- Bu yazı, Ekonominin Temel Konuları ve İslam Ekonomisi adlı kitabımızdaki ilgili bölümden hareketle kaleme alınmıştır.
Malum olduğu üzere bugünlerde Türkiye’de ekonomi alanında sıkça konuşulan konu enflasyondur. İslam ekonomisi/iktisadı açısından enflasyon meselesinin içerisinde yer aldığı önemli bir tartışma mevzusu ise “enflasyon endekslemesi”dir. Bu yazıda elimden geldiğince İslam ekonomisi çerçevesinde bu meseleyi 2 temel görüş üzerinden anlatmaya çalışacağım. Daha önce de belirttiğim gibi resmi olarak fıkıh eğitimi almadığımdan dolayı bu yazı neticesinde “helal” ya da “haram” veya “caiz-caiz değildir” gibi fetva cümleleri yer almayacaktır. Lakin kendi kişisel hayatımda bu konuya dair yaklaşımımı da aktararak yazıyı bitireceğim.
Enflasyon Endekslemesi Nedir?
Öncelikle enflasyon endekslemesinden kasıt, enflasyonla düşen değer kadar borç geri ödemelerine ilave yapılmasıdır. Örneğin bugün 1000 TL borç veren birisi, bu parayla satın alabildiklerini bir yıl sonra ancak 1200 TL ile alabiliyorsa %20 enflasyon var demektir ve borç geri ödemesini 1000 TL olarak değil de enflasyonu göz önünde bulundurarak 1200 TL olarak almalıdır denmektedir. Enflasyon endekslemesi kapsamına, altına, herhangi değerli bir metale, dövize ya da beyaz eşya gibi mallara dayalı endeksleme de dahildir.
İslam Tarihinde Enflasyon Endekslemesi
Enflasyon endekslemesine dair bazı âlimler (M. A. Mannan, Ali Bakkal gibi) olumlu görüş serdederken bazıları da olumsuz görüştedir (M. U. Chapra, M. Kahf, M. N. Siddiqi, T. Usmani gibi). Bu iki grubun temel görüşlerini ve görüşlerine sebep olarak gösterdikleri hususları zikretmeden önce şu soruyu cevaplamak önemli diye düşünüyorum: İslam’ın ilk yıllarında ya da İslam iktisat tarihi boyunca enflasyon endekslemesini gündeme getirecek durumlar hâsıl olmamış mıdır? Bu soruya cevaben bazıları (Ali Bakkal gibi) Müslümanların iktisadi tarihi boyunca çoğunlukla altın ve gümüş paralar kullandıkları için bunlarda fazlaca enflasyon olmadığını dile getirmektedir. Fakat eski tarihlerde de enflasyon gerçekleştiğini dile getirenler de vardır. Bu ikinci görüş kapsamında Kallek, araştırmalarına binaen Dört Halife Dönemi’nin sonlarına doğru %800’lere varan enflasyonun tecrübe edildiğini bildirmektedir. Kallek’e göre işte bu enflasyon dönemlerinde dönemin en vasıflı malı olarak görülen devenin fiyatına endeksleme yapılarak, diyet ödemelerinde bu enflasyon farkı dikkate alınmıştır. Kallek, bu noktada şunu da sormaktadır: Bu uygulama borçlar için de genişletilebilir midir? (Çünkü Kallek’in anlattığı uygulama yalnız DİYET ödemeleri içindir, borç için değildir.). Nitekim fıkıh âlimleri de temelde bu soruyu cevaplamaya çalışmış, hatta bu kapsamda alım-satımda (bey), ödünç (karz) ve borç ilişkilerinde enflasyondan kaynaklı değer farkının hükmünü incelemiştir. Bunu yaparken de klasik fıkıh kaynaklarından hareket edilmiştir.
Klasik Fıkıhta Enflasyon Endekslemesi
Klasik fıkıh kaynaklarındaki ilgili hükümlere dair Hamdi Döndüren şunları dile getirmektedir: Felsler yani altın ve gümüş dışındaki madenlerden yapılan ve değeri oynak olan, özellikle para ödemelerinde üstünü tamamlamak adına kullanılan madeni paraların satın alma gücündeki değişmeler, iki ana başlıkta incelenmiştir: Tamamen ortadan kalkmaları durumu ve satın alma gücünün değişmesi durumu. İlk duruma göre ödünç akdinde Ebu Hanife’ye göre misliyle (yani ödünç miktarı neyse aynıyla) ödeme yapılması gerekirken; İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre kıymet/değer kaybı göz önünde bulundurularak ödeme yapılmalıdır. İkinci durumda ise Ebu Hanife’ye göre yine misliyle ödeme yapılması gerekirken; Ebu Yusuf’a atfedilen ikinci görüşe göre değer değişimi dikkate alınarak ödeme yapılmalıdır. Fakat Döndüren’in de belirttiği üzere, Ebu Yusuf’un bu görüşü yalnızca fels ve mağşuş (saf olmayan, katkılı) paralarda enflasyon farkını kabul ettiği anlamına gelmektedir. Şâfiîler ise paranın hiç bulunmaması durumunda ya da tamamen değer kaybetmesi durumunda kıymetiyle ödenmesi görüşündedir.
Ali Bakkal da klasik fıkıh kaynaklarındaki konuya ilişkin görüşleri özetlemiştir. Buna göre, felslerin değerinin değişimi durumu üç açıdan ele alınmıştır; tedavülden kalkma/kesad, piyasadan tamamen çekilme/inkıta ve değerinin değişmesi. Bunlardan ilkinde Ebu Hanife’ye göre alım-satım (bey) fasit olur, karz ise misliyle ödenmelidir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre, alım-satım bâtıl olmaz ama karz, kıymetiyle verilir. Mâlikî ve Şâfiîlere göre bey akdi ile zimmette sabit olduktan sonra eda edilmeden kesada uğrarsa bâtıl olmaz. Karzda ise misliyle ödeme yapılması gerekir. Yani tedavülden kalkma durumunda anlaşma ister salım-satım ister karz (borç) olsun, misliyle ödeme yapılması dışında bir görüş yok gibi gözükmektedir. İkinci durumda (paranın tamamen çekilmesi durumunda) Ebu Hanife’ye göre hüküm kesad ile aynıdır. Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Mâlikî ve Şâfiîler’e göreyse kıymetiyle verilmelidir. Demek ki ikinci durumda da kıymetiyle ödeme dışında bir seçenek gözükmemektedir. Son durumda yani felslerin değerinin değişmesi (ki bu, özellikle enflasyondan kaynaklanabilir) durumunda Ebu Hanife’ye, Mâlikîler’e ve Şâfiîler’e göre karz misliyle verilmelidir. Ebu Yusuf da ilkin bu görüşteyken, daha sonra kıymetiyle verilmesi görüşüne dönmüştür.
Özetle, Hamdi Döndüren’in de incelediği üzere, felsler hakkında (felsleri dikkate almamızın sebebi bugün özelde madeni para genelde paranın değerli metale dayanmamasından kaynaklanmaktadır fakat bu görüşün ne kadar isabetli olduğu aşağıda tartışılacaktır) 3 durum vardır ve bunlardan bizi ilgilendiren, değerinin değişmesi durumudur. Bu durumda da borç ilişkileri kapsamında değer kaybının dikkate alınarak ödeme yapılmasına cevaz veren tek kişi Ebu Yusuf’tur. Fakat bu görüşü de ikinci görüş olarak zikredilmektedir. (Burada şunu açıklamakta yarar vardır: Fıkıh literatüründe mallar mislî veya kıyemî olarak iki gruba ayrılmaktadır. İlki, mislî yani miktarı, ölçüsü, ağırlığı aynıyla bulunabilir mallar içinken ikincisi ise mislinin bulunması zor olan, dolayısıyla kıymeti/değeriyle işlem gören mallar içindir.) Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus şudur; Ebu Yusuf’un görüşü yalnız fels ve mağşuş paralarda enflasyon farkını kabul ettiği anlamına gelmektedir; altın ve gümüş paraları kapsamamaktadır.
Enflasyon Endekslemesine Onay Verilmesinin Sebepleri
Bakkal bugün için enflasyon endekslemesine izin verilme sebeplerini temelde şöyle sıralamaktadır:
- Akit gününde değer esası: Bu, Ebu Yusuf’un görüşüne dayanmaktadır.
- Malların tazminatı
- Ayıp ve kusur nazariyesi
- Aldatmanın olmaması esası
- Zararın izalesi prensibi
- Bâtıl yolu kapama esası
- Sermayenin tabana yayılması esası
- Adalet ve maslahat
- Faiz nazariyesi
Benzer sebepleri Habergetiren de dile getirmiştir. Bunların tek tek değerlendirmesine geçecek olursak, öncelikle, değer kaybı hususunda yalnızca felslerin dikkate alınması, enflasyon farkının ya da borcun kıymet/değer değişimiyle verilmesi yönündeki görüşün yalnızca felsler için geçerli olmasındandır. Aynı durumu kâğıt paralar için de geçerli saymak adına, kâğıt paralar felslere benzetilmektedir. Bu noktada sorulması gereken soru şudur; bu benzetme ne kadar doğrudur? Örneğin Döndüren, hatta Bakkal’ın kendisi dahi kâğıt paraları altın ve gümüş paralara (yani felslere değil) benzer saymaktadır. Altın ve gümüş para ise mislȋdir. Buna dair İslam Kalkınma Bankası’nın 1987 tarihli atölyesinde şu karar alınmıştır: Mislîlik koşulu, ölçü, tartı, sayı ve miktarda benzerliktir; değerde değil. Mansoori de bu konuya dair şöyle demektedir; endeksleme yanlılarına göre sadece altın ve gümüş gerçek paradır. Fakat Qardawi gibi hocalara göre para yalnızca altın ve gümüş değildir; para fonksiyonunu yerine getiren bütün paralardır ki bu anlamda kâğıt para tam bir paradır. İlaveten, tıpkı Bakkal’ın iddia ettiği gibi altın ve gümüşün değerinin kâğıt paraya nazaran dalgalı olmadığı (ya da daha az dalgalı olduğu) da bugün için çok geçerli değildir.
Mansoori, yukarıda listelenen diğer esaslara ve nazariyelere dair şunu dile getirmektedir; “zararın telafisi” bir külli kaidedir ve ribaya/faize dair (çünkü enflasyon endekslemesi uygun değilse istenen fark faiz olacaktır!) Kur’an ve sünnetle çeliştiği an ona itibar edilmez. 4., 5. ve 8. maddeler birbirine benzer olup bunlar genel itibariyle adalet mevzusuna ilişkindir. Fakat burada şu soru sorulmalıdır; enflasyona ve dolayısıyla onun yol açtığı zararlara kim sebebiyet vermiştir? Borçlanan mı? Elbette cevap, borçlanan değildir. O hâlde zararı telafi etmek ya da adaleti sağlamak, enflasyon farkını ödemekle neden ona yüklenmektedir? Bu soruyu Armağan da sormaktadır. Son olarak, Mansoori, enflasyon endekslemesiyle oluşabilecek bazı sıkıntılara da değinmektedir; örneğin, borçlar ancak ödeme günü netleşeceği için gharar (aşırı belirsizlik) ve cehl (bilinmezlik) ortaya çıkacaktır. Çünkü enflasyon farkı ancak sonda eklenirse faiz olmaktan kurtulmaktadır. Baştan enflasyonun ne kadar olacağı bilinmemektedir. İkinci olaraksa buna izin verilmesi faize (özelde riba el-fadl’a yani fazlalık faizine) kapı aralayacaktır zira insanlar borçlara fazlalık almaya alışacaktır.
Enflasyon Endekslemesine Dair Diğer Tartışmalı Hususlar
Bu kısımda yer alan hususlar kişisel olarak aklıma gelen mevzulardır. Buna göre, kendisine dair endeksleme yapılması istenen enflasyonun tam olarak nasıl belirleneceği meselesi önemlidir. Enflasyon endekslemesine cevaz verenlerin çözümü genelde TÜFE’ye (Tüketici Fiyat Endeksi) göre endekslemedir. Fakat burada da bu sepete nelerin gireceği önem arz etmektedir. Bu sebeple enflasyon sepeti yerine altın veya dövize endeksleme önerileri de gündeme getirilmektedir. Fakat bunda da altın ve dövizin fiyatlarındaki dalgalanma riski vardır. Dolayısıyla altın ve döviz fiyatlarının bir anda çok ciddi anlamda yükseldiği zamanlarda borç alanlar için zorluk ortaya çıkacaktır. Bu tartışma aslında daha derininde değerin ne olduğu ve nasıl ölçülebileceği tartışmalarına uzanmaktadır ki değer mevzusu konvansiyonel iktisatta dahi çok netleştirilememiş, soyut kalan bir mevzudur. Burada bunun detayına girmek imkânı yoktur.
Bir diğer soru, resmî borç ilişkileri dışında, gerçek kişilerin borç ilişkilerinde bu hesaplamanın doğru bir şekilde yapılıp yapılmadığını kimin denetleyeceği meselesine dairdir. Zira hesaplamalardaki herhangi bir hata, faize ve zulme sebep olacaktır.
Bir başka husus, her ne kadar çok yaygın olarak görülmese de enflasyon değil de enflasyonun tersi olan deflasyonun (yani paranın değer kazanması durumu) söz konusu olduğu zamanlarda, verilen borçtan daha azının geri alınmasının da kabul edilmesi gerekmesidir. Oysa borç verenlerin, verdiklerinden daha az miktarda bir parayı kabule yanaşmaları çok gerçekçi gözükmemektedir.
Akla gelebilecek bir başka soru da şudur; bütün enflasyon farkları karşılanmalı mıdır? Ya da bunun bir sınırı var mıdır? (Örneğin sadece %20 üzerin enflasyon farkının karşılanması gibi). Eğer var ise bu sınır neye göre belirlenecektir? Literatürde buna yönelik cevaplar bulunmamaktadır. Dolayısıyla sanki durum şöyle anlaşılmaktadır; ister %5 olsun ister %10, ya da %100, bütün enflasyon farkları endekslemeye tabi tutulmalıdır. Bunun ne kadar uygun olduğu tartışma götürecektir. Nitekim Kahf, (Kendisiyle kişisel olarak iletişime geçilip ilgili sorunun cevabı alınmıştır.) ancak paranın neredeyse tamamen değerini yitirdiği durumda endekslemenin gündeme gelebileceğini, fakat böylesi bir durumda bile genele teşmil bir fetva yerine bireysel durumlara göre değerlendirme yapılacağını belirtmektedir. Bu noktada maaşların enflasyona göre güncellenmesi meselesi bununla kıyas edilmek istenebilir ancak yine Kahf’ın belirttiği üzere maaşlar icare sözleşmelerine dayalıdır ve her dönem yenilenebilir niteliktedir. Oysa aynı şey borç ve ödünç işlemleri için söz konusu değildir.
Netice
Sonuç itibariyle, her ne kadar enflasyon endekslemesi gittikçe daha çok gündeme gelen hatta Türkiye genelinde yaygın bir şekilde cevaz verilen bir mevzu olsa da hakkında ciddi tartışmalar mevcuttur. Buna onay verenlerin görüşü temelde Ebu Yusuf’un yalnızca felslerle (değerli olmayan madene dayalı metal para) ilgili olan görüşüne dayanmaktadır. Oysa kâğıt paranın fels olarak alınıp alınamayacağı tartışmalıdır. İkinci olarak, enflasyon endekslemesine onay verenlerin öne sürdüğü diğer sebepler de tartışmaya açıktır.
Kendi kişisel uygulamama gelince (bu bir fetva değildir, sadece kendi hayatımdaki uygulamamdır), ister ufak bir meblağ ister büyük bir meblağ olsun borç ilişkilerinde herhangi bir şekilde (dövize, altına, vb. dayalı) enflasyon farkı almamayı tercih ediyorum. Buna karşı sıkça duyduğum argüman ise şu oluyor: “Ama paramızın değeri düştü. Kayıptayız.” Bu argümanda bazı problemler olduğunu düşünüyorum. Öncelikle paramızın değeri düşse bile bunu karşıdaki yapmadı. Yükü tamamen ona bindirmek bana adaletli gelmiyor. İkincisi, HAKİKATte kayıpta mıyız? Verilen borçlardan yeri gelince feragati dahi öneren, bunun karşılığını Allah’ın dünyada ve/veya ahirette vereceğini VAAD ettiği bir dini anlayışta dünyalık anlamda göreceli olarak kayıp gözüken şey gerçekte kayıp mıdır tartışılır. Sanırım bu durumda böyle bakamamamızın temel sebebi, dünya görüşümüzü dünyalık görüşlerin yönlendirmesi. Son olarak, eğer borç alan kişi her halükârda tüm ısrarlara rağmen borç vereni zarara uğrattığı düşüncesiyle borcunu daha güzeliyle ödemek isterse bu da takvadandır. Lakin buradaki husus, bunun toplum nezdinde sürekli ve zorunlu hale getirilmemesidir çünkü o halde verilen artık hediye olmaktan çıkar.
Zeyneb Hafsa ORHAN
Kaynakça:
Kallek, C. (2020). Medine Pazarı, Sahabe Dönemi İktisadi Hayat ve Günümüze Yansımaları, Boğaziçi Yöneticiler Vakfı.
Döndüren, H. (1987). İslam’da Para-Kredi, Faiz ve Enflasyon İlişkileri, İslami Araştırmalar, Sayı 3, Ocak.
Bakkal, A. (1995). İslam Hukukunda Para ve Faiz Telakkisi Zaviyesinden Enflasyon Farkının Ödenmesi Problemi, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 1, No. 1, ss. 45-80.
Bakkal, A. (1995). A.g.e.
Habergetiren, Ö. F. (2017). İslam Hukukunda Paranın Değer Kaybının Ödenmesini Gerektiren Esaslar, Türkiye İlahiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, No. 1, ss. 19-31.
Mansoori, M. T. (1998). Indexation of Loans: A Shariah Perspective, Islamic Studies, Cilt 37, No. 1, ss. 103-116.
Armağan, S. (2005). İslam Ekonomisi, İstanbul: Gündönümü Yayınları.
Mansoori, M. T. (1998)., A.g.e.