Anasayfa Köşe Yazıları Teorik ve Tarihsel Bağlamda İslam’da Sigorta

Teorik ve Tarihsel Bağlamda İslam’da Sigorta

by

Sigortanın özünü taşıyan risk paylaşımına dair uygulamalar milattan önceye dayanmaktadır. Bunların Eski Mısır ve Babil’e, dolayısıyla Hammurabi kanunlarına dayandığı kabul edilir. Ticaret kervanlarının yolda uğradığı zararları tüm kervanların yardımlaşarak birlikte ödemesi kanun haline dahi getirilmiştir. Yine Hinduların sigorta mahiyetinde bir kredi anlaşması yaptıkları bilinmektedir. Milattan önceki uygulamalarda sigortanın bir düşünce olarak var olduğu söylenebilir. Bununla birlikte günümüzdeki sabit prim ödemeli sigorta anlayışının nüvelerini milattan sonra Akdeniz deniz ticaretinde görmek mümkündür. Grek ve Roma deniz ticaretinde rastlanan “deniz ödüncü” ile “şartlı satış müesseseleri” bu tür uygulamalardandır. Bugünkü anlamıyla sigortanın ise 14. yy’da İtalya’da deniz ticareti vesilesiyle ortaya çıktığı kabul edilir. Özellikle 18. yy.’da İngiltere’de önemli bir gelişme göstermiştir. 19. yüzyıldan itibaren sigortacılığın her türlü rizikoyu içeren bir sistemi ve reasürans kurumlarına varıncaya kadar birçok enstrümanı gelişmiştir. 20. yy’da ise artık sigortasız ticaret yapılamaz hale gelmiştir (Arseven, Sigorta Hukuku, 14; Hacak-Gürbüz, “İslami Finansta Sigorta ve Katılım Sigortası (Tekâfül)”, 302-303).

Tarihsel bağlamda İslam toplumlarında ilk günden itibaren risk paylaşımı mahiyetinde dikkate değer uygulama ve kurumların ortaya çıktığı görülür. Bunların bir kısmı hukuki teorik temele dayandığı gibi, bazıları da ticari ve örfi yapılardır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki İslam toplumlarında ilk dönemlerden itibaren çok önemli sosyal güvenlik müesseseleri ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bunlar tam anlamıyla günümüzdeki sigortayı temsil etmese de o dönemlerde risk paylaşımı ve sosyal güvenlik alanlarında teorik ve kurumsal düşüncenin varlığına işarettir. Arka planında güçlü teori bulunan tenasur, âkıle, hilf, vela gibi hukuki kavram ve müesseseler fıkıh tarihinde önemli yere sahiptir (Hacak-Gürbüz, “İslami Finansta Sigorta ve Katılım Sigortası (Tekâfül)”, 303.) İslam tarihinde bunun en somut ilk örneklerinden biri âkıle sistemi temelinde Medine vesikasında zikredilen mali sorumlulukla ilgili maddelerdir. Bu sözleşmedeki maddelerden biri şöyledir: “Müslümanlar kendi aralarında ağır malî sorumluluk ve yükler altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmayıp örfe (zamanın şartlarına) göre ortaklaşa ona yardımcı olacaklardır” (Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku’s-siyâsiyye, 59-60).

Yine tarihi süreçte vakıf müessesesinin de pratikte risk paylaşım işlevi gördüğü bilinmektedir. Örneğin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde şehir ve köy halkı için önemli bir sosyal güvenlik kurumu mahiyetinde olan avarız vakıfları böyledir. Bu vakıfların geliri zamanla yangın, deprem, su baskını, salgın hastalıklar gibi afetler, fakir dul ve yetimlerin ihtiyaçları ile bir takım kamu hizmetlerinde harcanarak geniş bir sosyal yardımlaşma, dayanışma ve risk paylaşımı kurumu hâline gelmiştir. Osmanlı’da fütüvvet ve ahilik kurumları ile sosyal yardımlaşma dernekleri olan loncalar sosyal dayanışma ve risk paylaşımı esasına dayanmaktaydı. Bütün bunlar kendi devirlerinde sigorta benzeri işlev yürütüyorlardı (Hacak-Gürbüz, “İslami Finansta Sigorta ve Katılım Sigortası (Tekâfül)”, 304-305.)

Akıle sistemi ilk zamanlarda kabile sistemine dayalı iken Hz. Ömer dönemine gelindiğinde divan teşkilatı kurularak onun yerine geçirilmiştir. Nitekim Hanefiler sürdürülebilir bir sosyal dayanışma arayışı neticesinde belli zaman sonra kabile sisteminden vazgeçilip, divan sistemine geçildiğini kabul ederler. Tarihi süreçte bu sistemin sanat ve meslek erbabına yani mesleki dayanışmaya dönüştüğü, bunun da bulunmadığı yerlerde insanların salt kendi yeminleri (hilf) ve karşılıklı sözleşmeleriyle aralarında bir dayanışma ve yardımlaşma birliği oluşturup akile şeklinde örgütlenebileceği kabul edilmiştir (Okur, İslam Hukukunda Sosyal Sorumluluk Âkıle Örneği, 324-332; Hacak-Gürbüz, “İslami Finansta Sigorta ve Katılım Sigortası (Tekâfül)”, 304). Hanefi hukukçular, bu noktada Hz. Peygamber’in gençlik yıllarında katıldığı hilfu’l- fudûl denilen uygulamaya atıf yaparlar. 

Yine bu bağlamda önemli bir kavram Arap olmayan milletlerden yeni Müslüman olanların İslam toplumundaki sosyal dayanışmaya katılmasını amaçlayan mevle’l-muvâlât’dır. Bu, sözleşme ile kurulan bir sosyal kurum olan velâ bağıdır. Hz. Peygamber, “Bir kavmin mevlâsı (âzatlı kölesi) kendilerindendir, halîfleri kendilerindendir” buyurmuştur (Müsned, IV, 340). Hanefilere göre hadiste geçen halîften (yeminli) maksat mevle’l-muvâlât’tır; zira Araplar muvâlât sözleşmesini yeminle teyit ederler. İslâm’ı seçen bir kişi İslâm ülkesi vatandaşı bir Müslümana, “Sen benim hamim ol. Ben bir cinayet işlersem benim adıma diyet ödersin, ben ölünce de sen bana vâris olursun” şeklinde teklifte bulunur, o da bunu kabul ederse aralarında muvâlât sözleşmesi kurulmuş sayılır. Bu sözleşme sebebiyle velâ hakkını elinde tutanın sözleşmeli mevlanın suç işlemesi durumunda kendi âkılesiyle birlikte onun diyetini ödeme sorumluluğu vardır. Buna karşılık mevlânın vefatı halinde daha yakın akrabaları bulunmadığı takdirde mirasını alma hakkı elde etmektedir. Velâ, İslâm toplumunun erken dönemlerinde Müslümanlığı yeni kabul eden kişinin hukukî bir statü elde ederek kabile dayanışmasına bağlı bazı haklardan istifade etmelerine imkân sağlayan bir tür sosyal yardımlaşma ve güvenlik kurumudur (Şükrü Özen, “Velâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/vela).

Muvalat, ilerde gerçekleşebilecek bir rizikonun ihtimâle bağlı bir bedel karşılığında üstlenilmesi işlemine en yakın örneklerden biridir. Nitekim muvalat dayanışma ve risk paylaşımı gayeli bir akit olup salt teberru mahiyetinde görülen ve spesifik akitlerdeki şartlar bunda aranmaz. Ayrıca muvâlât akdi riba ve garar açısından eleştirilmediği gibi buradaki damanın ücret karşılığında olması bakımından da eleştirilmemiştir. Bazı araştırmacılar sigortayı veya risk paylaşımını İslam hukuku açısından da doğal sabit bir ihtiyaç kabul ederek sigorta şirketlerinin sundukları damân karşılığında bir bedel almalarının meşru olduğunu söylemektedirler (Hacak, “İslâm Hukukunda Sigorta”, 47).

Hanefi mezhebi tarafından meşru kabul edilen bu müesseseyle topluma dışarıdan gelen kişi o zamanki toplumdaki sosyal güvenlik ve risk paylaşımı ağının içine alınması demektir (İbn Adibîn, Reddü’l-muhtâr, VI, 119). Güvence veren kabile-akile üyesi kişi, bu sözleşme yoluyla, adeta verdiği güvencenin bir karşılığı olarak, güvence kazanan kişiye belirli kurallar dâhilinde mirasçı olur (Hacak-Gürbüz, “İslami Finansta Sigorta ve Katılım Sigortası (Tekâfül)”, 304). Bu akit arz ettiği özellik doğrultusunda mana bakımından ivazlı, sureten teberru şeklinde kendine özgü bir nitelikte görülmüştür. Ancak taraflardan birinin kararlaştırılan bedellerden birini ödemesi durumunda akit ivazlı hale gelir. Oysa çağdaş bazı araştırmacıların bakış açısıyla yaklaşıldığında bu akitteki garar ve riba ihtimâli sigortadakinden daha fazla olacaktır (Hacak, “İslâm Hukukunda Sigorta”, 41). Ancak klasik Hanefi hukuku bunu kabul etmiştir.

Çağdaş sigorta hukuku sigorta akdinde mübadele edilen şeylerin, prim ile sigorta himâyesi olduğunu kabul etmiştir. İslam hukukundaki damân kavramı mahiyet olarak sigorta himâyesi anlamını çağrıştırır. Ali el-Hafif ve bazı araştırmacılar ticari sigortada mübadele olunan bedellerin, sigorta primine karşılık sigortacının üstlendiği tazmin sorumluluğu (damân) yani bir anlamda sigorta himayesi olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu öneri ile onlar sigorta akdinde garar, cehalet ve riba gibi gayri meşru işlemler bulunduğu iddiasına cevap vermek istemişlerdir. Temelde daman sigorta bedelinden farklı mahiyette olsa da sonuç itibariyle sigortacının tehlikeden doğan zararı kapatmak veya bunu tazmin etmek üzere taahhütte bulunmasıdır. Bu teoriye göre bedellerden biri prim, diğeri ise daman yani zararın telafisi ve garantisidir. Sigortalı prim karşılığında zorunlu olarak bir mal almayı talep etmemektedir. Bu açıdan bakıldığında bedeller aynı cins olmadığı için bu sözleşmede ribadan söz edilemez. Yine iddia edilen garar da sigorta akdinde sigorta edilen değer ve tehlikenin tam olarak ne olduğu tespit edildikten sonra neredeyse ortadan kalkmış olacaktır. Buna karşılık çoğunluk araştırmacılar İslâm hukukundaki damânın bedel karşılığında olamayacağı ilkesinden hareketle sigortanın bedelli bir akit olmayıp bir teberru akdi olduğunu savunurlar. Akile sisteminden de hareketle bu düşünce tekâfül sisteminin temelini oluşturmuştur. Ayrıca tekâfülün meşruiyeti için ileri sürülen delillerden biri olan kefalet akdi de teberru nitelikli bir akittir (Hacak, “İslâm Hukukunda Sigorta”, 42, 46).

İslami sigortanın meşruiyetine teorik anlamda delil olarak kullanılan akitlerden biri de kefalet akdidir. Nitekim tekâfül kelimesi de kefaletle aynı kökten gelmektedir. Kefaletin daman ile ilişkisi de burada dikkate alınmalıdır. Nitekim kefalet akdinde önceden doğmuş olan bir borç üzerine damân söz konusudur. Bununla birlikte akit yapıldığı anda bilinmeyen ve daha sonra doğacak bir borç için kefalet sözleşmesi yapılması çoğu fıkıhçı tarafından caiz görülmüştür (Ali el-Hafîf, et-Te’mîn ve hükmühû, 56). Ancak kefalet sözleşmesi ile sigorta sözleşmesi arasında bir fark bulunmaktadır. Kefalet kefil olana rücu hakkı verirken, sigorta akdi ise borcun himayesi (daman) ile doğup sonradan rücu hakkının bulunmadığı yeni bir akit çeşididir. Buradaki en büyük sorun ise kefaletin Allah rızası için yapılan karşılıksız bir akit olup buna karşılık bir ücretin alınmasının caiz olmamasıdır. Ali el-Hafif bu soruya ise işlemin örfte yerleşerek kabul görmesinin yeterli olacağı açıklamasıyla cevap vermiştir (Ali Hafif, et-Te’mîn ve hükmühû, 20, 54-55; Hacak, “İslâm Hukukunda Sigorta”, 46).

Klasik fıkıh eserlerinde günümüzdeki teknik anlamıyla sigorta mahiyeti taşıyan veya tam olarak ona benzeyen bir akit türüne doğrudan rastlanmamaktadır. Bu sebeple bu tür bir akdin hükmü konusunda açık bir beyan bulunmamaktadır. Bununla birlikte sigortanın farklı tipleriyle benzerlik gösteren bazı sözleşme ve risk paylaşım türlerine rastlanabilmektedir. Günümüzdeki anlamıyla sigorta konusunda fıkıh literatüründe ilk bilgi bilenebildiği kadarıyla İbn Âbidîn (ö. 1836) tarafından ortaya konulmuştur. İlgili yerlerde İbn Âbidîn sigorta sisteminin mahiyetini derinlemesine analiz etmemiş, konuya fetva cihetiyle bakarak meseleyi İslam ülkesinde müste’men (geçici ikamet vizesi almış) olarak bulunan gayri müslim sigorta acentesinin işlemleri bağlamında değerlendirmiştir. Bu acentelerin risk gerçekleştiğinde sigorta tazminatı ödemek üzere borçlanmalarına ve bir Müslümanın da müste’men sigorta acentesinden sigorta bedelini almasına İslam hukukunun klasik kavram ve akitlerinden hareketle bir zemine oturtamadığından dolayı cevaz vermemiştir. Dolayısıyla meseleyi teknik açıdan analiz edip teorik olarak izah etmeye uğraşmamıştır. İbn Âbidîn’in sigortaya olumsuz bakan bu fetvası on yıllarca İslam dünyasında etkili olmuştur. Her ne kadar Mısırda 1900’lü yıllarda cevaz yönünde görüş beyan edenler olmuşsa da meselenin derinlemesine tahlili gecikmiştir. Bu konuda meseleyi gerçek mahiyetiyle ele alıp hem tarihsel bağlamıyla hem de teorik olarak İslam hukuku akit nazariyesi çerçevesinde ilk ele alanlar Ali el-Hafif ile Mustafa Ahmed ez-Zerkâ olmuştur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IV, 170; Zerkâ, Akdü’t-te’mîn, 21-23; Okur, İslam Hukukunda Sosyal Sorumluluk Âkıle Örneği, 325-326; Hacak, “İslâm Hukukunda Sigorta”, 32-35; Hacak-Gürbüz, “İslami Finansta Sigorta ve Katılım Sigortası (Tekâfül)”, 305).

Tartışmalar neticesinde sigorta konusunda günümüzde üç farklı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Birincisi sigortaya tüm türleriyle karşı olanlardır. Sayıları oldukça az olup, gittikçe de azalan bu grup ticari olan veya yardımlaşma (kooparatif / katılım) olan ayrımı da yapmaksızın her türlü sigorta işleminin haram olduğunu savunmaktadırlar. İkinci grup ise ticari (konvansiyonel) sigorta ile yardımlaşma (kooparatif / katılım) sigortası arasında keskin bir ayrım yaparak ticari sigortanın haram, yardımlaşma sigortasının ise meşru olduğunu savunanlardır. Bu konuda görüş belirten araştırmacıların çoğunluğu bu görüştedirler. Üçüncüsü ise ticari sigorta ile yardımlaşma sigortası arasında zannedilenin aksine dikkate alınacak bir fark olmadığını ileri sürenlerdir. Dolayısıyla sadece yardımlaşma sigortasının değil, ticari sigortanın da islami ilkelerle çelişmediğini, hepsinin risk paylaşımı kurumu olduğunu savunurlar. Bu görüş Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Ali el-Hafif, Muhammed el-Behiy, Muhammed Necatullah Sıddikî gibi çağdaş İslam hukukçuları tarafından dile getirilmiştir (Hacak, “İslâm Hukukunda Sigorta”, 37-38).

Bu görüşler içerisinden çoğunluğun görüşü hemen bütün İslam dünyasında tercih edildiği için alternatif yardımlaşma sigorta arayışına gidilmiş ve neticede tekâfül adı verilen bir İslami sigorta türü ortaya çıkmıştır. Temel mantık itibariyle kooperatif sigortaya dayanan tekafül yardımlaşma düşüncesini geliştirerek kurumsal bir boyuta ulaşmıştır. Son yıllarda ise İslami finans kurumlarıyla entegre bazı yeni modeller de ortaya konmuştur. 

Günümüzde muhtemel ticari vs. riskler ve bu risklere / tehlikelere karşı korunma sistemleri de farklılaşmıştır. Bu değişikliklerle birlikte insanlar farklı sosyal güvenlik modellerine başvurmaya başlamıştır. Sigorta akitleri de bu modern uygulamalardan biridir. Mevcut konvansiyonel sigorta sisteminin İslami açıdan bazı problemler teşkil etmesi sebebiyle Müslümanların bu tür bir sigorta sistemini tercih etmedikleri görülmektedir. Bu durum Müslüman camianın da zamanla kendilerine uygun alternatif sigorta sistemleri geliştirmesini sağlamıştır. Süreç içerisinde üretilen İslami sigortalar; katılım sigortası veya tekâfül sigortası isimleriyle konvansiyonel sigorta sistemlerine alternatif olarak ortaya çıkmıştır. 

Prof. Dr. Murat ŞİMŞEK
Marmara Üniversitesi, İslam Ekonomisi ve Finansı Enstitüsü ( MÜİSEF )

Kaynaklar

Hasan Hacak, “İslâm Hukukunda Sigorta ve Fıkıh Bilginlerinin Sigortaya Yaklaşımının Genel Bir Değerlendirmesi”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2006/1, sayı: 30, s. 21-50.

Hasan Hacak– Yunus Emre Gürbüz, “İslami Finansta Sigorta ve Katılım Sigortası (Tekâfül)”, Yaşayan ve gelişen katılım bankacılığı, editör: Şakir Görmüş, Ahmet Albayrak, Aydın Yabanlı, İstanbul: TKBB (Türkiye Katılım Bankaları Birliği) Yayınları, 2019.

Muhammed Hamidullah, Mecmû‘atü’l-vesâiki’s-siyâsiyye li’l-ahdi’n-nebevî ve’l-hilafe, 1422/2001.

Şükrü Özen, “Velâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/vela (18.11.2021).

İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, İstanbul 1984.

Kâşif Hamdi Okur, İslam Hukukunda Sosyal Sorumluluk Âkıle Örneği, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2017.

Haydar Arseven, Sigorta Hukuku, Beta Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 1991.

Ali el-Hafîf, et-Te’mîn ve hükmühû.

Mustafa Ahmed Zerkâ, Nizâmü’t-te’mîn: Hakîkatuh ve’ra’yu’ş-şer‘î fîh, Beyrut: Müessesetü’rRisâle,1404-1984.

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun