“İşçi meselesi” diye bir dava esasında bugün içinde yaşadığımız sanayi cemiyetinin bir meselesidir. Yirminci asrın ana vasfı bir sanayi dünyası oluşudur. Ve iki asırdır bu dünya ortaya çıkmış vaziyettedir. Sanayi cemiyeti, bundan önceki küçük sanatlar cemiyetinden farklı bir düzene sahiptir. Teknik bakımdan, içtimai yapı, ahlaki düzen, fikir ortamı bakımından, vesaire. O itibarla bu sanayi cemiyetinde birtakım problemler ortaya çıkmakta; fabrika sanayii cemiyeti sadece o cemiyetin teknik yapısını değil, fakat kültürel yapısını, ahlaki yapısını, zihni yapısını, içtimai yapısını tesir altında bırakmakta ve sarsmaktadır. O itibarla, bütün sanayileşen cemiyetler, bu sanayileşme hareketinin ortaya çıkarttığı içtimai meseleler üzerine eğilmek ve onlara mukabil çözüm tarzları bulmak mecburiyetini hissediyorlar. Türkiye’de aşağı yukarı iki asırdan beridir çeşitli siyasi, hukuki, kültürel problemlerle birlikte olmak üzere, dünyadaki bu sanayi hareketine ayak uydurmağa çalışılmaktadır. Fakat bunu hâlen de gerçekleştirmiş durumda değildir. Bütün bu siyasi hareketlere paralel olarak cemiyetimizde bu sanayileşme hareketi günden güne gelişiyor. Bu sanayileşme hareketinde cemiyetin içtimai ve sosyal yapısı da beraber değişmektedir. Dolayısıyla, iktisadi hayatta ve iktisadi sahada çalışan insanların yapıları ve iş tarzları değişmektedir.
Bir cemiyette nüfusun (Türkiye’nin 74 milyon nüfusu var) iktisadi faaliyetlere katılan kısmına faal nüfus veya kısaca işgücü diyoruz. Bu iş gücü denilen müstahsil üretici unsurlar dört grupta toplanıyorlar: sanayi, ziraat, ticaret ve hizmetler. Bu dört sahada çalışan insanlar yaptıkları iş bakımından da üç veya dört kademede toplanabiliyorlar. Bu insanlar ya işveren oluyor, ya kendi başlarına çalışan insanlar durumunda bulunuyor veyahut da işçi durumunda bulunuyor. İşveren durumunda bulunan insanlar da iki hâlde oluyor: ya ücret veya maaş mukabilinde çalışıyor veyahut da ücretsiz, yardımcı aile efradı durumunda bulunuyor. Şimdi Türkiye’mizde işveren dediğimiz (bunlar şahıs olabiliyor, tüccar, sanayici, devlet, belediye, âmme idareleri, kurumlar, gibi) teknik bakımından sermaye sahibi olan ve başkalarını belirli bir gelir karşılığında ve bir hizmet akdi ile çalıştıran kimsedir. Geliri de belirli değildir; kârdır. Kendi başına çalışanlar üç gruba ayrılıyor: küçük esnaf dediğimiz grup, küçük çiftçiler ve bir de serbest meslek erbabı dediğimiz, avukat, doktor, muhasip vs. Üçüncü grup iş gören veya ücretli dediğimiz kimseler de üçe ayrılıyor: memur, müstahdem ve işçi. Bunlar da fikri veya bedeni emeğini muayyen bir işverenin emrine arz eden ve karşılığında belirli bir gelir elde eden kimseler oluyor.
Eğer bunlar ücretli çalışıyorsa (ücret veya maaş mukabilinde), “işçi”, “memur” ve “müstahdem” adını alıyor. Ücretsiz çalışıyorsa yardımcı aile efradı durumunda bulunuyor. Bugün (19 yılı) Türkiye’de 74 milyon nüfusun aşağı yukarı yüzde 43’ü iktisadi faaliyete katılma durumundadır. Ve bunların da, yani iktisadi ve sosyal hayata katılan her yüz kişiden 26’sı kendi başına çalışan durumundadır. Küçük çiftçiler bunun içine dâhildir. Yüzde 2 işveren durumdadır. Yüzde 39’u da, her yüz kişiden 39’ u da ücret ve maaşla çalışan işçi, memur ve müstahdemlerdir. Bunun dışında kalan yüzde 30 da ücretsiz çalışan yardımcı aile efradıdır. Bunlar daha çok köylerde, tarım sahasındadır.
Şimdi bir ülkede, iktisadi kalkınmayı sağlamak için çalışılırken, bu iktisadi kalkınmanın hızlı olması istenirken, ülkede gelir dağılımında sosyal adaletten bahsedilirken, cemiyetin iktisadi ve içtimai yapısının ahenkli ve düzenli olması istenirken, bütün bu faaliyetler bu gruplar arasında cereyan edecektir. İşte “işçi” denilen grup da bu arz ettiğim işçi kademesine girenlerdir ki, Türkiye’de bunlar ücretli veya ücretsiz çalışanlar dikkate alınırsa çalışan insanların yüzde 70’ini teşkil eder. Fakat sadece ücretliler dikkate alınırsa yüzde 39’u olur. Yani Türkiye’de içtimai siyaset bakımından esasında üzerinde en çok durulması gereken insanlar ücretsiz çalışan yardımcı aile efradı grubudur. Ve bunlar tarım sahasında çalışırlar. Fakat bu sahanın çok engin oluşu, dağınık oluşu yüzünden bu tarafa el atılamamaktadır, bundan sonra gelen işçi grubu ele alınmaktadır. İşçi grubunun ele alınmasındaki en büyük hususiyet şudur: bu kardeşlerimiz umumiyetle şehir ve kasabalarda yaşamaktadır. Düşük gelirli gruplardır. İş yerlerinde toplu ve bir arada bulunmaktadır, bu sayede de iktisadi ve siyasi bakımdan bir baskı grubu meydana getirme imkânına sahiptir. Bu insanların meseleleri nelerdir? Umumiyetle işçilerin meseleleri kategorik olarak çalışma şartlarının ıslahı ve geliştirilmesinden ibarettir. Bunun içinde iş piyasalarının, işyeri şartlarının ve iş müddetlerinin düzenlenmesi dâhildir.
İkincisi, ücret gelirlerinin arttırılmasıdır. Bunun içinde nakdî ve hakiki ücretlerin arttırılması, asgarî ücretlerin tanzimi, verimin, yani prodüktivitenin arttırılması ve verim artışından ücrete pay verilmesi dâhildir.
Üçüncüsü, sosyal güvenliklerinin teminidir. Bunun içinde çeşitli sosyal sigortaların temini, hastalık, ihtiyarlık, kaza, analık sigortalarının ve işsizlik sigortalarının temini ve sağlık imkânlarının temini söz konusudur.
Dördüncüsü, mesken ihtiyacının karşılanmasıdır. Burada mesken kooperatiflerinin geliştirilmesi söz konusudur.
Beşincisi, ücret politikasıyla, vergi siyasetiyle, sosyal güvenlik ve kooperatifler yoluyla milli gelirdeki işçi paylarının arttırılması meselesi mevcuttur.
Altıncısı, bunlara çalışma imkânı sağlanması ve işsizliğin giderilmesi söz konusudur. Şu hâlde işçi meseleleri dediğimiz zaman karşımıza bu altı kategorideki meseleler çıkmaktadır. Bu meseleleri nasıl halledeceğiz ve yeryüzünde hangi yollardan halledilmektedir? Bu meselelerin hâlledilmesi, doğrudan doğruya bir cemiyetin iktisadi ve siyasi rejimiyle ilgilidir.
Bunun için üç genel hâl tarzı mevcuttur. Birincisi, bütün bu tedbirler devlet ve hükümet yoluyla ve kanunlarla tanzim edilir, iş piyasalarının ve istihdam şartlarının kanunlarla tanzim yolu devlet tarafından düzenlenir. Bu da ya teşriî organlar tarafından mevzuat isdariyle veyahut kazaî yollarla mecburî tahkim sistemiyle yapılır.
İkinci sistem, işverenler yoluyla yapılır. İş piyasası ve istihdam şartları iktisadi şartlara ve piyasa şartlarına göre tanzim olunur.
Üçüncü sistem kendi kendine yardım yoluyla yapılır. Yani toplu sözleşmelerle, işçi ve işveren arasında pazarlık ve anlaşma yoluyla bu işler tanzim edilir, bir de kooperatifler yoluyla düzenlenir.
Bu üç tarz sistem hangi siyasi rejimlerde mevcuttur? Birinci sistem, yani bütün bu işçi meselelerinin, çalışma hayatının tanzim hususunun devlet tarafından kanunlarla tepeden tanzim edilmesi otoriter rejimlerde görülür. İkinci sistem, yani tamamen piyasa şartlarına bırakılması, işverenlerin takdirine bırakılması sistemi 19. asırdaki liberalist sistemin prensibidir.
Üçüncü sistem, yani taraflar arasında anlaşma yoluyla meselelerin halledilmesi demokratik sistemlerde uygulanır ve böyle bir düzen birden fazla siyasi partilerin mevcut bulunduğu siyasi demokrasilerde tahakkuk eder.
Bugünkü şartlar içinde Türkiye’de kanaatimce en uygun şekil üçüncü şekildir. Yani çalışma şartlarının taraflar arasında anlaşma yoluyla halledilmesi. Esasen, Türkiye’de bugün benimsenmiş olan iktisadi ve siyasi istikamet bunu gerektiriyor. Çünkü Türkiye’de birden fazla siyasi partilerin bulunduğu demokrasi vardır. Türkiye’de devletin ve özel teşebbüsün birlikte iktisadi hayata iştirak ettiği bir ekonomi düzeni mevcuttur ve bu ekonomi düzeni ve siyasi demokrasi, arz ettiğim gibi, tarafların aralarında işbirliği yapmalarıyla gerçekleşen toplu sözleşme sistemi gibi kendi kendine yardım organlarıyla gerçekleşebilir.
Bu arada şunu belirtmek gereklidir. Birinci sistem, arz ettiğim, otoriter rejimlerde tahakkuk eder. Ve bu devletçiliğin kuvvetli olduğu bir rejimde gerçekleşir. Bu ara da hemen devletçiliği ikiye ayırmak gerekir. Devletçiliğin iki veçhesi ve manası vardır. Birincisi, devletin iktisadi faaliyetlere bizzat katılıp, cebrî tasarruf ve yatırımlarla işletmeler kurması ve bunları idare etmesidir. Buna devlet kapitalizmi de denir. İkincisi, devletin içtimai ve iktisadi dengeyi cemiyette sağlamak gayesiyle, iktisadi ve sosyal hayatta tanzim edici tedbirler almasıdır. Bu manada devletçilik umumiyetle piyasa ekonomisini benimseyen bütün demokrasilerde uygulanmaktadır.
Türkiye’de de kanaatimce Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana demokratik bir rejimin gelişme safhaları kademe kademe inkişaf etmiştir. 1923’te evvela Cumhuriyetin ana kalıbı kurulmuştur. 1945’te çok partili siyasi rejimle Cumhuriyet’in siyasi demokrasi safhası tamamlanmıştır. 1963’te toplu sözleşme ve hür sendikacılık prensipleri ile Cumhuriyetin iktisadi demokrasi safhası tamamlanmıştır. Şimdi yapılacak şey bu kurulmuş ortamların iyi işlemesini sağlamaktır. Yine kanaatimce, toplu sözleşme sistemine dayanan çalışma şartlarını tanzim şekli bizim milli prensiplerimize uygundur. Çünkü eğer işçinin düşük gelirleri ve halkın taban kitlesini koruyucu bir durum ortaya çıkartırsa, yani toplu sözleşme sisteminin kabulü işçiyi koruyorsa işçiler, düşük gelirliler ve umumiyetle halkın taban kitlesini meydana getiriyorsa, ziraat işçileri dâhil, bu kitle, yine bir kaziye arz ediyorum, dinî ve milli şuuru bozulmamış olan Anadolu çocuklarıdır; bunu kabul edersek ve Türkiye’de servet ve tahsil sahibi olanların bunlara sahip olmayanlara nazaran dinî ve milli duygular ve manevi değerler bakımından daha zayıf olduğu fikri kabul edilirse, o takdirde iktisadi ve siyasi kudreti manevi yapısı daha kuvvetli olan alt halk tabakası lehinde dengeye getiren düzenler milli açıdan faydalı sayılır. Binaenaleyh bu açıdan düşündüğümüz zaman halk kitlesinin refahını sağlayıcı sistemlerin daha uygun olması gerekir.
Şimdi bir başka noktaya geliyoruz. Peki, bu toplu sözleşme sistemi içinde meselelerin hâl şeklinin demokrasi ile alakası nedir? Demokrasinin siyasi tarifi var. Bendeniz iktisadi ve içtimai tarifi ile ilgileniyorum. İktisadi ve içtimai bakımdan demokrasi demek, bir ülkede iktisadi ve siyasi kudretin bir merkezde, bir şahısta, bir grupta birikmeyip muhtelif gruplar arasında ahenkli ve dengeli dağılması hâli demektir. Binaenaleyh, demokrasi hiçbir iktisadi, siyasi ve içtimai grubun diğer gruplara mutlak şekilde tahakküm edememesi demektir. Demokratik rejimin de başarısı, gruplar arasında iktisadi ve siyasi kudret dağılımının dengeli ve ahenkli olmasına bağlıdır. Siyasi kudret dağılımını siyasi partiler sağlar, İktisadi kudret dağılımını da toplu sözleşme sistemi sağlar. İkisi beraber tahakkuk ederse demokrasi gerçekleşir. Bu hâl tarzı, hemen ilave edeyim, materyalizme ve maddi kudrete dayanan bugünkü dünyamızda maddi kudretler arası dengeye dayanan bir demokrasi şeklidir. Gaye, murakabenin sağlanmasıdır. Bu arada, Türk-İslam cemiyeti için bu sistem ideal şekil midir, sorusu sorulabilir. Cevabım: olmayabilir. Fakat bugün için mevcutların en iyisi ve uygunudur, kabili tahakkuk olanıdır. Sebep de şudur: bugün, bildiğiniz gibi, dünya İslam kongrelerinde İslami cemiyetin iktisadi ve sosyal şartları tartışılmaktadır. Henüz kesin sonuçlar mevcut değil. Fakat bilinen husus şudur: İslam’a cemiyet düzeninde, gerek dört halife devri, gerek Osmanlı İmparatorluğu sistemini dikkate alırsak, maddi ve dünyevi kudrete sahip olanlar cemiyetin hayatını, iktisadi, içtimai, her türlü ilişkiyi ilahi iradeye göre düzenlemeyi kabul ettiğinden, maddi kudretin, ilahi kudret tarafından murakabesi söz konusudur. Şeyhülislamlık makamı ile fetva sisteminin amacı budur. Binaenaleyh bu manada bir kudret dağılımı vardır. Hâlbuki bugünkü dünyamızda böyle bir ilahi kudrete tebaiyet söz konusu olmadığı için, cemiyette dengeyi sağlamak bakımından maddi kudretler arasında dengeyi temin etmek ve murakabeyi sağlamak yoluna gidilmektedir. O bakımdan, birinci sistem mevcut olmadığına göre ikinci sisteme gitmek gereklidir.
Toplu sözleşme sistemi, bu manasıyla demokrasiyi gerçekleştiriyor. Bu yüzdendir ki, yeryüzünde, tarihte ve hâlde, sanayi cemiyeti içinde hiçbir otoriter rejimde toplu sözleşme sistemine yer verilmemektedir. Bugünkü dünyada sendikalar, sendika adı altında işçi teşekkülleri her ülkede vardır. Çin’de, Rusya’da, Amerika’da, Arjantin’de, Bolivya’da, Türkiye’de… her ülkede vardır. Fakat sendikaların görevleri bakımından bir taksim yaptığımız zaman cemiyetlerin ideolojik farkı ortaya çıkar. Bugün bütün komünist dünyasında ve otoriter rejimlerde, Franko İspanyasında sendikaların toplu sözleşme hürriyeti ve fiili grev hakkı yoktur. Her türlü otoriter rejimde bu hak kaldırılır, çünkü otoriter rejim demek iktisadi ve siyasi kudretin devlette biriktiği hâl demektir. Bu sistem ise kudreti dağıttığı için otoriter rejime gidilmek istendiği anda bu sisteme iltifat edilmez. Bu yüzden intikal devri olan Atatürk devresinde, 1938’e kadar Türkiye’de toplu sözleşme sistemi yoktur. İktisadi bakımdan güdümlü bir sistem hâkimdir. Dolayısıyla denebilir ki, gerek Hitler Almanya’sında, gerek Mussolini İtalya’sında bu sistem kaldırılmıştır. Şu hâlde, toplu sözleşme sistemleri demokratik bir rejimin kaçınılmaz bir unsuru hâline geliyor. Buradan dönelim, eğer biraz teknik izahata gidersek bunun sebeplerini görmek kolaylaşır. Başta da arz ettiğim gibi, işgücü her cemiyette dört grupta toplanır: ziraat, sanayi, hizmet ve ticaret. Ve bunlar da meslek bakımından, işveren, kendi başına çalışan, iş gören ve ücretsiz yardımcı aile efradı olarak dörde bölünüyor. İktisadi teori bakımından iktisadi faaliyete katılan dört unsur vardır: teşebbüs, sermaye, arazi ve emek. Teşebbüs sahibinin geliri kârdır. Sermaye sahibinin geliri, bugünkü kapitalist düzen içinde faizdir. Arazi sahibinin geliri ranttır, yani Türkçesi kiradır. Emek sahibinin geliri de maaş dâhil ücrettir. Bu dört gelirin toplamı, yani kâr, faiz, rant ile ücretin toplamı milli geliri meydana getirir. Kârı elde edenler umumiyetle işveren, kendi başına çalışanlardır. Faizi elde edenler, gene aşağı yukarı aynı grup olabilir, yani bir şahsın bankada parası varsa, faiz alıyorsa faiz geliridir, işçinin de olabilir belki ama az olur. Rant geliri yine aşağı yukarı iki grubundur. Ücret geliri de iş görenin. Şu hâlde, bir ülkede milli gelirin adil dağılımından söz ettiğimiz zaman, bunun manası bu dört unsur arasında teşebbüs, sermaye, emek ve arazi arasında bu dört tip gelirin dağılım şeklinden ibaret demektir. Bu gelir dağılımının adil olması istendiği zaman, şu sorulur: bu gelir nasıl dağılmaktadır, kim dağıtıyor? Otoriter rejimlerde bu geliri devlet dağıtır. Tepeden emreder ücretleri, fiyatları, kârları tanzim eder, cebrî çalışma sistemini uygular, geliri dağıtır; eski Sovyet sistemi. 19. asır liberalizmindeki, tamamen materyalist, bütün içtimai ve manevi değerleri bir tarafa iten sistemde ise sermayedara bırakılır, işverene bırakılır, o tanzim eder. Yine esasında iktisadi manasında otoriter bir rejim hâkim demektir. Demokraside ise, bu gelir dağılımı mutlak olarak, ne devlete ne işverene, ne işçiye bırakılır, aralarında anlaşma yoluyla tanzim edilmesi cihetine gidilir. Binaenaleyh demokrasiyi eğer, arz ettiğim gibi, iktisadi ve siyasi kudretin muhtelif gelir grupları arasında ahenkli ve dengeli dağılabildiği düzen diye kabul edersek şayet, bunun tahakkuku bu sistemle kabildir.
Şimdi, bu maruzatımın ışığında, Türkiye’de işçi meseleleri hususunda bizlerce benimsenmesi uygun olan prensip ve tedbirler neler olabilir? Birincisi, iktisadi kalkınmanın hızlı olmasına taraftarım. İktisadi kalkınmanın hızlanması için müstahsil (üretici) faaliyetlerin gelişmesi lazımdır. Bu da bilhassa sanayi ve ziraattır, diğer iki grup, hizmet ve ticaret müştak kollardır, ilk iki grubun gelişmesine bağlıdır. Ve bunun artması için bu sektörlerin gelişmesi lazımdır, içtimai düzen bakımından lazımdır. Zira eğer kalkınmayı ve sınaî yatırımları hızlandırmazsak, her yıl bir milyon civarında artan nüfusumuza ve her yıl 300 bin civarında iş piyasalarına katılmağa amade bulunan iş gücümüze kâfi iş sahası bulamayız, işsizlik artar, cemiyetin içtimai yapısı sarsılır. Şu hâlde kalkınma hızını arttırmak, hem iktisadi geliri arttırmak bakımından, yani bugün hâlen iş hayatında gelir sahibi insanların refahı bakımından lazımdır, hem de içtimai bakımdan cemiyetin sosyal düzeninin sarsılmasını önlemek için lazımdır.
İkincisi, iktisadi kalkınmada devletin düzenleyici ve denetleyici tedbirlerine, prensip olarak karşı değiliz. Fakat bu hareketi gaye olarak değil, ancak vasıta olarak kullanabiliriz. Gaye, ferdin teşebbüs hürriyeti ve kudretini geliştirmektir. Fakat gelişen ülkelerde fertlerin, şirketlerin uzun vadeli yatırımlarda sermaye imkânları kâfi gelmediği için kalkınmayı hızlandırmak bakımından devletin yardımcı harekette bulunması lazımdır. Bunun nispetini tayin mühimdir, işte bu tayin keyfiyeti de planlamanın lüzumunu ortaya çıkarır. Ve demokrasilerde ihtiyari planlama, otoriter rejimlerde cebrî planlama hâkimdir. Sovyet sisteminde cebrî planlama, cebrî çalıştırma söz konusudur. Demokrasilerde ihtiyari planlama, yol gösterici ışık tutucu planlama söz konusudur. Bu planlamanın da gayesi, bu nispetleri arz ettiğim gibi, kalkınma hızının nispetini tayin etmek, bu kalkılmanın yükünü hangi gruplara dağıtacağımızı, nispetini tayin etmek, yeraltı ve yerüstü maddi kaynaklarımızı ve insan enerjisini nasıl değerlendireceğimizi tayin etmek ve bu iktisadi kalkınmayı hazırlamak üzere cemiyetin alt yapısını, içtimai yapısını, ahlaki, kültürel, dinî, hukuki ve siyasi yapısını tanzim etmektir. Çünkü bunlar tanzim edilmedikçe iktisadi kalkınma sırf maddi yapıyla gerçekleştirilemez. Prensip olarak piyasa ekonomi düzenini benimsemeliyiz. Çünkü piyasa ekonomisi düzeni demokrasinin bugünkü tatbikatıdır. Bu bir ideoloji değildir, bir doktrin değildir, bir tatbikattır. Çünkü iktisadi siyaset doktrinlerle geliştirilemez. Her doktrin nazarîdir, biraz karikatüre benzer, iktisadi ve içtimai hayat ise zıtların birleşmesinden meydana gelmiştir. Daima karmadır ve komplekstir. Her cemiyet bulunduğu şartlara göre çeşitli doktrinlerden muayyen dozlar alabilir. Hazır reçete söz konusu değildir. Muayyen dogmatik prensiplere bağlanmak yanlıştır. Hiçbir rejimde, dünyada hiçbir zaman muayyen bir doktrin tam olarak tatbik edilememiştir, edilemez de. O itibarla Türkiye’de piyasa ekonomi düzenini, dozunu ayarlamak, iktisadi, içtimai plânlama ile ve fikir elemanlarımızın tartışması ile cemiyetin içtimai, ahlaki, iktisadi, kültürel köküne inmek şartıyla düzenleyebiliriz. Sosyal adaletin geliştirilmesine taraftarız, şarttır; zaten dinimizin temeli buna dayanmaktadır. İslam, sosyal adalete dayanan bir cemiyet düzeni ortaya atar. O bahse girmiyorum, çünkü İslamiyet esasında kapitalizmden ve sosyalizmden ayrı bir iktisadi siyaset ortaya atmaktadır. Bunun teferruatı ayrı bir bahistir. Fakat sosyal adalete taraftarım. Bu sosyal adaletin gerçekleştirilmesini sosyalizm yoluyla değil, içtimai siyaset tedbirleriyle gerçekleştirmeye taraftarım. Bu içtimai siyaset tedbirleri de demokrasinin icaplarıdır ki, bunun teorik adı refah ekonomisi tedbirleridir. Ve bu tedbirlerin ortaya çıkarttığı devlet sistemi de refah devletidir.
Sosyal siyasetin bu manada bir tarifini yapmak da belki icap edebilir. Sosyal siyaset, sosyalizme Marksizme karşıdır, fakat kapitalizmin, 19. asırdaki materyalist, maddi kapitalizm yönünü ıslah edici düzenleyici tedbirler manzumesidir. Ve şöyle tarif edebiliriz bunu: Sosyal siyaset, mevcut düzeni, hukuk düzenini yıkmadan bu düzeni ahlaki ve manevi açıdan ıslah etmek gayesiyle aksayan bütün noktalarını düzenleyici tedbirler manzumesi ve cemiyette sefaleti ve sefahati önleyici tedbirlerin toplamıdır.
Binaenaleyh, sosyal adaleti sağlayıcı sosyal siyaset tedbirleri olarak, sendikaları geliştirmeliyiz. Sendika müessesesi esasında lüzumlu, faydalı bir organdır; çalışan bütün gruplar aralarında teşkilatlanmalıdır, buna çalışmalıyız. Çünkü demokrasi teşkilatlanmış bir cemiyet düzeni demektir. Fakat sendikalara imanlı, milliyetçi elemanları sokmaya çalışmalıyız. Çünkü komünizmin, bir ülkede esas ele geçirmeğe çalıştığı dinamik kuvvetlerin başında sendikalar gelir. Eğer sendikalara biz vatanperver, imanlı, dindar elemanları sokarsak sendikalar yapıcı unsur hâline gelir, aksi hâlde yıkıcı unsur olarak fonksiyon ifa edebilir. Bu bakımdan da bu sistemin manası hususunda işçileri ve işverenle tenvir etmek, bilgi bakımından ve ahlak bakımından geliştirmek lazımdır. Çünkü kanaatimce demokrasinin gelişmesi için Türkiye’de sistem kurulmuştur, fakat bu kâfi değildir. Sistemin başarısı neye bağlıdır? Demokraside otoriter rejimden farklı olarak şu durum vardır: otoriter rejimde hâkim olan insan emreder, tebaa riayet eder. Demokraside bu otorite kalkmıştır. Kudret dağılmıştır: Bu kudretin dağılması cemiyeti anarşiye götürebilir. Cemiyeti anarşiye götürmeden kudret dağılımını ahenkli kılmak için tek çare vardır, bu da grupların arasında işbirliği yapmasıdır. Kim yapacaktır işbirliğini? Bütün bu grupları yöneten insanlar. Önderlerin arasında işbirliği yapılacaktır. Hangi gruplar söz konusudur? Tüccar vardır, ziraatçı vardır, çiftçi, işçi vardır, memur vardır, esnaf vardır ve bunların çeşitli kurumlan vardır. Ticaret odaları, ziraat odaları, esnaf dernekleri, sendikalar, kooperatifler, sigortalar, talebe cemiyetleri, matbuat, parlamento, siyasi organlar, vesaire. Bütün bu teşekkülleri yöneten insanlar ekseriya seçimle iş başına gelir. Demokrasinin bir özelliği şudur ki, bir siyasi parti iktidarı ele geçirse dahi bütün devletin mekanizmasını ele geçirmiş değildir. Binaenaleyh devletin yapısında bağımsız kudretler yollarına devam etmektedir. Bunlar arasında iş birliği sağlanmadıkça, demokrasideki kalkınmayı sadece siyasi iktidardaki parti ve hükümet sağlayamaz. Bunun bütün gruplarca desteklenmesi lazımdır. Bunun için de iş birliğine ihtiyaç vardır. İş birliği demek ise, icabında menfaatleri çatışan grupların kendi fert ve grup menfaatinden vazgeçerek milli menfaatler hususunda birleşmesi demektir. Bu ise bir diğerkâmlık duygusudur. Bu da bir ahlaki meziyettir. Şu hâlde bir cemiyette önderler, liderler, sevk edici kadrolar ahlak ve fazilet bakımından gelişmemişse, yaptığı vazifenin muhtevasını bilgi bakımından müdrik değilse o cemiyette demokrasi muvaffak olamaz. Bugün yeryüzünde demokratik sistemi kurmuş birçok ülke vardır, fakat kanaatimce başarı nispetlerindeki fark, o cemiyetleri sevk eden bu önder kadrosunun bilgi, ahlak ve fazilet bakımından farklarına bağlıdır.
Türkiye’de demokrasinin muvaffak olması için, arz ettiğim gibi, sistem kurulmuştur. Artık yeni bir sistem aramaya lüzum yoktur kanaatindeyim, sistem bellidir, siyasi partilere dayanan bir demokrasi düzeni, piyasa ekonomi düzeni, devletle özel teşebbüsün beraber çalıştığı bir düzen. Bu düzenin muvaffak olması ise bu kadroların yetiştirilmesine bağlıdır. Bunun için de, arz ettiğim gibi, ahlak ve faziletin ve bilginin gelişmesi lazımdır ve her ülkede de ahlakın temel kaynağı dindir. Binaenaleyh dinî eğitimin, ahlaki eğitimin, bilginin beraber gelişmesi lazımdır. Kanaatimce bilgi bir arabanın motoru gibidir, ahlak, fazilet ve iman ise direksiyona benzer. Eğer direksiyon bozuksa motorun hızlı gitmesi tehlikeyi arttırır. Şayet direksiyon iyi, motor bozuksa araba gitmez. Yani bilgili fakat ahlaksız ve imansız bir münevver kadrosu cemiyeti hızlı götürür, ters istikamete saptırır, uçurumdan aşağı yuvarlar.
Şu hâlde, hülâsa edersek, Türkiye’de demokrasinin gerçekleşmesi için bilhassa sevk edici kadronun, buna “münevver” diyebiliriz ve demeyebiliriz, çünkü seçimle iş başına geçen elemanların hepsinin yüksek tahsilli olması şart değildir ama cemiyette vazife almıştır; sendikacılar gibi. Sendikacı, işveren, matbuat mensubu, üniversite ve parti, hepsi. Bütün bu kadroların iyi yetiştirilmesine bağlıdır iyi yetiştirilmesinden kastım da, arz ettiğim gibi, müspet bilgi ile ahlak, fazilet, iman ve dinî bakımdan birlikte gelişmesi lazımdır. Bunun dışında, asgarî ücretlerin tanzimi lazımdır, bunu benimsemeliyiz. Çünkü taban kitleyi kalkındırır. Sosyal sigortaları benimsemeliyiz. Çünkü fakirlerin, muhtaçların, kazaya uğramışların, hastaların yardımına koşmaktadır. İslami-milli prensiplere uyan bir düzendir. Maddi bakımdan tanzim edilmelidir. Kooperatifçiliği benimsemeliyiz. Çünkü bu sistem de fakir kitlenin gelir miktarı artmadan satın alma gücünü arttırır. Yani kooperatiflerin fonksiyonu şudur: Nakdî geliri arttırmaz, fakat o nakdî gelirin, yani aynı paranın satın alma gücünü arttırmak yoluyla refah sağlar. O bakımdan faydalıdır.
Din adamlarını bu sahada bilgili kılmağa çalışmalıyız. Çünkü din adamlarının cemiyet düzeninde muazzam bir tesiri ve rolü mevcuttur ve halk kitlelerini bu yoldan irşat etmekle mükellef bulunmaktayız. Eğer onlar bu sahada halkı irşat edebilirse, önderleri de ikaz edebilirse, önderlerin de ahlaki yapıları gelişebilir.
Verimi, yani prodüktiviteyi arttırmağa çalışmalıyız. Kalkınma bu demektir. Çünkü eğer cemiyette her çalışan insan, tüccarı, bakkalı, memuru, hocası, talebesi, bankacısı, hepsi beher iş saati başına yaptığı işin miktar ve kalitesini arttırabilirse bu verim artışı demektir ve bundan milli gelir artmış olur, refah sağlanır. Bunun sağlanması için kendi başına çalışanlar kendi gelirine sahiptir, müstakildir. Fakat bütün büyük sanayi ve ticaret hayatında iktisadi verimin gelişmesi iki grubun işbirliğine bağlıdır: işçi ve işveren. Çünkü bu iki grup, beraber çalışmak mecburiyetindedir. İkisinin işbirliği olmadan iktisadi ve sosyal gelişme olmaz. Şu hâlde verimin artması için işçi-işveren iş birliğine şiddetle muhtacız. Bu sağlanmadan fikri bakımdan ve maddi bakımdan gelişme olmaz. Planlı kalkınmanın başarısı için ise bir üçüncüsünü katmak lazımdır: işçi-işveren ve hükümet arasında işbirliği olmadıkça iktisadi planlama başarıya ulaşamaz. Çünkü kalkınma demek, kalkınma hızının tanzimi demektir. Kalkınma hızının %5 olması demek, mili gelirin tasarruf ve tüketim nispetini tayin etmek demektir. Tasarruf ve istihlâk nispetini tayin ettiğimiz zaman derhal muhtelif grupların istihlâk geliri ile diğer tasarruf geliri arasında bir nispet tanzim etmiş oluruz ki, bu nispetlerin tanzimi, yani ücret ve kârın paylaşımı işçi-işveren arasında toplu sözleşme ile işletmede, iş sahasında belirlenir. Tatbikatta cereyan ettiğine göre hükümet bunu tanzim edemiyor. Hâlbuki hükümetin bütün planları, bunların aralarındaki dağılım tarzına dayanıyor. Binaenaleyh işveren ve işçiler hükümetle bu prensiplerde anlaşamazlarsa demokratik rejimin gelişmesi sekteye uğrayabilir. Şunu da bilhassa işveren ve işçi kardeşlerimize anlatmak lazımdır ki, toplu sözleşme sistemi, hür sendikacılık, grev hakkı ancak demokratik rejimlerde mevcuttur, işletme hürriyeti, teşebbüs hürriyeti, çalışma hürriyeti, çalıştırma hürriyeti ancak demokratik rejimlerde mevcuttur. Demokratik rejim içinde kalkınma başarıya ulaşamaz ise cemiyette tökezlenmeler başlar, şikâyetler artar ve otoriter rejimlere temayül çoğalır. Otoriter rejime gidildiği zaman da, hangi sahaya girileceğini peşinen kestirmek kabil olmaz ve her otoriter rejim içinde de hem işletme hürriyeti, hem de işçi hürriyeti ortadan kalkar. Yani esasında kısa vade içinde menfaatleri çatışır gibi görünen işçi ve işverenlerin uzun vade içinde menfaatleri müşterektir, çünkü aynı sistem onlara bu hürriyetleri bahşetmektedir. Binaenaleyh bu sistem içinde gelişmeyi sağlayamazsak Türkiye bakımından demokrasinin daima tehlikeye düşmesi ihtimali mevcuttur.
(Bu yazı Sabahattin Zaim’in “İslam Ekonomisinin Temelleri” isimli eserinden alıntıdır. Eserin tamamını okumak için kaynakta yer alan bağlantıyı tıklayınız.)
Kaynak: İZÜ Yayınlar