde ele alarak izah etmiştir. “Ölen eceliyle ölmüştür, ancak kâtil sorumluluktan kurtulamaz” ilkesini vaz ederek zahir sebeplerle itibarı esas almıştır. Füru fıkıh ortaya çıkan olaylarda kişilerin sorumluluğunun olup olmadığına odaklanır. Bu konu “tedbir” ile zimmet ilişkisinde ortaya çıkar. Nitekim Kur’an-ı kerimde “Ey iman edenler! Tedbirinizi alın da savaşa ya ayrı bölükler hâlinde çıkın veya hep birlikte çıkın.” (Nisa 2/71) buyrulmuştur.

Hz. Peygamber’in de bu konuda bir hadisi rivayet edilir: “Kim etrafı çevrili olmayan açık bir dam üzerinde uyursa Allah’ın koruması (zimmeti) altında değildir” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 104, nr. 5041). Yani Hz. Peygamber, risklere karşı tedbirini almayandan Allah’ın korumasının kalktığını bildirmiştir. Nitekim bu kişi tedbir almadan bu şekilde bir damda uyur, düşüp ölür veya yaralanır ise Allah’ın insanı korumak için koymuş olduğu kurallara riayet etmediği için bu sonuçtan dolayı kimseyi sorumlu tutamaz. Allah’ın ona yapılacak haksızlıklardan dolayı ilgilileri dünyada sorumlu tutacağına dair vermiş olduğu ahitten kendini uzaklaştırmış olur. Binaenaleyh bu kimse, kendi kendini helake arz etmiş olacağından onun kanı heder olmuştur. Onun ölümünden veya yaralanmasından kimse sorumlu tutulmaz. Dolayısıyla felaket ve musibetlerde tedbir alınabilecek ölçüde görevlerin ihmali sebebiyle çıkacak sonuçlardan kişi kendisi sorumludur. Bu ihmal başkalarına da zarar vermiş ise onu da tazminle sorumlu olur.

Fıkıhta bir genel kural vardır: Olağanüstü hâllerin olağanüstü hükümleri olur. Afet dönemlerinde fıkhın ruhsat hükmü devreye girer. Gerek ibadetler alanında gerekse muamelat ve ceza alanında olağan hükümler yerine kolaylaştırıcı yeni/ikinci hükümler uygulanır. Modern dönem İslam hukuku çalışmaları çerçevesinde deprem dönemlerinde beklenmeyen hâl ve mücbir sebep hükümlerinin uygulanmasına geçilir.

Tarihte bazı depremler

İnsanların tedbirini aşan afetlerle ilgili olarak ise İslam tarihinde bazı değerlendirme ve uygulamalar olmuştur. Deprem afeti ile ilgili olarak ise bazı fetva kitaplarında bilgilere rastlanmaktadır. Miladi 12. asırda kaleme alınan Kâdîhân’ın fetva kitabında deprem esnasında binalardan kaçmanın kader inancıyla çelişip çelişmediği konusunda bir fetva yer almıştır.  İlgili fetva şu şekildedir: “Bazılarının iddiasının aksine bir kişinin evde bulunduğu bir esnada zelzele meydana geldiğinde dışarı çıkıp kaçmasında bir sakınca yoktur. Bilakis kaçmak müstahaptır. Bu konuda rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber yıkılmak üzere olan yüksek ve geniş bir duvarın yanından geçerken yürümesini hızlandırdı. Ona, Allah’ın kazasından mı kaçıyorsun, denildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Allah’ın kazasından kaçmam yine onun kazasıyladır” buyurdu” (Kâdîhân, Fetâvâ, III, 253). Bu rivayetin hadis kitaplarında yer alan varyantlarında “Aniden ölmeyi istemedim” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 8666) şeklinde söylediği, bir başka rivayette ise “Biriniz yıkılmak üzere olan yüksek bir duvarın yanından geçerken yürüyüşünü hızlandırsın ve Allah’tan afiyet dilesin” dediği (Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, 1361) nakledilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in ani ölümden Allah’a sığındığı duaları da nakledilmiştir. Yine 15. asır alimlerinden İbnü’ş-Şıhne kendi zamanında m. 1403’te Halep’te meydana gelen deprem üzerine eserinde konuya yer vermiştir. O, kendi zamanındaki depremleri kıyamet alameti olarak yorumlamış, zelzelelerin ve fitnelerin çoğalmasından yakınarak bunların ancak kıyamet öncesi artacağını, bu vesilelerle Allah’ın insanlara kıyameti hatırlattığını ve günahkarları korkuttuğunu ifade etmiştir. (Ravza, Beyrut 1997, s. 304-305).

Hadislerde depremin ilâhî bir uyarı olduğu, bu tür doğal afetlerden Allah’a sığınmak gerektiği, afet sonrası ise dua edilmesi tavsiye edilmiştir. İbn Abbas Basra’da, İbn Mes‘ûd Fesâ’da, Ebü’d-Derdâ Dımaşk’ta yaşadıkları depremlerin ardından halkı namaz kılmaya ve Allah’a sığınmaya davet etmişlerdir. Bir depremin ardından Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeynelabidin (r.anh.) namaz kılmayı, deprem afetinden Allah’a sığınmayı ve depremler kesilinceye kadar oruç tutup tövbe-istiğfarda bulunmayı tavsiye etmiştir.

Osmanlı döneminde İstanbul’da ilk büyük deprem 1509’da olmuştur. Dönem padişahı II. Bâyezid divanda devlet erkanını azarlayarak depremin devlet erkanı arasındaki çıkar çatışmaları ve yaptıkları zulümlerden dolayı halkın bedduasının ilahi gazaba dönüşmesi sebebiyle olduğunu söylemiştir. Son büyük İstanbul depremi (1894) sonrası II. Abdülhamid Han rasathanelere konuyla ilgili raporlar hazırlatmıştır. Bu raporlarda deprem, yeryüzünün oluşumuyla ilgili sebeplere bağlanmıştır. Bu arada İstanbul’da halk arasında depremle ilgili bazı spekülatif haberlerin de yayıldığı görülmüştür. Örneğin depremin padişahı devirmek isteyen bazı muhalifler tarafından tertip edildiği, depremden kısa bir süre önce Sarayburnu sahiline gelen güvertesiz büyük bir teknenin büyük bir aleti denize indirip gittiği gibi fısıltılar yayılmıştır.

Kaynaklar

Nuh Arslantaş, “Zelzele”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/zelzele#1 (31.03.2023).

Ali Köse – Talip Küçükcan, Doğal Âfetler ve Din, İstanbul 2000.

Saffet Köse, “Afetler Nasıl Anlamlandırılmalı?” Yeni Şafak, İslam ve İnsan, 24 Şubat 2023, https://www.yenisafak.com/hayat/afete-gore-plan-yapmak-esastir-her-seyin-takdiri-onun-elindedir-4510428

Ekrem Demirli, “Musibetler İlahi Ceza Olarak Görülebilir mi? https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2023/02/22/musibetler-ilahi-ceza-olarak-gorulebilir-mi

Prof. Dr. Murat Şimşek

MÜİSEF

 

 


* Yazarların görüşleri kendilerini bağlar.

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun