Anasayfa Araştırma Sömürgeciliğe İyimserlik Gözlüğüyle Bakmak: Adam Smith’te Ahlakın İktisadi Rolü

Sömürgeciliğe İyimserlik Gözlüğüyle Bakmak: Adam Smith’te Ahlakın İktisadi Rolü

by

Toplumsal ahlak ve kişisel davranışların toplumsal yönleri, matematiksel iktisadın göz önüne almaktan kaçındığı bir alan olarak göze çarpar. Günümüzde neoklasik temelli görüşlerin bu alana pek de sıcak bakmadıkları ve iktisadi insan (homo economicus) özelinde açıklamalara başvurdukları oldukça bilinen bir gerçektir. Anılan bu yargılardan yola çıkarak matematiksel iktisadın -özellikle ahlakı dışlayarak- fizik bilimler düzeyinde algılanması (ya da öyle olduğuna inanılması) iktisadın bir toplum bilimi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Esasen toplumsal alanın bir parçası olarak iktisat ve iktisadi ilişkiler, ahlaki sistemlerden bağımsız değildir. Kuramsal alandaki çalışmalar da kendilerini bu gerçekten tam anlamıyla soyutlayamaz.

İncelemelerinde böylesi bir görmezden gelme hâline teslim olmamış Adam Smith’in (1723–1790) iktisadi düşüncesinin temel kavramlarında ve bunların sömürgecilik siyaseti üzerine olan etkilerinde ahlak felsefesi etkin bir rol oynar. Öncelikle bir ahlak profesörü olan Smith hem kişisel hem de toplumsal olarak ahlakın liberal felsefe ile olan ilişkisi üzerine önemli düşünceler geliştirmiştir. “Ahlaki Duygular Kuramı” (Theory of Moral Sentiments) adlı eseri, onun kişi ve toplum arasındaki ilişkiler üzerine kurduğu genel kuramının ahlaki ilkelerini vermektedir. Bu nedenle düşüncelerine içkin olan felsefi temeller, onun ahlaki görüşlerini ele almadan anlaşılamaz. Nitekim erdemli yaşamanın gerekliliğinin para kazanma hırsının yarattığı olumsuz etkilerle birlikte nasıl bir arada durabileceği, öncelikle bu tür bir ahlaki kuramın varlığını zorunlu kılmaktadır.

Her şeyden önce Smith’in ahlaka yönelik görüşleri, iktisat biliminin kendisi ve liberalizmin kuramsal temelleri açısından çok önemli bir role sahiptir. İktisadi akılla, ahlaki alanı birbirileriyle uyumlu gösterme amacına dayalı olan Smith’in düşüncesi en çok da sömürgecilik konusundaki çelişik hâlde kendisini gösterir. Dolayısıyla Smith’in ahlak düşüncesinin işlerliği, sömürgecilik olgusuna yönelik olarak benimsediği tutumdan da rahatlıkla anlaşılabilmektedir. İyimserlik, hem sınıfsal çelişkileri uyumluymuş gibi göstermenin hem de uluslararası alandaki eşitsizlikleri son kertede dengeleneceğine ilişkin iddianın temelinde yatan kavramdır. Sonuç olarak bu çalışma, Smith’in ahlaka ilişkin düşüncelerinin dayanaklarındaki zayıflığa sömürgecilik örneği üzerinden işaret etmektedir.

İktisadi Dengeye Giden Yol: Ahlaki Duygular ve Kişisel Çıkarlar

Smith’in çalışmalarında varlığını hissettiren ve birbirlerini tamamlayan iki temel amaç bulunmaktadır. Bunlardan birincisi doğa bilimlerine uygulanan yöntemleri iktisada uygulamayı öngören bilimsel amaç; ikincisiyse, erdemli yaşama dayalı ve baskıya gerek göstermeyen bir toplumsal düzen yaratmaktır (Buğra, 1995, s. 91). Kural koyucu nitelik ve bilimselliğe -dolayısıyla kesinliğe- dayanan düşünce, aydınlanmacı düşünürlerin ortak iki niteliğinin Smith’te de devam ettiğinin ispatıdır (Callinicos, 2004, s. 35-36). Söz konusu görüşün iki kökü vardır: Hıristiyan düşüncesinde her şeyin yaratıcısı ve yönlendiricisi olan Tanrı’nın gizli eli ve Newton’daki fizik yasaların şaşmazlığı içindeki evren anlayışı.

Konusunu insanın ve toplumun oluşturduğu çalışmaların bilimselliğe ulaşma amacı fizik yasalarla birlikte oluşturulurken; gizli el kavramıysa kültürel alandaki yer etmiş gücüyle birlikte kendisini Tanrısallaştırılmış bir insan biçiminde ortaya koymuştur. Ancak burada konu edilen insan, bilinçli tercihlerinin yarattığı bir evrenin içinde değil, kendi kendisinin efendisi olan kişinin sahip olduğu bir toplumsallık içinde yaşar. Bu noktada Smith, insanların bencil olduklarını ancak bu bencilliklerinin yarattığı toplumsal sonuçların olumlu olduğu görüşünü ileri sürerek, söz konusu toplumsallığı göz ardı etmediğini gösterir. Bu dizgi için gereken en önemli koşulsa, iktisadi faaliyetlerin insanın doğal eğilimleri doğrultusunda yönlendirilmiş olmasıdır (Buğra, 1995, s. 94). Böylece ilk adımda anarşi gibi görünen durum, daha sonra mükemmel işleyen toplumsal bir kurgunun parçası olur. Özetle Smith’in düşüncesine göre insanın bir doğası vardır ve bu doğaya uygun olan koşullar kendiliğinden düzenin kurulmasını sağlar.

Smith için öncelikle karşılıklı çıkar kavramının işlevi ve anlamı önemlidir. Söz konusu çerçevede toplumsal koşullar neticesinde bulunan karşılıklı çıkar, aynı zamanda ahlaki amaçlarla yakından ilişkilidir. İşte buradan hareketle Smith, karşılıklı çıkar olgusu üzerinden hareket ederek toplumsal yaşamda kendisini hissettiren kendiliğinden düzen düşüncesine ulaşır ve bunu evrensel bir ilke olarak sunar. Böylelikle görünmez elin varlığıyla dengeye gelen piyasanın işlerliği, ahlaki amacın sağladığı kişisel etkenlerle sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanların kendi çıkarları peşinde koşan yaratıklar olmasına karşın çıkar peşinde koşmanın toplumsal anlamda olumlu sonuçlar doğurması kabulü, sağlanmış görünen toplumsal dengenin kuramsal teminatıdır. Bu itibarla;

“Birey faaliyetleri tam bir serbesti içindeyse, her anlamda ‘kötü’ olan hiç kimse satın almak istemeyeceği için başkalarına vereceği ‘iyi’ bir şeyleri olmayanlar, serbest mübadele süreci dışında kalacaklardır. Bu da herkesi, eğer tek başına yaşamayı göze almıyorsa, başkalarının değer verdiği bir şeyler yapmaya sevk edecektir. İşte görünmez el metaforu bunu anlatmaktadır.”

Öyleyse burada kişisel çıkar, toplumsal alanda değerli görülen olgu ve olayların bir parçası olma idealinden bağımsız değildir.

Diğer yandan kişisel çıkar ile ahlak olgusu bağdaştırılmadıkça, Smith’in kabulleri ahlaksızlığın övgüsü olarak ortaya çıkabilirdi. Nitekim Bernard de Mandeville’de (1670-1733) görülen ahlak dışı tutum ve davranışların toplumsal açıdan olumlu sonuçlar doğurması, Smith’in karşı olduğu bir düşünceydi (Smith, 2000, s. 451-452). Mandeville “Arıların Masalı” adlı eserinde kişisel çıkara dayalı davranışların tümünü kötü ve ahlaksız olarak adlandırmaktaydı (1997, s. 36 – 45). Ne var ki bu kötülüğe karşın toplumsal açıdan yararlı sonuçlar doğuran kişisel çıkara dayalı davranışlar yoluyla ahlakın dışındaki kişi, toplumsal uyumun öznesi olmaktaydı. Böylelikle kötü olan kişisel davranışlar ortak yararları sağlamaktaydı.

Bu anlayış ilk bakışta Smith’in düşüncesiyle oldukça önemli benzerlikler taşımaktadır. Ancak Mandeville’le aynı noktalardan hareket etmiş olmakla beraber Smith, onun ahlak dışı olan insanını değil, ahlakın toplumsal ve kişisel alandaki dengeyi sağlayacağı bir işlevselliği ele almaktadır. Buna göre Smith insanın bencilliğini, kişinin toplum içinde suçlu, kötü vs. olarak nitelenmekten kaçınması ve saygınlık elde etmeye çalışması ile birlikte düşünür. Söz konusu noktada bencillik ya da bencilce davranışlar, ahlak dışı olmakla değil, üretkenliği artıran bir unsur olarak Smith’in düşüncesindeki yerini alır (Ridley, 2011, s. 60) Diğer yandan Amartya Sen’in de dikkatle ifade ettiği üzere Smith’te işbölümü insanların bencil varlıklar olduğunu göstermez. Bunun tersine aslında Smith, bencilliğin varlığına rağmen, insanların birbirilerinin yararına olacak işler yaptıklarını kabul etmektedir (Sen, 2003, s. 30).

Her işçi üretim sürecinin bir parçasında yer alırken, tek başına üretebileceklerinden daha fazla mal nasıl olup da ortaya çıkmaktadır? Smith bu soruyu pek bilinen bir örneğiyle cevaplandırır; “Aynı kalan insan sayısı, işbölümünden dolayı işin sayısal sonuçlarındaki bu büyük çoğalmayı, üç duruma borçludur…” (Smith, 2004, s. 20-21). Buna göre, “bir kişi teli çeker, diğeri düzeltir, üçüncüsü keser, dördüncüsü sivriltir, beşincisi iğne başının yapılması için döver…” (Smith, 2004, s. 17-18).

Üstelik Smith, iş yaşamında giderek rutinleşen hareketlerin veya işlemlerin ve üretimin işçi üzerinde yarattığı olumsuz etkilerin de farkındaydı. Her şeyden önce Smith, işçinin devamlı aynı işi yapmasından dolayı kendini geliştirememe sorunuyla karşılaşacağını iddia eder. Çünkü işçi her işgününde yaptığı aynı hareketlerin dışına çıkamaz. İşçinin giderek sürecin mekanik bir parçası olmaktan kaynaklanan sarmalın içinde anlamsızlaştığını açıkça görebilmişti. Bu yönüyle Smith, klasik iktisadın -günümüzde ele alınmaktan kaçınılan- eleştirel yanını ortaya koymaktadır.

Düşüncesini sadece kişinin bedensel ve ruhsal sınırlı içine hapsetmeyen Smith, insanın toplumsal bir varlık oluşuna vurgu yapmış olur. Böylelikle kişisel çıkarın varlığı, toplumsal uyumla el ele vererek kuramsal alandaki yerini alır. Ancak bu sayededir ki Smith’in insanı ahlak karşıtı olmaktan sıyrılır ve kişisel çıkar kadar, ödev ve sorumluluklara dayalı davranışların açıklaması için de güçlü bir zemin oluşturur. Aksi hâlde sadece kendi çıkarını düşünen insanın nasıl olup da fedakârlıklarda bulunduğu ve toplumsal yaşamda yer alabildiği havada asılı bir yargı olarak kalırdı.

Diğer yandan kişinin başkasına olan duygusal yakınlığı -yani sempati- (Smith, 2000, s. 14) onu kendimizle eşit düzeyde görmemize neden olmaz. Böylelikle kişisel çıkarın savunusu, temel davranış biçimi olma özelliğini korur. Ayrıca Smith, Hume’un düşüncesinde yer bulan ve duygusal yakınlığı amaçların uygun oluşuyla değerlendirerek vicdan ve ahlakın belirleyici bir duygu olduğuna yönelik yargıları da reddeder (Timuçin, 2000, s. 258-259). Böylelikle Smith insanın akılcı yanını ahlaki yanına üstün tutar. Burada davranışların gelenekler ve ahlaki duygularla iç içe olması göz ardı edilmez. Ancak üst ölçekte ve evrensel bir dengeyi sağlayan akıl esastır.

Kişinin zengin olma yönündeki güçlü isteği -en saf biçimiyle- kişisel çıkar olgusunda görülür. Kişisel çıkarın piyasada peşinden koştuğu odak, para ya da dönemin tasarruf olarak birikimde kullanılan ve değişim ilişkilerinde para yerine geçen maddeleridir. Aslında bu maddelerin ve paranın kendi başına bir değer taşımadıkları, sadece toplum içindeki değişim ilişkilerinin içindeyken kişilerin onlara değer atfedebilecekleri aşikârdır. Genelin değerli olarak gördüğü şey, kişinin kendisi için de değerlidir. Sonuçta kişisel çıkarın iktisadi anlamdaki toplumsal yönü ve temeli ortaya çıkmış olur. Smith’e göre de zengin olma isteği, başkalarının istediğine sahip olmak amacına dayanır. Bu nedenle söz konusu istek, toplumun genel çıkarlarından ayrı değildir. Böylelikle insanın zengin olma isteği; duygusal yakınlık -sempati- kavramından hareketle, insanların acılara değil sevinçlere ortak olma eğilimi taşımasından kaynaklanmaktadır (Smith, 2000, s. 70). Smith, 1730 ve 1790 yılları arasında yaşanan İskoç Aydınlanmasının önde gelen düşünürlerinden biri olarak da ahlaki alanın kavramsallaştırılmasında büyük rol oynadı. Bu noktada Smith’in sempati kavramı, Francis Hutcheson’un (1694-1746) “başkalarının ahlaki niteliklerini kavrama” ifadesinin devamıdır.

Sömürgeciliğe İyimserlik Gözlüğüyle Bakmak

Öncelikle Smith, varolan eşitsizlikler ve mutluluğu engelleyen maddi hırsların olumsuzluklarını görmezden gelmez. Üstelik bu anlamda o bir Epikürcü değil, olsa olsa bir Stoacı’dır5 (Dennis, 1997, s. 197). Mutluluğu katıksız bir yararlılık ilkesine dayandırmaz ve bu yüzden de yoksulun dingin dünyasını, zenginin yaşamıyla eşitmiş gibi gösterebilir (Dennis, 1997, s. 197).

Kaldı ki Roma İmparatorluğu’nun içinde en parlak dönemini yaşayan Stoacı ilkelerin, İngiliz gücünün tartışılmaz olduğu çağın düşünürlerinden biri olarak Smith’i de etkilemesi oldukça anlaşılır bir durumdur. Bu anlamda kişinin oturtulduğu ahlaki zemini var eden etkenler, evrensel bir toplum idealinin çerçevesinde algılanmalıdır. Nitekim Smith için böylesi bir felsefenin anlamı, ancak içinde bulunulan iktidarın gücüyle doğru orantılı bir gelişme imkânı bulabilir ve kendi yerelliklerini güç yoluyla sözde evrenselleştiren bir söylemin alanında yaşam bulur.

Evrensellik, uyum, öngörülmemiş sonuçlar ve iyimserlik kavramlarının bütünü, doğal olarak Smith’in sömürgecilik siyaseti ve gelişme olgusuna olan bakışını belirler. Söz konusu durum, Smith’in Avrupa ve dünyanın geri kalanıyla -özellikle de keşfedilen topraklarla- ilgili ifadelerinden birinde oldukça çarpıcı biçimde gözükmektedir:

“…dünyanın en uzak kısımlarını birleştirerek, bunların birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlayarak, birbirlerinin hayattan aldıkları keyfi artırarak ve birbirlerinin sanayisini teşvik ederek, bunların genel eğiliminin faydalı olabileceği düşünülebilir. Ne var ki hem Doğu, hem de Batı Hindistan yerlileri için bu olaylardan elde edilmiş bulunan tüm ticari yararlar, başlarına gelmiş korkunç felaketler karşısında yok olmuştur. Bununla birlikte söz konusu felaketler bu olayların tabiatıyla ilgili herhangi bir şeyden çok, kaza ile oluşmuşa benzemektedir. Bu keşiflerin yapılmış olduğu belli bir zaman aralığında güç üstünlüğü Avrupalıların o derece lehinde idi ki, onlar bu uzak ülkelerde, hiçbir cezaya uğramadan her türlü adaletsizliği yaptılar.” (Smith, 2002, s. 226).

Hemen ardındansa bu düşünce, öngörülemez sonuçlar ve iyimserliğe bağlanır:

“Bundan sonra belki de bu ülkelerin yerli halkları güçlenirken Avrupalılar zayıflayabilir ve dünyanın her köşesinde yaşayan insanlar cesaret ve güç açısından belli bir eşitliğe ulaşarak, yaratacakları karşılıklı korku sayesinde bağımsız devletleri adaletsiz yapmaktan caydırabilir ve birbirlerinin haklarına saygı göstermeye sevk edebilir.” (Smith, 2002, s. 226).

Avrupa’nın gelişimine ait sürecin içerdiği bütün adaletsizlikler ve olumsuz uygulamalar karşısında, bardağın dolu olan ya da olabilecek tarafıyla avutulmaya çalışıldığımızı anlamamak en az Smith kadar “iyimser” olmayı gerektiriyor. Bu arada yukarıda anılan eşitlik olasılığının ve karşılıklı saygının “sağlanmasında en önemli faktör, bilginin karşılıklı olarak iletilmesi ve tüm ülkeler arasında yapılacak yaygın ticaretin doğal olarak veya ister istemez yaratacağı her türden ilerlemedir.” (Smith, 2002, s. 226).

Görüldüğü üzere dünya ölçeğindeki bir düzenin varlığı sadece olasılık dâhilindedir ve esasen hiçbir sağlam nedene dayanmaz. Böylelikle iyimserliğin felsefi rolü, sömürgeciliğin katıksız gerçekleri karşısında hayalî bir dünya oluşturmaktan öteye geçmez. Zaten sömürgecilik siyasetinin anlamı da, bu etkenlerin yaşama geçirilebilmesi üzerine kuruludur.

Üstelik yukarıdaki alıntıları, Smith’in eşitliğe -bir olasılık olarak da olsa- olumlu biçimde baktığı söylenerek ya da sömürgeciliğin yarattığı sonuçların ne kadar büyük felaketlere yol açtığı ifadesine göndermede bulunularak sömürgeciliğin reddiyesi biçiminde yorumlamak oldukça güçtür. Elbette “gerçekçi” Smith’in tespitlerine katılmamak elde değil. Ancak eğer olasılık olarak bakılan böylesi bir dünya düzeni gerçekleşmeyecekse -ki öyle de olmuştur- Smith’in kuramsal bütünlüğü uygulanabilirlik ve tutarlılık açısından ortadan kalkar. Böylelikle uluslararası uzmanlaşma ve serbest ticaretin ilke olarak barış ve uyumu sağlayacağı inancı, sömürgeciliğin maddi sonuçları karşısında sekteye uğrar.

Ticaret ve bilgi akışındaki açıklığın sağlanamaması; ulusların karşılıklı ilişkilerindeki kazançların ve bunun üzerine kurulu zenginliğin olasılık dışı kalmasına neden olmakta ve aynı zamanda kuramsal yapıyı bir ütopyaya dönüştürmektedir. Bu nedenle Smith’in sömürgelerle ilişkili iddiaları ve çıkarsamaları, kuramının ayakta kalıp kalmamasıyla yakından ilişkilidir. Ulusların birbirleri üzerindeki egemenliklerinin yarattığı çelişkileri göz ardı etmek, katıksız bir iyimserliğin gerçekliği ortadan kaldırdığı bir yaklaşımla beslenmektedir. Ticaret serbestisinin ilke olarak uyumu ve barışı sağlayacağı kabulü, sömürgeciliğin maddi sonuçlarına karşı nereden kaynaklandığı belli olmayan bir iyimserlikle desteklenmeye çalışılır. Diğer yandan ulus olgusu da, kuramın anlamlı bir tümleyeni olmaktan oldukça uzaktır.

Gerçekten de “Ulusların Zenginliği”nde adı geçen “ulus” kavramı, kişilerin oluşturduğu topluluğun tek bir siyasal coğrafya içindeki konumlarıyla ilgili olmaktan öteye geçmez. Bir devletin siyasal egemenliği altında bulunan topraklarda yaşayan insanlar, iktisadi özneler olarak bu ulus kavramının içinde yerini bulmaktadırlar. Öyle ki kendi iktisadi çıkarlarını düşünen insanların genel çıkarla olan uyumları, ulus denen topluluğun genel çıkarları ile birlikte varolabilmektedir. Merkantil siyasetin ulus kavramına atfettiği anlamdan oldukça farklı olan bu yaklaşım, Smith’in söz konusu iktisadi siyasete getirdiği eleştirilerde de kendisini gösterir. Böylelikle Smith’in serbest ticaret üzerine kurulu düşüncelerinin merkantil yöntem ve esaslarla çatışması, aynı zamanda ulus kavramı ile ilgili bir anlam kaymasını bağrında taşır.

Smith için ulus, başlı başına bir kavram olmaktan çok, kişilerin tek tek oluşturdukları birliktelik hâli olarak göze çarpar. Dolayısıyla uluslararası eşitsizlik, kişisel çıkarların zamanla uyuma dönüşen bir dengeye sahip olmasından ayrı bir şeymiş gibi görülmez. Benzer biçimde sömürgecilik de, uyum ve dengeyi bozan kişisel davranışlara benzer. En nihayetinde bu tür tutum ve davranışlar, toplumsal uyumun ve evrensel dengenin içerisindeki yerlerini alacaklardır.

Sonuç

Smith’in ahlak olgusuyla olan düşünsel ilişkisi, görünmez el benzetmesinden ayrı olarak düşünülemez. Smith’in düşüncesinde rol oynayan asıl etken ahlaki buyruklara duyulan inanç değil, görünmez el benzetmesinin ve iyimserliğin sağladığı bir denge kabulüdür. Her şeyden önce kişisel yaşamdaki denge de bu düşünce çizgisinden bağımsız değildir. Smith için toplumsal ahlak, tek başına iktisadi denge sağlanmasında belirleyici değildir.

İyimserlik ve evrensel denge kabullerini yanına alan düşünürümüz, genel olarak kişisel çıkarın ahlaki duygularla birlikte nasıl dengeye kavuştuğunu göstermeye çalışmıştır. Bu yönüyle insanın ahlaklı olup olmaması önemli değildir. Önemli olan ahlaki duyguların nasıl olup da iktisadi denge içerisinde yer alabildiklerine işaret etmektir. Bu açıdan Smith’te insan davranışlarına akıldan çok duygu ve gelenekler egemendir (Gray, 2013, s. 11). Başkalarının gözünde yüksek bir yer elde etme amacımız, ekonomik zenginlikle ele ele yürür. Bu noktada Smith’in “Ahlaki Duygular Kuramı” ile “Ulusların Zenginliği” adlı eserleri birbirilerini tamamlayan bir nitelik gösterirler (Ruben, 2011, s. 31).

Ulus temelinde görülen ahlaki duygular ve iktisadi denge ise uluslararası alandaki ticareti teşvik ederken, sömürgecilik olgusunu da bu dengenin bir parçası yapar. Dolayısıyla iyimserlik ve ahlaki duygular kuramı yoluyla Smith, esasen uluslararası eşitsizliğin maddi sonuçlarını bir kenara ayırır ya da görmezden gelir. Nitekim tek bir kişiden başlayarak uluslararası alana yayılan ve kendisini iyimserlik temelinde gösteren ahlak kuramı, Smith’in düşüncesinin geneline yayılmıştır. Aklın izinden giden Smith, ahlakla birlikte evrensel bir dengenin varlığını ortaya koyduğunu iddia eder. Böylelikle kişisel yaşamdan toplumsal yaşama kadar geniş bir çizgide görülebilen dengesizliklerin istisnai olduğu sonucuna varır.

Söz konusu düşünce çizgisinin ahlaken yadırgadığı sömürgeciliğin olumsuz sonuçlarını kabul etmekle birlikte Smith, bu eşitsizliğin ve adaletsizliğin en nihayetinde dengeye kavuştuğunu ya da kavuşacağını düşünür. Ne var ki görüldüğü üzere fazlasıyla iyimserlik üzerine kurulu olan bu denge arayışı ve kişisel yaşamdan yola çıkılarak kurulan bu düşünce çizgisinin sınırları, sömürgecilik konusuna gelindiğinde zorlanmaya başlar.

Cemil Hakan KORKMAZ

Kaynak: İş Ahlakı Dergisi

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun