Giriş
Tarihsel süreçte, millet ve devlet ilişkisinin varlığı devam ettiği müddetçe vergi olgusu süre gelmiştir. Devletin çeşitli amaçlarla ve çeşitli isimler altında vergi alması toplumsal örgütlenmeyle birlikte doğmuştur. İlk insan topluluklarında sınırlı amaçlar ve biçimler altında ortaya çıkan vergilendirmenin geçen yüzyıllarda amaç ve çeşit açısından yaygınlaştığı ve örgütlendiği anlaşılmaktadır. Tarihte sahne alan imparatorluklar ve devletlerin vergi uygulamaları izlerini günümüze kadar yansıtmışlardır.
Tarihteki ilk medeniyetlerde, değişik adlarla da olsa ifade edilen verginin devletin devamlılığı bakımından büyük önemi yoktu. Mülk gelirleri başlıca gelir kaynaklarını teşkil etmekteydi. Kamu hizmetlerinin gelişmesi ve genişlemesi neticesinde, bilhassa ortaçağdan sonra merkezi devlet ve diğer kamu müesseselerinin rolü ve ehemmiyeti artmış olduğundan, mülk gelirleri veya buna benzer gelirlerin yetersizliği ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan üzerine aldıkları büyük kamu görevleri dolayısıyla devletler vergi müessesesine daha fazla ihtiyaç duyar hale gelmişlerdir.
Osmanlı’da Vergi
Vergi, devletin ihtiyâcâtı dâime veya fevkâ’l- âdesi için hükümdârânın emirleriyle vaz’ ve tarh olunan tekliflerdir. Yani Osmanlı Devleti’nde vergi, devletin daimiyeti için, devletin ihtiyaçlarına paralel olarak veya fevkalade durumlar için padişah tarafından konulan yükümlülüklerdir. Osmanlı Devleti’nde ekonominin temeli zirai üretime dayanmaktaydı ve devlet harcamalarının ana finansman kaynağı olan vergiler ağırlıklı olarak zirai üretimden elde ediliyordu. Devri olarak bu özelliklere sahip Osmanlı Devleti’nin mali teşkilatı merkez maliyesi, tımar sistemi ve vakıflar şeklinde üç sacayağı üzerine kurulmuştu. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu 1299’dan, Tanzimat’ın ilan edildiği 1839’a kadar geçen yaklaşık beşbuçuk asırlık dönemde mali teşkilatın gelir kısmının ana unsurunu teşkil eden vergilendirmeyle ilgili iki önemli ayrım sözkonusu olmuştur. Bunlar Şer’i ve Örfi Vergilerdir. Aslında Hz. Peygamber devrinden Tanzimatın ilanına kadar bütün Müslüman ve Türk devletlerinde benimsenen vergi sistemi aynı özelliklere sahiptir.
Osmanlı Devleti, ilk kuruluşunda vergilerini anavatandan getirmiş, kısmen fethettiği yerlerdeki örf ve adetlere göre almış, fakat yavaş yavaş bütün kanunlarında olduğu gibi şer’i esasların tesiri altında kalmıştır. Tekalif-i Şer’iyye (Şer’i vergiler); zekat, öşür, haraç, cizye ve bunların kısımları olarak seksene yakın vergiden meydana geliyordu. Ayrıca, Tanzimattan önce Osmanlı Devleti’nde uygulanan aşar, ağnam ve gümrük resmi en önemli vergiler arasında yer almıştır.
Tekalif-i Örfiye (örfi vergiler) ise, Osmanlı Vergi Sisteminin (Tekalif Kavaidi) ağırlık merkezini teşkil etmiştir. Bu vergilerin, ilk defa II. Beyazıd zamanında “Avarız Vergisi” adı altında, olağanüstü zamanlarda, hükümdarın emriyle konan bir vergi olduğu görülmektedir. Örfi vergiler, geleneklere göre konmuş ve din ayrımı yapılmaksızın herkesten (bütün mükellefler=Raiyyet) yerel ve olağanüstü harcamaları karşılamak için alınan düzensiz vergilerdir. Fakat daha sonra bu vergiler daimi vergiler içerisinde yer almıştır. Bu tür vergiler arasında harbe yardım için alınan “İmdadiye-i Seferiye” (sonradan buna barış döneminde alınan “İmdadiye-i Hazariye” adlı bir vergi ilave edilmiştir) ve harp ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla “İane-i Cihadiye” adlı bir vergi alınmaktaydı. Sonraları bu üç vergi “Mürettebat” adı altında birleştirilmiş ve dağıtma yöntemi ile tahsil olunan “Tevzii Vergi” bir baş vergisi haline gelmiştir. Bir de örfi vergiler arasında şehir, kasaba, panayır ve pazar yerlerine gelen malların satışından alınan “Bac” isimli bir tür muamele vergisi alınıyordu. Geçmişi ne zamana kadar uzanırsa uzansın ve ne amaçla konmuş olursa olsun, örfi vergiler savaş harcamalarının finansman sorununu çözmeye yönelik olarak alınmışlardır. Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti’nde, belli gelirlerin belli giderlere harcanmasının esas alındığı tahsis ilkesi benimsenmiştir. Osmanlı Devleti’nde de, verginin batı’daki gelişimine paralel bir seyir sözkonusu olmuş, başlangıçta aynî ve hizmetle ödemeler mevcutken, günümüz itibariyle bu tür uygulamalara köylerde salmanın mal olarak toplanması ve köyün bazı ortak işlerinin imece usulüyle yerine getirilmesi haricinde rastlanmamaktadır. Eskiden beri devam olunan vergilere hukuki nitelik kazandırılması çabalarına sahne olan Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda Osmanlı Devleti’nden devralınan vergiler arasında aşar, ağnam, musakkafat vergisi ve temettü vergisi yer almaktaydı.
Türkiye’de gerçek anlamda vergi hukuku Cumhuriyetle doğmuş, Osmanlı Vergi Sistemi tasfiye edilerek çağdaş Batı Avrupa Ülkelerinin vergi kanunları model alınmış, Türk Vergi Sistemi bu modele göre düzenlenmeye çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilanından, kapsamlı bir vergi reformunun yapıldığı 1950’ye kadar çeşitli vergi kanunları ve vergi uygulamaları sözkonusu olmuş ve 1950’deki Gelir Vergisi Reformu ve 1957’deki Gider Vergileri Reformuyla Türk Vergi Sistemine batılı bir hukuki çerçeve kazandırılarak modern manada ileri ve muasır bir hüviyet sağlanmıştır. Batı Almanya modeli örnek alınarak oluşturulan vergi kanunlarımız ve vergi sistemimiz ile Fransa’dan alınan vergi idaresi yapımız, alındıkları ülkelerdeki yapısıyla aynen uygulanmaya çalışıldığı için intibak sorunu yaşanmış, bugüne kadar kapsamlı diye tabir edilen vergisel değişikliklerde dahil olmak üzere vergi kanunlarımızda ve vergi uygulamalarında yüzlerce değişiklik yapılmış –fakat ana hatlarıyla muhafaza edilmişlerdir- ve halen Türk Vergi Sistemi’nin sorunları çözüme kavuşturulamamıştır.
1961 tarih ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’muz diğer vergicilik kavramlarını tanımladığı halde, vergi kavramına yer vermemiştir. Öz Türkçe bir kavram olan vergi, Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası Anayasalarımızda da terim olarak tanımlanmamış, sadece vergilendirmeye ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları’nda ya da herhangi bir Türk vergi kanunu’nda tanımlanmayan vergi, 1977 tarihli Alman Vergi Usul Kanunu’nun (Abgabenordnung) üçüncü paragrafında şu şekilde tanımlanmaktadır: “vergiler herhangi belirli bir hizmetin karşılığı olmaksızın ve kamu tüzel kişisi tarafından gelir sağlamak üzere, kanunen mükellef durumunda bulunan herkese bir kez veya sürekli olarak yaptırılan para ödemeleridir”. Diğer bir tanımlamayla vergi, “kamu yönetimince kamu ihtiyaçlarını karşılamak üzere, belirli bir hizmet karşılığı olmaksızın, kanuna dayalı olarak gerçek veya tüzel kişi ve kurumlardan zorunlu olarak tahsil edilen paralardır” şeklinde de ifade edilebilir.
Temel Hak ve Özgürlük Belgelerinde Hukuk Devleti İlkesi ve Vergilendirme
Osmanlı Devleti’nden günümüze Türkiye’de hukuk devleti ve vergilendirmenin gelişimini tarihsel belgeler ışığında incelediğimizde, bu konuda daha kesin bir kanaate varmak mümkün olacaktır. Bu tarihsel belgeleri Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Adalet Fermanı ve Kanun-u Esasi olarak sıralayabiliriz.
(1) Sened-i İttifak
Osmanlı Devleti’nden günümüze hukuk devletinin gelişmesinde ilk adım olarak, 1808 yılında merkezi hükümetin temsilcileri ile yan temsilcileri (Anadolu ve Rumeli Ayanı) arasında imzalanan “Sened-i İttifak” gösterilmektedir. Bu senetle devlet işlerinin yalnızca resmi sıfata sahip devlet memurlarınca yürütüleceği, iktidarın kullanımına sadrazamın katılacağı ve bundan dolayı kendisinin sorumlu olacağı bildirilmiş; buna karşılık yan temsilcileri, devlete karşı başkaldırmamayı, içlerinden birinin devlete karşı ayaklanması halinde birleşip onu yola getirmeyi taahhüt etmişlerdir. Sened-i İttifak bu niteliğiyle, Osmanlı Devleti’nde padişah ve hükümetin iktidarını sınırlayıcı ilk anayasal belge olarak kabul edilmektedir. Bu özelliği nedeniyle bu belge, Türkiye’de anayasacılığın gelişmesinde bir merhale olarak değerlendirilmiş ve İngilizler’in “Magna Carta”sına benzetilmiştir.
Sened-i İttifak, padişah ile ayan arasında imzalanmış ve karşılıklı taahhütleri içeren bir anlaşmadır. Bu anlaşma ile padişahın ve onun hükümetinin iradesine ilk defa bir sınır çizilmiş oluyordu. Artık padişah her istediğini ve her şeyi yapamayacak, çizilen bu sınırlar içinde hareket edebilecektir. Padişah, bu anlaşma ile iktidarının dokunamayacağı sahaların varlığını kabul etmiş oluyordu. Kamu hukuku yazarları bu belgeyi, hukukun üstünlüğünü esas alan “hukuk devleti” kurma yolunda atılmış bir adım olarak kabul etmektedirler. Devlet otoritesinin kısmen sınırlanmasını sağlayan Sened-i İttifak, “dibace” denilen giriş bölümüyle başlamakta ve devletin içinde bulunduğu durum değerlendirilerek, devlet otoritesinin güçlendirilmesi için bazı kuralların oluşturulması gerektiği vurgulanmaktadır. Ardından “şart” kısmı ile devam eden senette yedi madde ile giriş kısmında belirtilen kurallara yer verilmiştir. “Zeyl” denen ek bölümünde ise kimlerin tabi olması gerektiği belirtilmiştir. Bildirgede yer alan ve kısmen vergilendirme yetkisinin sınırlandırılmasını sağlayan hüküm ise şu şekildedir:
Yedinci Şart (Şartı Sâbi’): “Yoksulun ve halkın gözetilip korunması temel ilke olduğuna göre hanedanlar ve ileri gelenler tarafından, yönetimleri altında bulunan ilçelerin güvenliğine ve yoksulun ve hristiyan uyrukluların verecekleri vergi konusunda adalete uymaya dikkat olunmak zorunda olunduğundan, baskı ve adaletsizlik ve vergiler konularında, devlet yöneticileri ve taşra hanedanları, aralarında yapacakları görüşme sonunda karar verilir; kararın sürekli olmasına ve kıyım ve adaletsizlik olmamasına özen gösterilmelidir ve her hanedan ötekinin durumunu gözleyerek buyruklara ve yüce şeriata aykırı baskı ve kıyımda bulunan olursa, herhangi bir garaza dayanmadan, yüce devlete haber verilsin ve elbirliğiyle önlenmesine uğraşılsın”. Yedinci şarttan da anlaşılacağı üzere, hukuk düzenine, askeri düzene ve özgürlüklere çeşitli yenilikler getiren Sened-i İttifak’la, hukuk düzeni içerisine vergi adaleti ve eşitliği ilkeleri kazandırılmıştır. Ayrıca, Sened-i İttifakla mahalli otoritelerin varlığı yasallaştırılmıştır. Anayasalı devlete doğru gelişimi başlatan Sened-i İttifakın içerdiği kurallar uygulanamamış ve senet, ayanın padişaha ve sadrazama sözü, padişahın da ayana güvence vermesi ile kalmıştır.
(2) Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı)
Demokratik gelişim sürecinin batı’lı ülkelere göre oldukça geç başladığı Osmanlı Devleti’nde hukuk devletinin gelişiminde ikinci aşama, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla başlamıştır. Türk Anayasa düzeninde ilk vergisel kuralın getirildiği bu fermanla Türkiye’de hukuk devleti anlayışının tohumları atılmıştır. Ferman, tüm yönleriyle Türkiye’de hukuk devleti terminolojisinde ilk adım olarak kabul edilebilir.
1839 tarihinde, bir takım dış baskıların etkisiyle başlayan ve sık sık uzun aralıklarla duraklayan Tanzimat Devri başlamıştır. Tanzimat Devri, devleti yenilemek, bir düzen ve esasa bağlamak, keyfi yönetime son verip hukuka uygun bir devlet, hukuk devleti kurmak amacıyla girişilen hareketler devridir. Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) ile, Osmanlı Devleti’nin müslüman ve hristiyan tüm halklarına eşit haklar tanınması, ırz, namus, can ve mal güvenliği sağlanması, vergi, askerlik ve yargı (kanunsuz suç ve ceza olmaz, yargılamasız kimseye ceza verilemez) alanlarında yeniden düzenlemeler yapılması öngörülmüştür. Ferman, yaptığı bu düzenlemeler itibariyle bir nevi haklar beyannamesidir.
Fermandaki ilkeler doğrultusunda vergi hukuku alanında da pek çok düzenleme yapılmıştır. Fakat bunların hiçbirinde “kanun” ifadesine rastlanmamaktadır. Vergi sistemindeki düzenlemeler genelde nizamnameler, talimatnameler ve iradelerle gerçekleştirilmiştir. Verginin konulması ve toplanması konusunda esaslar getiren ferman, tamamen keyfi ölçülere göre icra edilen ve ülkenin iktisadi hayatının yıkılmasına neden olan iltizam usulünün değiştirilmesini, hiç kimseden ödeme gücünü aşan ölçüde vergi alınmamasını ve bütün devlet masraflarının bir kanunla belirlenmesini öngörmüştür. Vergi konusunda fermanın en önemli niteliği, vergide adaletin sağlanacağını ve herkesten ödeme gücüne göre vergi alınacağını belirtmesidir. Bu, devletin teb’a nazarında kaybettiği güveni ve saygıyı kazanma çabasıdır. Fakat fermanın yukarıdaki hükmünden çıkarılabilecek en önemli sonuç ise, padişah, tek taraflı iradesiyle vergilendirme gücünü sınırlandırmış olmasıdır. Bu yenileşme hareketleri, batılı kanun ve kurumların Osmanlı Devleti’ne aktarılması yöntemiyle yapılmaya çalışılmıştır. Tanzimat döneminde göze çarpan bir başka husus, kanunların yürürlüğe girmesi ve yürürlükten kalkmasında yaşanan sorunlardı. Her ne kadar devletin bir resmi gazetesi mevcutsa da, kanunların yayımlanması belirli bir esasa bağlanamamıştı. Örneğin Tanzimat sonrası kaldırılmış olmasına rağmen iletişim yetersizliği nedeniyle “Arus Resmi” sekiz, “İspenç Resmi”de on seneye yakın süre tahsile devam edilmiştir. Ayrıca 1839’dan Cumhuriyete kadar olan dönemde örfi vergiler uygulamadan kaldırılmış ve sadece şer’i vergiler uygulanmıştır.
Anayasacılık açısından bakıldığında, Tanzimat Fermanının (Islahat Fermanı da dahil), toplumun tabanından gelen bir harekete dayanan ve padişahın mutlak nitelikte olan vergilendirme yetkisine bir sınırlama getiren bir anayasa olmadığı, padişahın otoritesini kendi tek taraflı iradesiyle sınırladığı bir oto-limitasyon belgesi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü fermanın sonunda padişah, vaadettiği yasal düzenlemelere bağlı kalacağına dair söz vermektedir, fakat iradesine aykırı hareket etmesi durumunda bir kurumsal yaptırımın olmaması da gözden kaçırılmamalıdır. Bu dönemde halk temsilcilerinden oluşan bir parlamento kurulamadığından vergilendirme keyfilikten kurtarılamamıştır. Dolayısıyla, fermanın batı diliyle bir “charte” yani bir berat olduğu da ifade edilebilir.
(3) Islahat Fermanı
Padişah, 1856 ve 1875 yıllarında Avrupa Devletlerinin etkisiyle hazırlanan ve ilan edilen Islahat ve Adalet Fermanları ile vergilendirme konusunda yabancı ülkelerin baskısı ile belli ilke ve kurallara uymayı kabul etmişti. Tanzimat Fermanı’yla öngörülen vaatler, 1856 tarihli “Islahat Fermanı” ile de teyit edilmiş; ayrıca bu ferman, sınıf ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin bütün uyrukların eşit işlem görmesi ilkesini getirmiştir. Islahat Fermanı’nın vergilendirmeyle ilgili hükmü “vergiler devlet tarafından, eşitlik ve adalet esasına göre toplanacaktır” şeklindedir. Ayrıca, kanun ve tüzüklerin müslüman ve gayrimüslimlere eşit bir şekilde uygulanacağı ifade edilmiştir.
Her iki fermanda yer alan düzenlemeler (yargılamanın aleni olması, işkencenin kaldırılması, cezaların insanileştirilmesi, suç ve cezada kanunilik ilkesinin benimsenmesi) hukuk devletinin gelişmesi açısından önemli olmakla birlikte, bu ilkelerin etkinliğini sağlayacak yaptırım gücüne sahip hukuksal mekanizmaların öngörülmemiş olması dolayısıyla beklenen sonuçları verememişlerdir. Bu dönemin diğer iki önemli gelişmesi ise, 1867’de Şura-yı Devletin (Danıştay) kuruluşu ve öteden beri varlığını sürdüren örfi vergilerin kaldırılarak yerine herkesin az çok ticaret ve kazancı göz önünde bulundurularak tevzi defterlerine göre alınacak tek bir verginin, “Ancemaatin Vergi”nin getirilişidir.
(4) Adalet Fermanı
Adalet Fermanı’nda (13 Zilkade 1292/1875) vergilendirme hakkıyla ilgili yeni hükümler getirilmemiş ve esas olarak önceki fermanların hükümleri tekrarlanmıştır. Ayrıca, “Vatandaşımızın hukukunun temininde aslolan icranın yargıya karışmaması ve yasa hükümlerinin kötüye kullanılmadan uygulanmasıdır” ve “Mükelleflerden alınan vergiler varlıkları ölçüsünde hak ve adalete uygun olacaktır. Şayet vergiler devlet gelirlerini karşılayamayacak durumda ise, memleketin imar ve kalkınmasına yarayacak imkanların teminine yarayacak tedbirlerle gelir kaynaklarının çoğaltılması çareleri araştırılacaktır” denilmiştir.
(5) Kanun-u Esasi
Hukuk devleti anlayışının gelişiminde önemli aşamalardan birini oluşturan ve 1830 Belçika, Polonya ve Prusya Anayasaları örnek alınarak hazırlanan 1876 Anayasası, meşruti sisteme ilişkin kurumlara yer vermekle birlikte, gerçekte, geleneksel Osmanlı devlet sisteminde önemli bir değişiklik gerçekleştirmemiştir. Kanunilik ilkesi, hem genel hem de vergisel anlamda özel manasıyla ilk defa Kanun-u Esasi ile hukukumuza girmiş, fakat yaptırımların yoksunluğu nedeniyle uygulamaya yansıması sadece teorik olmuştur. Kanun-u Esasi’nin 10. maddesi’nde “Hürriyeti şahsiyye her türlü taarruzdan masundur. Hiç kimse kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz” denilerek kanunilik ilkesi lafzolunmuş ve 1909’daki Anayasa değişikliği sırasında bu maddenin 2. fıkrası değiştirilip genişletilerek, “Hiç kimse şer ve kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile tevkif ve mücazat olunamaz” hükmü getirilmiştir. Burada kanuni düzenlemelerin yanısıra şer’i hükümlere de aykırı hareketin cezalandırılmasına imkan tanındığından ve hatta madde metninde şer’i hükümler ön planda tutulduğundan anayasa hukuku manasında kanunilik ilkesi geri planda kalmıştır denilebilir.
Osmanlı Devleti’nde ilk parlamento (Meclis-i Umumi) görünüşte de olsa Kanuni Esasi ile kurulmuş ve siyasi rejim parlamenter bir nitelik kazanmıştır. Yürütme yetkisinin padişaha ait olduğu ve bu yetkiyi Heyet-i Vükela (Padişah ve Bakanlar Kurulu) eliyle kullanacağı kabul edilmiş; yasama yetkisinin, Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan’dan oluşan Meclis-i Umumi’ye ait olduğu bildirilmiş; ancak bu yetki, büyük oranda, padişah lehine sınırlandırılmıştır. Zaten hukuki niteliği açısından Kanun-u Esasi, biçimsel olarak padişahın tek yanlı işleminden doğmuş olan bir “Ferman Anayasa”dır. Bu nedenle böyle bir sistem içerisinde hukuk devletinin temel gereklerinden olan kuvvetler ayrılığından söz etmek mümkün değildir. Osmanlı siyasi rejiminde “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin hiçbir biçimde sözkonusu olmadığı, çünkü padişahın yasama, yürütme ve hatta yargı yetkilerini elinde tuttuğu kanaati bugün oldukça yaygındır. Bununla birlikte Kanun-u Esasi’nin yargı ile ilgili düzenlemelerinde, yargı bağımsızlığını ve yargıç güvencesini sağlamaya yönelik kurallar ile yasal yargılama ilkelerine yer verilmektedir. Öte yandan, temel hak ve özgürlükler konusunda önemli bir yenilik getirilmemiş, Tanzimat Dönemi boyunca uyruklara tanınan haklar, bir liste halinde sayılmış ve bunlar anayasal güvencelerden yoksun bırakılmıştır. Ayrıca, Kanun-u Esasi ile Anayasanın üstünlüğüne ilişkin kimi düzenlemelere yer verilmiş olmakla birlikte, bu ilkenin korunmasına yönelik herhangi bir hukuksal mekanizma öngörülmemiştir. 12 kısım ve 119 maddeden oluşan ve ilk Anayasamız olarak kabul edilen Kanunu Esasi’de yer alan hukuk devleti ve vergilendirmenin birbirine paralel hükümleri, belgenin ikinci kısmı olan “Tebaa-i Devlet-i Osmaniye’nin Hukuk-ı Umumiyesi” bölümünün 20, 25 ve 96. maddelerinde düzenlenmiştir.
Madde 20: “Tekalifi mukarrere nizamatı mahsusasına tevfikan kaffei tebaa beyninde her kesin kudreti nisbetince tarh ve tevzi olunur. Müsadere ve angarya ve cerime memnudur. Fakat muharebe esnasında usulen tayin olunacak tekalif ve ahval bundan müstesnadır.” Yani, özel hükümlere göre kararlaştırılan yükümlülükler bütün teb’a arasında herkesin kudreti oranında tarh edilir ve dağıtılır. Bu madde gereğince yükümlülüklerin kanunla konulacağı ve “mali güce göre vergilendirme” ilkesi gözönünde bulundurularak mükelleflere dağıtılacağı öngörülmüştür. Olağanüstü hallerde ihdas olunacak mali mükellefiyetler bu kuralın istisnasıdır denilmiştir.
Madde 25: “Bir kanuna müstenit olmadıkça vergi ve rüsumat namı ile ve namı aherle, hiç kimseden bir akçe alınamaz” hükmünden de açıkça anlaşılmaktadır ki; vergiler ancak kanuni bir düzenleme varsa alınabilir, kanuna dayanmadıkça vergi ve diğer mali yükümlülükler konulamaz. Görüldüğü üzere 25. maddede vergilendirmede kanunilik ilkesi net bir şekilde ifade edilmektedir.
Madde 96: “Tekalifi devletin hiçbiri bir kanun ile tayin olunmadıkça vaz ve tevzi ve istihzal olunamaz”. İlgili hükümde, hiçbir mali mükellefiyetin kanuna dayanmaksızın konulamayacağı, dağıtılamayacağı ve tahsil edilemeyeceği öngörülmektedir. Dolayısıyla bir kanuna dayanmadıkça hiçkimseden vergi ve benzeri yükümlülükler adıyla bir şey alınamayacaktır. Burada da, kanunilik ilkesi yinelenmektedir.
1909 yılında Kanun-u Esasi’de gerçekleştirilen köklü değişikliklerle hukuk devletinin gelişimi yolunda önemli adımlar atılmıştır. Yapılan değişikliklerle padişahın sahip olduğu yetkiler yasama organı lehine sınırlandırılmış ve meclisler gerçek bir yasama organı haline getirilmiş; padişahın bakanlar kurulu üzerindeki ağırlığı kaldırılmış ve bakanlar kurulu parlamenter sistemdeki konumuna uygun bir statüye sahip kılınmıştır. Bunun yanı sıra, Osmanlı tarihinde ilk kez hak ve özgürlükler listesi genişletilmiş ve yargısal denetim öngörülmüştür.
Sonuç olarak, 1909 Kanun-u Esasi değişikliklerini, hukuk devletinin gelişimi açısında olumlu değerlendirmek mümkündür. Ancak bu Anayasa’nın 1908 yılına kadar uygulanamaması nedeniyle vergilendirme hakkının, batılı örneklerine benzer şekilde sınırlandırılması, esas olarak kağıt üzerinde kalmıştır. Ayrıca, 1909 değişikliklerini izleyen aylarda merkezi otoritenin güçlendirilmesini ve özgürlükleri sınırlamayı amaçlayan birtakım yasalar çıkarılması yapılan düzenlemelerin tatbikata geçirilmeden ortadan kaldırıldığının bir başka göstergesidir.
Sonuç ve Değerlendirme
Hem batı’lı ülkelerde hem de Osmanlı Devleti’nden günümüze vergilendirmenin tarihi gelişimi bir cümleyle özetlenecek olursa, kavramın ortaya çıkışından bu yana vergilendirme, padişahın, hükümdarın ve sonrasında yasama organının tekeline hukuki değil siyasi zora dayalı olarak bırakılmak istenen bir yetki olmuş ve mücadeleler hep bu tekelin kırılmasına yönelik çabalar şeklinde cereyan etmiştir.
Kaynak: Mevzuat Dergisi