Türkiye’de sanayileşme, ülkeyi petrol kuyularından uzaklaştıran inkılap hareketlerinin gölgesinde gerçekleşti. İki tür sanayici çıktı ortaya: komprador ve kapı kulu. Birinciler, yabancı şirketlerin işbirlikçi acentesi; ikinciler Ankara’nın emir erleri. Attilâ İlhan’a göre, halkın inkılaplara direnmesinde bu gerçeklerin payı büyük: “Halka gerici deyip duruyoruz ya, bu gericiliğin izahı dediklerimde saklı: İleri olduğu iddia edilen her adımın, memleketi olduğundan daha berbat hayat şartlarına sevk etmesi, ilerliyoruz dedikçe gerilememiz, onların bu çeşit inkılapçılıklara âdeta sevk-i tabiiyle karşı olmasına yol açıyor.
Altyapıda, halkın menfaatına tek değişiklik yok, üst yapıda yapılan değişikliklerse yabancıların, bir de onlarla işbirliği edenlerin işine yaramış. Bizde inkılapçı demek, farkında olarak olmayarak, bir yabancının çıkarını müdafaa eden münevver demektir.”
Başkan Trump’ın bir tweeti ABD’nin yeni Orta Doğu politikalarının en çarpıcı özeti oldu: “Sınırı başkaları kontrol etsin. Biz petrolü güvence altına aldık. Petrolü seviyorum!”
Attilâ İlhan, Sırtlan Payı ’nda 27 Mayıs darbesinden geriye doğru Türkiye’de inkılapçılığın tarihini “bir bakıma yabancı müdahalelerin tarihi” olarak nitelendiriyor ve sözü sonunda petrole getiriyordu:
“Emperyalizm için (daha o zamandan) önemli olan petrol, petrolü ele geçirmek ise Arap ülkelerini Osmanlı’nın hâkimiyetinden kurtarmakla mümkün. İnkıraz hâlinde filan ama, asrın başında Osmanlı ta Yemen içlerine kadar hükmünü sürdürüyor. Bu hükmün azalışı, yani bu toprakların elimizden çıkıp emperyalistlerin eline geçişiyle, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki inkılap hareketlerinin inkişafı ters orantılıdır: Muvaffak olan her inkılap hamlesi, aşağı yukarı, bize bir eyalete mal olur. O kadar ki Abdülhamid’in sukutu bir despotluğun sonu olmuştur ama, sonraki on yıl içinde imparatorluk diye bir şey de kalmamıştır.”
Cumhuriyet inkılabına ve bilhassa Mustafa Kemal’e âşık olan kurgu ustamız, buna rağmen hilafetin kaldırılışını bile bu bağlamda değerlendirmekten geri durmuyor: “Ankara’nın hilafeti ilgası, şüphesiz muasır bir devlet olmamızı temin ediyor, lakin ne pahasına? Türkiye’nin Orta Doğu üstündeki yüzlerce yıllık nüfuzundan vazgeçilmesi pahasına değil mi? Miralayın saf saf inkılap sandığı tahavvülatın büyük bir kısmı, hakikat hâlde, Türkiye’yi Müslüman mazisinden, dolayısıyla Araplardan, yani petrol bölgesinden tecrit eden radikal tedbirlerdir.”1
Türkiye’de sanayileşme, ülkeyi petrol kuyularından uzaklaştıran inkılap hareketlerinin gölgesinde gerçekleşti. İki tür sanayici çıktı ortaya: komprador ve kapı kulu.
Birinciler, yabancı şirketlerin işbirlikçi acentesi; ikinciler Ankara’nın emir erleri. Attilâ İlhan’a göre, halkın inkılaplara direnmesinde bu gerçeklerin payı büyük: “Halka gerici deyip duruyoruz ya, bu gericiliğin izahı dediklerimde saklı: İleri olduğu iddia edilen her adımın, memleketi olduğundan daha berbat hayat şartlarına sevk etmesi, ilerliyoruz dedikçe gerilememiz, onların bu çeşit inkılapçılıklara âdeta sevk-i tabiiyle karşı olmasına yol açıyor.
Altyapıda, halkın menfaatına tek değişiklik yok, üst yapıda yapılan değişikliklerse yabancıların, bir de onlarla işbirliği edenlerin işine yaramış. Bizde inkılapçı demek, farkında olarak olmayarak, bir yabancının çıkarını müdafaa eden münevver demektir.”
Halide Edib ise Sonsuz Panayır’da “İki Binler” adını verdiği kapı kulu burjuvalarımızın nasıl boy verdiğine ayna tutuyordu: “İşte halis muhlis iki binler… Şehremini’deki iki odalı evden Fatih’te küçük bir apartmana, nihayet oradan Ayazpaşa’nın gösterişli lüks apartmanlarından birine sıçradılar. Evet, onlar, yürüye yürüye değil, sıçraya sıçraya vasıl olurlar! (…) Şu palabıyık, Ayıntaplı meşhur şakinin oğlu. İmzasını bile güçlükle atar fakat en aşağı üç milyonluktur. ”2 Zenginliklerini ne yazık ki kişisel yeteneklerine değil, siyasal “yatırımlarına” borçludur bu haydutlar.
Onun için, siyaset ve devlet adamları karşısında boyunları daima bükük, elleri sımsıkı bağlıdır. “Bunlar parti merkezlerine, halkevlerine, düğmelerini ilikler, ellerini kavuşturur, camiye girer gibi girerler. Değil bu yerlerin başkanına, hatta hademesine saygılarını sunmak için iki büklüm olurlar” (s. 114). Uyanıktırlar ama sık sık “dayı” değiştirirler. “Evlerinde, üstünde bir satır yazı yazmadıkları mükellef yazı masalarının karşısında, resmi asılı nüfuz sahibi bir siyasi dayının bir gün birdenbire resminin kalktığı görülür. Çünkü bugün karşısında göbek attıkları hamilerinin yıldızı söner sönmez, duvardaki resmi de yere düşer, birkaç gün sonra yeni sivrilen bir mevki sahibinin portresi duvara asılır” (s. 27).
Ağa girişimciden mektepli girişimciye
Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları romanında sadece esnaf Cevdet Bey’in büyük iş adamlığına yükseliş serüvenini resmetmekle kalmıyor, yeni kuşak “tahsilli girişimci” Ömer ile eski kuşak “ağa girişimci” Kerim Naci Bey’in sistemdeki yerlerini de tartışıyor. Ömer, Avrupa’da mühendislik tahsili yapmıştır. “Avrupa’dan çok şey öğrendim. Burada hımbıl bir insan olamam artık. Azla yetinemem. Bu hayatta bir şeyler yapmalı. Onu doldurmalı. Her şeyin ötesine geçmeli… Sıradan bir hayat istemiyorum ben!” Kerim Naci Bey ise âdeta atına atlamış bir Napolyon’dur.
“Herkes ağzı açık, hayran, el pençe divan durup bakıyor. O da ordusunu teftiş eden kumandan gibi başını sallıyor. Devlet denetmenleri de atlarıyla arkadan geliyor.” Ömer’in tek gayesi, para kazanmaktır. “Para kazanacağım! Bu parayla her şeyi ele geçireceğim! Her şeyi… Ben uyuz bir Türk olmak istemiyorum! (…) Sivas’a gidip para kazanacağım. Para kazanacağım! (…) Zengin ve dolu yaşamak istiyorum.”3
Milletvekili Muhtar Bey’in kızı Nazlı ile sözlüdür Ömer. Peki, bir milletvekili, fatih olma yolundaki bir girişimciye neler sağlayabilir? Ankara’da yeni yeni ihaleler alır şüphesiz, çok para kazanır, ona ve karısına hayran olurlar ve arkalarından “Şu Ömer Bey hiçbir şeyle yetinmez!” derler. Kemah’ta bir tünel ihalesi alan Ömer uzun zaman orada çalışır. Şantiyedeki ilginç tiplerden biri Herr Rudolph adındaki Alman mühendistir.
Gözü açılmış Türklere sadece hırslı olmanın yetmediğini, akıl ve ruhları aydınlanmadıkça “kasvetli Doğu dünyasında” yaşamaya devam edecekleri fikrini aşılamaya çalışır. Ömer kendisini Balzac’ın Goriot Baba romanındaki Rastignac’a benzetmektedir. Herr Rudolph güler: “Sizi Rastignac yapan tohum bu toprakta, Doğu’nun bu sert, acımasız toprağında nasıl yeşerir bilmem. Sizin hırslarınıza bu toprak uygun değil. Çünkü bu toprak eski ve verimsiz otlarından, dikenlerinden temizlenmedi.
Balzac’ın Rastignac’ının arkasında kanlı Fransız Devrimi vardı. Burada! Burada en büyük efendi hâlâ Kerim Naci Bey… Burada bütün demiryolu inşaatının en büyük patronu bir toprak ağası… Hem toprak ağası hem demiryolu müteahhidi, hem de milletvekili… Size birşey kalmamış dostum. Hah, ha… Yaşlı otlar, dikenler her yeri tutmuşken siz neyi fethedeceksiniz Herr Fatih?” (s. 282).
Buna rağmen, 1936 Şubatında Türkiye’ye dönen mühendis Ömer kendisini bir fatih, bir Rastignac sanmaktadır. Galata köprüsünü geçerken ‘Bir fatihim ben!’ diye düşünür. “Kendini hafif hissediyor, gök yıllardır ilk defa üzerine abanmıyordu.” Rastignac da Goriot Baba’yı gömdükten sonra Paris’e (“bu uğuldayan kovana”) balını önceden çeker gibi bir bakış fırlatıp “Şimdi çık karşıma!” diye meydan okumamış mıydı? Ömer de bütün Türkiye’ye meydan okuyor. Trende tanıştıkları ve “küçük zevkleri, küçük dertleriyle bu hayatın kendisi için yeterli olduğunu” söyleyen Sait Bey’e cevabı, bu Jön Türk’ün hakiki kişiliğini ele veriyor: “Küçük zevkler, küçük dertler bana yetmiyor. Çok şey yapmak istiyorum. Azla yetinmek istemiyorum. Benim hırsım belirli bir şeye karşı duyulan hırs değil! Her şeye karşı hırslıyım. Bütün o şeyi… hayatı, önüme gelen her şeyi ele geçirmek istiyorum.”
Her şeyi ele geçirmek, her şeyin kendi iradesine boyun eğmesini sağlamak! Bu uğurda bütün gelişmelerin onun için el ele verdiğini düşünüyordu Ömer. Kemah’taki tünel ihalesi, milletvekilinin kızı Nazlı ile nişanlanması.. her olay onu hedefine götürecek bir vesileden ibaretti. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa gerçekliğine kıyasla dile getirecek olursak, Ömer kanatları yeni palazlanan bir Mr. Dombey idi. Charles Dickens, Türk meslektaşından 130 yıl önce İngiliz toplumunun “yükselen orta-sınıf bireylerinin” hırslarını resmederken toplumbilimcilere parmak ısırtacak bir ustalık gösteriyordu: “O üç kelime -Dombey ve Oğlu- Bay Dombey’nin hayatının biricik düşüncesini ifade ediyordu. Yeryüzü Dombey ve oğlunun içinde ticaret yapmaları için yaratılmıştı, ay ve güneş onları aydınlatmak için.
Nehir ve denizler onların gemilerini yüzdürmek için düzenlenmişti; gök kuşakları onlara güzel havalar vaat ediyordu; rüzgârlar onların giriştiği işlerin lehine yahut aleyhine esiyor, yıldız ve gezegenler onların merkezinde yer aldıkları bir sistemi bozulmadan muhafaza etmek üzere yörüngelerinde dönüyordu. Yaygın kısaltmalar onların gözünde yeni anlamlar kazanıyor, anlamlarını sadece onlardan alıyordu: (Milattan sonra anlamına gelen) A.D.’nin anno Domini (Efendimizin yılı) ile hiçbir münasebeti yoktu, anno Dombei (ve oğlu) demekti o.”4
Aydınlan ki, dünyaya hükmet!
Çorak Anadolu’nun ortasında dağları delmeye uğraşan Ömer bu nevzuhur özelliklerini neye borçluydu? “Aydınlanma” arzusuna diyor Herr Rodolph. Anadolu’nun teknolojik imarına omuz vermeye çalışan bu çağdaş Faust’a göre, aydınlanmak “içine şeytan girmek” demekti. Refik ile Ömer’e Goethe’yi değil, Hölderlin’i okuyor ama, “Tıpkı muhteşem bir Despot gibi Doğu, gücü ve göz kamaştıran ışığıyla insanları yere çalar, insan orada daha yürümeyi öğrenmeden diz çökmek, konuşmayı öğrenmeden dua etmek zorunda kalır.” Doğu’nun “ruhuyla” uyuşamadığı için ülkesine dönmeye karar veren Alman mühendise göre bu iki Türk arkadaşı da “onlardan” değildir artık. “Siz de bu memleketin ruhuyla uyuşamıyorsunuz. Şeytan girmiş bir kere içinize, ruhunuza aklın ışığı düşmüş, artık yabancısınız, ne yaparsanız yapın yabancısınız” (s. 280).
Kant Aydınlanma’yı “insanın, kendisinin sebep olduğu bir sabâvet (çocukluk, ergin olmayış) durumundan kurtuluşu” olarak tanımlıyordu. Sabâvet bir insanın, başka birinin yönlendirmesi olmadan kendi aklını kullanamama iktidarsızlığıdır. Bu durum bir idrak eksikliğinden değil de, kendi aklını başkasının yardımı olmadan kullanma kararlılık ve cesaretinin olmayışından kaynaklandığı zaman ona insanın kendisi sebep oluyordur. Sapere aude! Kendi aklını kullanmaya cüret et! Ernst Cassirer’e göre, Kant’ın 1784 yılında yaptığı bu yorum Aydınlanma felsefesinin hem kesin düşünsel yönelimini hem de onun tarihî karakter ve misyonunu en açık biçimde tavsif etmektedir.
“Kuvvetini ilahi vahye dayalı bir inançtan alan ve esas olarak otorite ve gelenek güçlerince desteklenen görüşe karşı, Aydınlanma akla ve idrak güçlerine dayanan başka bir görüş ortaya koydu. Aydınlanma’nın tüm yönelimlerinin arkasındaki temel fikir şu kanaattir: İnsan aklı kendi gücü ile ve tabiatüstü yardıma başvurulmaksızın dünya sistemini kavramaya yeterlidir ve dünyayı bu yeni kavrama biçimi ona yeni bir biçimde egemen olmaya yol açacaktır.”
Dünyayı kavrama biçiminin “ona egemen olma” biçimini değiştirmesi, dünyanın dine göre meşrulaştırılmasının önemini kaybetmesi ve yeni bir meşrulaştırıcı gücün devreye girmesi ile mümkün olabilirdi. Bu sadece filozof, bilim adamı, tüccar gibi marjinal bireyler için değil, büyük halk kitleleri için de böyle olmalıydı. Yani “toplum”un ve “kültür”ün dinî kurum ve simgelerin egemenliğinden kurtarılması, sekülerleştirilmesi gerekiyordu.
Sekülerleşme sadece bir sosyo-strüktürel süreç değil, kültürel hayat ve tasavvurun bütününü etkileyen; sanatta, felsefede, edebiyatta ve en önemlisi (bağımsız ve tamamen seküler bir dünya görüşü olarak) bilimin doğuşunda “dinî muhtevanın azalması” sürecidir. Bu sürecin öznel bir yanı da vardır: Toplum ve kültürün sekülerleşmesinin yanı sıra bilinç de sekülerleşmekte; modern Batı, dünyaya ve kendi hayatlarına dinî yorumlardan yararlanmadan bakan artan sayıda “bireyler” meydana getirmektedir.6 Nobel ödüllü romancımızın daha ilk romanında bütün bu kritik ayrıntıların farkında olması, takdire şayandır.
Sekülerleşmenin temel taşıyıcısı modern iktisadi süreçtir, yani kapitalizmin ve özellikle sanayi kapitalizminin dinamiği. Modern anlamı ve muhtevasıyla bilim de bu sürecin bir parçasıdır. Ama acaba Batı geleneği içinde, görünüşteki zıtlaşmaya rağmen, bir süreklilikten söz edemez miyiz?
Daha açık ifadeyle, bizzat Batı’daki “din geleneği” sekülerleşmenin tohumlarını kendi içinde taşıyor olamaz mı? Peter L. Berger, “Modern dünya, Hristiyan ruhunun yüce bir gerçekleşimi olarak (Hegel) yorumlanabilir veya Hristiyanlık modern dünyanın kasvetli havasının sorumlusu olan esas patojenik faktör olarak (Schopenhauer ve Nietzche) görülebilir” diyor. Müslümanları da artık yakından ve derinden ilgilendirmesi gereken bu incelikli tartışmaya 2020’de devam edelim.
Attilâ İlhan, Sırtlan Payı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yay., 2016, s. 252-3.
Halide Edib, Sonsuz Panayır, İstanbul: Can, 2016, s. 40-3.
Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul: Can, 2012, s. 128-9.
Charles Dickens, Dombey and Son, New York, 1963, s. 30.
Ernest Cassirer, “Enlightenment” maddesi, Encyclopedia of Social Sciences, 1931.
Peter L. Berger, The Social Reality of Religion, Londra: Penguin,1973, s. 113.
Mustafa ÖZEL
Kaynak: Nihayet