Sercan Karadoğan
Son çeyrek yüzyılda dünyayı en çok meşgul eden ve meşgul ederken onu değiştiren/dönüştüren kavramlardan “neoliberalizm, küreselleşme ve kalkınma” her gece yatmadan büyüklerimiz tarafından okunan birer masal kahramanları gibiler adeta. Masal şu; dünya bir dönüşümün eşiğindeydi; küreselleşme dalgası dört bir yanı sarmıştı; mevcut ekonomi politikaları tıkanmıştı ve kalkınmayı gerçekleştiremiyordu; kısacası dünya devletleri bir krizin eşiğindeydiler, eski bildikleri yetersiz kalıyordu ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı; bu noktada hikâyemizin esas oğlanı neoliberalizm geldi ve bizi kurtardı. Önce dağınık yapıdaki küreselleşmeyi düzene soktu; tek bir merkezden akmasını sağladı ki New York’da yaşayan insanla, Arabistan’ın çöllerinde yaşayan arasında bir fark kalmasın; sonra kalkınmayı sağlayacak politika ve kurumları tasarladı, eski kurumların köhnemiş ve yetersiz olduklarını çünkü onların aşırı devlet kontrolüne maruz kaldıklarını düşünüyordu. Çünkü bütün gelişmiş ve kalkınmış batılı ülkeler serbest ticaret ve minimal devlet kontrolüyle gerçekleştirmişlerdi bunu. O halde devlet kötüydü, piyasa iyi. En son olarak da bu yaptıkları daha sonradan bozulmasın diye bunları garanti altına alacak uluslararası kurum ve kuruluşları kurdu. Bu kurum ve kuruluşlar dünyanın mutluluğu için onlara bir dizi politika paketleri önerdi, bunlar bir dayatma değildi ama yine de hikmetinden sual olunmaz neoliberalizmimiz bunları uygulamayanları cezalandırmaktan da geri kalmadı. Herkes de, “vardır bir bildiği” diyerek sessiz kalmayı tercih etti. Hikâyenin buradan sonrası belirsiz, nasıl biteceği ise tamamen bize kalmış durumda. Nasıl bir sonun bizi beklediğine geçmeden önce aslında nasıl bir sona götürüldüğümüzü anlamak üzerine biraz kafa yormalıyız.
Yeni dünya, yeni düzen, yeni kavramlar mı?
Yaşadığımız dünyanın çok yeni olduğunu, yepyeni sorunlarla ve konularla karşılaştığımız ve bu yüzdem yeni söylemlere ve teorilere ihtiyacımız olduğu sıklıkla dile getirilen konulardır. Ancak yakından bakıldığında bugün yeni diye tabir edilen veya sorun diye önümüze konulan konuların aslında suni birer gündemden öte bir anlam taşımadıkları görülecektir. Yenidünya şartları içerisinde yeni kavramlar ihdas etme ve gerçekten bir zaman sonra bunların yepyeni şeyler olduğuna inanmak sonuçta da tarihsel olandan dersler çıkarmayı olumsuz etkileyen ve her sorunda yeniden ve yeniden aynı hatalara düşerek, bataklığın içerisinde debelenmeye benziyor. Diğer yandan belli zaman dilimlerinde bu yeni politika ve söylemlerin mutlak hale gelmesi ve kayıtsız şartsız imanla birlikte kişilerde her şeyi çözdük, bundan sonra sorunsuz ve problemsiz bir dünya inşa edebiliriz gibi arızalı bir algı oluşmakta. Halbuki bu algı bir yanılsamadan ibarettir ve kişinin kendi kendisini ve düşüncesini yücelttiği, mutlaklaştırdığı; sonuçta da insan ürünü olan ve sınırlı bir alanda ancak anlam bulabilecek bir düşünce, teori veya ideolojinin tabulaştırılmasını getirir. Çağımızda bu sorunlu algılara çokça rastlamakla birlikte, en önemlilerinden olduğunu düşündüğüm ve birbirleriyle sıkı bir bağlantı içerisinde incelenmeden boyutlarının tam olarak anlaşılmayacağı üç kavram; neoliberalizm, küreselleşme ve kalkınma. Bunlar ve birbirleriyle ilişkileri tam olarak anlaşılmadan küresel ekonomi politiğin tam olarak anlaşılması ve yorumlanması pek mümkün değildir.
Kısaca şöyle bir sistem içerisinde işler bunlar; neoliberalizm küreselleşmeyi tetiklemiştir, küreselleşme de kalkınma politikalarının uygulanmasını gerekli kılmıştır. Küreselleşme ve kalkınma neoliberalizmin ideolojik aygıtları olarak, sistemin dönüşmesini sağlamaktadırlar. Sistem bu şekilde işlemektedir ama biz daha açık olmak adına en sondan başa doğru giderek neoliberalizmin aslında ne ifade ettiğini ve neleri içerdiğini anlamaya çalışalım.
Kalkınma
Kalkınma kavramı bu üç kavram içerisinde en az sorunlu gibi görünse de yine de çok fazla sorunu bünyesinde taşıyan bir tarafı var. Öncelikle kalkınmanın büyümeden farklı bir kavram olduğu görülmelidir. Büyüme olgusu bir görecelik veya kıyas olgusunu sayısal veriler üzerinden ifade ederken, kalkınma sayısal olguların niteliğiyle alakalı bir durumu temsil ediyor. Buna ek olarak kalkınma kavramının ideolojik bir arka planı da bulunmakta. Bir kere kalkınma, kalkınmış, kalkınmakta veya kalkınmamış gibi ifadeleri kullanmaya başladığımız andan itibaren kendimizi belli bir kıstasa göre referans vermek durumunda kalıyoruz. Neye göre, kime göre kalkınmış veya kalkınmamış? Burada kavramın kökenine inip tartışmayı dallandırmak kapsamı aşacak bir şey olur, ancak bunun farkına varmamız meseleyi izlememiz açısından önemli diye düşünüyorum.
Bu açılardan kendinizi geri kalmış ve karşınızdakini kalkınmış olarak kabul ettiğiniz noktadan itibaren tek taraflı bir bağımlılık ilişkisi doğuyor. Nasıl geri kalmışlıktan kurtulup kalkınırız sorusuna cevap üretmek için karşınızdakinin söyleyeceklerini harfiyen uygulamak gibi bir zorunluluğa da kendinizi hapsetmiş oluyorsunuz.
Bugün dayatılan pek çok kurum ve politikanın aslında kalkınmayla doğrudan ilişkileri belirsizdir. Yani küresel düzen içerisinde söz sahibi olan uluslararası kurum ve kuruluşların dayattıkları politika ve uygulamaların gelişmekte olan ülkelerin gerçekten yararına olup olmadığı meselesi tartışmalıdır. En azından bunun tek yol olduğu ve tarihsel süreç içerisinde bunun kesintisiz bir şekilde diğer gelişmiş ülkeler tarafından da benimsendiği için onların kalkındığı argümanı sorunludur. Eğer bugünün gelişmiş ülkelerinin tarihine bakılırsa onların iddia ettiği gibi sorunsuz düz bir çizgide akan ve artan oranda bir gelişmeden ve kalkınmadan söz etmemiz çok mümkün değildir. Yine, en azından bütün gelişmiş ülkeler böyle yaptıkları için geliştiler iddiası gerçekliği sorgulanır bir iddiadır.
Bu bağlamda, böylesi bir iddiayı sorgulayan çalışmalardan Koreli İktisatçı Ha-Joon Chang’in “Kicking Away the Ladder” (Merdiveni İtmek; Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü: İletişim Yayınları) kitabında; gelişmiş ülkelerin geri kalmış ülkelerin uygulamaları gereken politikaları kendileri de böyle yaptıkları için kalkındıkları iddiasının gerçekliğini sorguluyor. Chang’in tezine göre bugünün kalkınmış ülkeleri, sanılanın ve bugün iddia edilenlerin aksine serbest ticaretin sonsuz faydaları sayesinde gelişmediler. Tam tersi liberalizmin ve serbest ticaretin merkezi olarak görülen Birleşik Krallığın bebek sanayilerini nasıl korudukları ve nasıl korumacı politikalar uyguladıklarını açıkça ortaya koyuyor (Chang, 2011). Bunun yanında yine bugün dayatılan ve olmazsa olmaz kabilinden sunulan “doğru politika” ve “doğru kurumların” neredeyse hiç birine bugünkü modern anlamıyla sahip olmadan kalkındıklarını tarihsel olarak da göstermiş oluyor. Chang’in tasviriyle gelişmiş ülkeler bir kez kalkınma seviyesine ulaştıktan sonra diğer ülkelerde aynı yolu takip etmesinler diye “merdiveni itmektedirler”. Yani kısacası ortada tarihsel bir yalan ve ikiyüzlülük söz konusu. İşin daha ironik tarafı, bugünün kalkınmakta olan ülkelerinin, eskinin kalkınmakta olan ve şimdinin kalkınmış ülkelerinden kurumsal anlamda çok daha ileri oldukları gibi bir gerçekle yüz yüzeyiz.
Bu noktayı biraz açalım isterseniz. Bu noktanın tam olarak anlaşılması tezimizin de anlaşılması açısından önem arz ediyor çünkü. Bir örnek kurum üzerinden gitmek, konunun anlaşılmasına epey bir katkı sağlayacaktır. Mesela demokrasi kurumu. Batının en çok övündüğü demokrasi olmadan kalkınmanın olamayacağı gibi bir ön kabul var. Acaba gerçekten öyle mi? 1848’e sanayileşmenin dolu dizgin ilerlediği yıla bakalım. Kaç sanayileşmiş ülkede demokrasi var? Yalnızca 1, yazıyla da bir! o da Fransa’da. Ki bu da yalnızca erkeklerin söz sahibi olduğu bir demokrasi. Demokrasinin beşiği olan ülkeler, İngiltere ve Amerika’da ise durum daha vahim. İngiltere’nin erkeklere oy hakkı vermesi 1918, genel oy hakkının verilmesi ise 1928. Amerika’da ise erkeklere oy hakkının verilmesi daha erken 1870 iken, genel oy hakkının verilmesi 1965! Ne kadar şaşırsak az. Arada neredeyse 100 yıl var. Peki, günümüzün en gelişkin ülkesi Amerika, demokrasi kurumu tam olarak yerleşmeden nasıl bu kadar hızlı büyümeyi ve kalkınmayı başardı? Bunun nedeni kalkınmanın yegane öncülünün demokrasi olmayışı ve demokrasi ile kalkınma arasında belli bir etkileşim olsa da doğrudan bir korelasyon kuramayışımızdır. Çünkü herşeyden önce kurumların doğru işlemesi, doğru politikalarla mümkün olabilmektedir. Eğer doğru politikalar doğru kurumlarla işletilirse istenilen kalkınma ve refah gerçekleşecektir. Aksi takdirde bu kurumlar birer külfet olmaktan öteye gidemeyeceklerdir. Bu sağlamayı diğer kurumlar için de yapabiliriz. Mesela modern bürokrasi, modern yargı, finans kurumları vs. Hepsinin de batılı kalkınmış ülkelerde tam anlamıyla yerleşmesi onlarca yıl ve bazen yüzyıla yakın süreler sonucunda olabilmiştir. Kurumların çok maliyetli olmaları, belli bir zümrenin çıkarlarına zarar vermesi, arkalarındaki iktisadi mantığın tam olarak anlaşılamaması, önyargılar gibi nedenlerden dolayı bu kurumların yerleşmesi zaman almış ancak kalkınmış ülkeler kuralsız ve engelsiz bir şekilde çok hızlı kalkınabilmişlerdir.
Kısacası Avrupa’da ve Amerika’da kalkınma için gerekli kurum ve kuruluşların gelişmesi bazen on yılları, bazen yüzyılları almıştır. En çok övünülen demokrasi kurumunun bile tam anlamıyla yerleşmesi ve herkese eşit bir katılım hakkının tanınması çok yakın zaman dilimlerine kadar gelmektedir. Ancak nedense kalkınma reçetelerinin içinde hep bu kurumların olmazsa olmaz hüviyetlerine işaret edilmekte ve bunların çok kısa sürelerde yerine getirilmesi istenmektedir. Burada da iki yüzlü bir durum söz konusu. Doğru olan ise bu kurumların yerleşmesi ve içselleşmesi için gerekli sürenin diğer ülkelere tanınmasıdır.
O zaman kendi yapmadıklarını/yapamadıklarını diğerlerinden isteme gibi bir durum söz konusu. Uzun lafın kısası “dediğimi yap, yaptığımı yapma”.
Küreselleşme
Küreselleşme kalkınmadan daha sorunlu, daha kapsamlı ve çok daha tartışmalı bir alan. Kalkınmanın aksine küreselleşmenin net bir tanımı verilmiş değil henüz. Küreselleşmeyi neredeyse her akademik makalede görmek, atıfta bulunmak, her şeyi küreselleşmenin sonucu saymak mümkündür. Bu da yine kavramın üzerinde uzlaşılan tam bir tanımının olmamasından kaynaklanmaktadır. Sadece küreselleşmenin tanımı ve kökenine girmek bile sayfalar dolusu yekûn tutabilir. Bizim bu sınırlı çalışmada yapmaya çalıştığımızın çok ötesinde bir iş olur bu. Onun yerine küreselleşmenin belli noktalarının altının çizilerek; nasıl algılandığı, kalkınma söylemini nasıl belirlediği ve neoliberalizmin bir aracı olarak nasıl kullanıldığı noktasına getirebilirsek yeterli bir iş yapmış oluruz.
Küreselleşme genel olarak; mal ve hizmetlerin, üretim faktörlerinin, teknolojik birikimin ve finansal kaynakların ülkeler arasında serbestçe dolaşabildiği ve faktör, mal, hizmet ve finans piyasalarının giderek bütünleştiği bir süreç anlamı taşıdığı söylenebilir. Bunlara ilave olarak ulus-devletin gücünün zayıflaması, sınırların anlamsız olması ve her türlü iletişim ve ulaşım imkânlarının dünyayı küresel bir köy haline getirmesi sıklıkla kullanılan bir retoriktir. Bu anlamda küreselleşmenin kalkınmadan daha fazla insanların hayatına dokunan, etki eden bir tarafı var gibi duruyor.
Yalnız küreselleşme aslında sanıldığının aksine yeni bir kavram veya olgu değil. Küreselleşmenin kendi içerisinde de pek çok unsur ve evre var. Mesela bugün ekonomik küreselleşmeden, siyasi ve hukuki küreselleşmeden veya teknolojik küreselleşmeden söz edebiliyoruz. Sadece teknolojideki aşırı atılımların sağladığı bir olgu olarak küreselleşmeye bakarsak, evet böylesi bir küreselleşme çok yeni gibi görünebilir. Ama dünya tarihine bakıldığında yukarıda tanımlanan bileşenler ışığında bakılırsa pek çok küreselleşme evresine rastlayabiliyoruz. Bu tarz çalışmalar ve tarihsel okumalardan en meşhuru da Wallerstein’a ait. Ona göre kapitalizmin 500 yıllık tarihinde küreselleşme yeni bir şey değil. Tam tersi küreselleşme kapitalizme içkin bir olgu ve doğal bir sonucu ve gerekliliği (Wallerstein, 2012). Son iki yüzyıllık dünya tarihinde iki ayrı salınım altında küreselleşme evrelerine rastlanmakta. Bunlardan birincisi 1870-1913 arasındaki dönemi kapsarken, diğeri içerisinde yaşadığımız 1970’lerden sonra başlayan küreselleşme evresi. İlkinin temel özelliği genelde üretim ve ticaretteki artış ve küreselleşme olgusu. Genelde reel mal ve altın standardına dayalı bir işleyişe sahipken ikinci evrede ulusal paraların değişimi değerleri reel hiçbir mal tarafından desteklenmeyen bir ölçeğe bağlanmaktadır. Ekonomik küreselleşmenin de evrelerinin ticaretin küreselleşmesi, üretimin küreselleşmesi ve finansın küreselleşmesi olarak ifade edersek; yine birinci evreyi ticaret ve üretimin küreselleşmesi ikinci evreyi de finansın küreselleşmesi olarak ifade etmemiz yerinde olacaktır.
Küreselleşmenin bu anlamda yeni bir şey olmadığı ve geçmişte de yaşanmış olduğunu (bazı yorumcular geçmişte yaşananın daha büyük bir küreselleşme olduğu iddiasındadırlar; mesela bkz. Hirst&Thompson,2007) göz önüne alırsak, küreselleşme üzerine bu kadar çok konuşulmasının sebebi hikmeti nedir diye insan sormadan edemiyor. Genel tezimizle paralel olarak bizce bu söylemin neoliberal doktrinle ilişkisine bağlı. Geçmişte yaşanan yukarıda da belirtildiği üzere bir reel mal ve üretim desteklenen somut temellere dayanan bir gelişmeyken, bugün yaşanan daha çok finans üzerinden, yani spekülatif para akışı ve sermaye dolaşımı üzerinden tanımlanabilir. Bu anlamda günümüz küreselleşmesini neoliberalizmin bir aygıtı olarak düşünürsek, paranın ve sermayenin uluslararası alanda ve küresel ölçekte hâkim hale gelişi desek çok da abartmış olmayız. Günümüzdeki para akışı ve sermaye hareketliliği o kadar artmıştır ki mevcut gün içerisinde dönen sanal para miktarı, üretim ve mal ticaretinin birkaç katı boyutlarına ulaşmıştır. Ayrıca yatırımların belli alanlarda yoğunlaşması ve sermayenin de bu merkezlere akmasıyla da dengesiz bir dünya düzeni kurulmuştur. Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya merkezli bir sermaye yoğunlaşmasının yaşanması küresel eşitsizliği artıran ve derinleştiren bir etken olmaya devam etmektedir. Karlılık temelli kısa vadeli sermaye hareketlerinin de aşırı akışkanlığı yatırım ihtiyacındaki ülkelerin piyasalarını da çok kırılgan hale getirmekte ve bir yandan da sermayeyi çekmek için kendilerine dikte edilen politika ve uygulamaları da kabul etmeye zorlamaktadır. Bu da yine tek taraflı bir bağlılık/bağımlılık ilişkisini doğurmaktadır.
Burada da bir parantez açalım. Şöylesi bir itirazın gelmesi muhtemeldir; günümüz dünyasının gelişmişlik seviyesine bakıp ülkelerin çok da geri olmadıkları ve küreselleşme sayesinde herkesin pastadan pay alma hakkının olduğu, bu sayede ülkeler arasındaki kalkınmışlık seviyelerinin azalarak ülkeler arası farkın kapanması ve ülkelerin birbirlerine yaklaşmaları söz konusu olmaktadır. Bu argüman ilk bakışta doğru gibi gözükebilir eğer küreselleşmeyi salt küreselleşme olarak alıp içi boş olarak değerlendirirsek. Ancak tezimizi kalkınma küreselleşme neoliberalizm sırasıyla işlememizin nedenlerinden de birisi budur. Eğer önce küreselleşmeden başlarsak, evet çoğunlukla küreselleşme iyi bir şeydir ve herkes bir şekilde küreselleşmenin nimetlerinden faydalanmaktadır. Şu anda evlerinde internet üzerinden bu yazıyı okuyan sizlerde aslında küreselleşmenin nimetinden faydalanıyorsunuzdur. Ancak küreselleşmeyi kalkınma üzerinden ve ondan sonra okursak ortaya farklı bir sonuç çıkıyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kalkınma kurum ve politikalarının belli bir iki yüzlü tarafı var. Kuralsız ve engelsiz bir şekilde çok fazla büyümeyi ‘başaran’ batılı ülkeler ne hikmetse dünyaya sınır ve düzen koyma (küreselleşmenin sınırları kaldırdığı veya anlamsızlaştırdığı hatırlanmalı) arzusundalar. Eğer bu sınır koyma kimsenin çıkarına değilse ve genele bir katkısı varsa itiraz etmenin bir anlamı yok. Ama durum öyle mi? Galiba değil. Eğer ülkeler arasındaki kalkınma seviyeleri kapanıyorsa ve birbirlerine yaklaşıyorsa o zaman bunları rakamlardan görmeliyiz. Yine bir karşılaştırma yapalım; mesela 19. yüzyılda en zengin ülkeler ile en fakir ülkeler arasındaki kişi başına gelir oranı 2’ye 1 ile veya 4’e 1 arasında değişiyordu. Hiçbir dönemde bu fark bugünün kalkınmakta olan ülkeleriyle kalkınmış ülkeleri arasındaki fark kadar büyük olmamıştır. Dünya bankasının son raporlarına göre en kalkınmış ülkelerle, mesela İsviçre, Japonya, ABD gibi, en az kalkınmış ülkeler, mesela Etiyopya, Tanzanya vs. gibi, arasındaki kişi başına gelir oranı 50’ye 1 veya 60’a 1 arasında değişmektedir. Orta gelir düzeyindeki Nikaragua, Hindistan ve Zimbabwe gibi ülkeler bile 10’a 1 veya 15’e 1 oranında aşağıda kalmaktadır. Hızlı kalkınmakta olan ve arayı kapattıkları düşünülen Brezilya ve Kolombiya gibi ülkelerin bile gelişmiş ülkelerle aralarındaki oran 5’e 1’dir ki bu da küreselleşmenin küresel eşitsizliği azalttığı değil tam tersine arttığını göstermektedir. (Dienst, 2015).
Bütün dünyada yirmi yıldır süren geniş bir ticaret serbestleşmesinden sonra ülkeler arasındaki gelir eşitsizlikleri daha da derinleşmiş, limitsiz liberalizasyon ve düşük koruma düzeyleri borçlu ve kalkınmakta olan ülkeleri daha da borçlandırmıştır. İşin bir başka tuhaf tarafı (artık bu noktadan sonra her hangi bir tuhaflık olduğunu düşünüyorsak tabi) dünya genelinde kullanılan ve ülkeler arasındaki gelir uçurumunun adı olan ve çoğu zaman ‘3. Dünya ülkelerini’ ifade etmek için kullanılan ‘kalkınmakta olan ülkeler’ tabirinin yerine her türlü ideolojik imadan soyutlanmış ‘emerging markets’ (yükselen piyasalar) tabiri kullanılmaya başlanmıştır. Ne demişler; ‘paranın dini, imanı olmaz’ ya da piyasanın mı demeliyiz artık.
Neoliberalizm
Son olarak kanımca en çetrefilli kavram ve olgu neoliberalizm de sıra. Neoliberalizm belirtmeye çalıştığımız gibi bu her iki kavramı da kendi ihtiyacına ve arzusuna göre şekillendirmekte ve kullanmaktadır. Neoliberalizmin kökenleri, oluşumu, uygulamaları gibi konular çok kapsamlı çalışmaları gerektirir. Bu kısa yazıda böyle bir işin üstesinden gelmemiz ve neoliberalizmi enine boyuna incelememiz mümkün değildir.
Neoliberalizmle ilgili ilginç olan bir nokta ideologlarının kendi zamanlarında çok fazla kaale alınmayan teorilere sahip olmalarıdır. Neoliberalizmin fikir babalarından Hayek, Keynes’le meşhur tartışmasından yenik ayrılmış ve bütün dünya Keynesçi olmuştur. Daha sonra Mont Pelerin Topluluğu‘nu kurarak kendisi gibi düşünen insanlarla birlikte ideolojisinin temellerini şekillendirmiştir. Yaklaşık otuz yıl boyunca akademik camiadan dışlanan Hayek’e 1974 yılında Nobel Ekonomi ödülü verilmiş ve teorisinin meşruluğu da tasdiklenmiştir. Bu tarihten sonra da onun tilmizleri ülkelerin politikalarını şekillendirmiştir. Neoliberalizm bu anlamda tarihsel izleği itibariyle de enteresan bir gelişme göstermiş ve sonunda bütün dünyada hâkim söylem ve ideoloji konumuna yükselmiştir. 1990’ların başlarında Sovyet Bloğunun dağılmasıyla da neoliberalizmin önünde hiçbir engel kalmamıştır. Bu tarih birçoğuna göre tarihin de sonuydu ve batının mutlak düşünsel hâkimiyetini ifade ediyordu.
Neoliberalizm küreselleşmeyi tetiklemiştir veya küreselleşmeye ihtiyacı vardır. Küreselleşmenin yeni kalkınma söylemine ihtiyacı vardır. Çünkü geçmişin devletçi ve korumacı anlayışı küreselleşmenin ve neoliberal politikaların gelişmesi ve yerleşmesinde olumsuz etkiye sahiptir. Neoliberalizm böylece yeni kalkınma politikalarını belirlemiştir ve küreselleşme aracılığıyla da bunu bütün dünyada uygulama imkânı bulmuştur. İlk olarak Washington Mutabakatı denilen önerilerle uluslararası gündeme taşınan neoliberal politikalar daha sonra 1946 yılında kurulan ve yeni dünyayı şekillendiren GATT’ın (General Agreements on Tariffs and Trades, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması) yeni versiyonu olan Dünya Ticaret Örgütünün 1995 yılında kurulması ile daha somut bir hüviyete bürünmüştür. Uluslararası kamuoyunun gücü ve etkinliği karşısında ülkeler yaptırımlara ve devletçi-müdahaleci politikalara son vermek zorunda bırakılmışlardır. Eğer uluslararası arenada söz sahibi olmak istiyorsanız ve dışlanmak istemiyorsanız mutlak yapmanız gereken ve sorgulamamanız gereken şeyler vardır. Bu politikalar pek çok alanda ülkelerin ekonomik güçlerini ve hareket alanlarını önemli ölçüde kısıtlamaktadırlar. Bu politika ve kurumlar ülkelerin tarihsel özgünlüğüne veya şartlarına bakılmadan genel olarak herkes için yararlı ve faydalı olunduğuna inanılan bir anlayışla çok kısa sürelerde uygulanmıştır ve uygulanmaları istenmiş/dayatılmıştır. Bu bakımdan pek çok gelişmekte olan ülke de küresel ölçekte söz sahibi olmak ve dünya nimetlerinden faydalanmak için kısa vadede kendilerine yarar getiren bir dizi düzenlemeyi devreye sokmuşlardır. Halbuki küçük, kısa vadeli kazançlar uğruna; büyük, uzun vadeli kazançlar göz ardı edilmektedir. Bu her iki taraf için geçerli olan bir durumdur. Çünkü yapının kırılganlık üzerine inşa edilmiş olması, bir arıza çıktığında bütün yapıyı derin bir şekilde sarsarak, bütün kazanımlarından yok olmasına ve sistemi tekrar inşa etme sürecine uzun zaman ve para harcanmasına neden olmaktadır.
Günümüzde de bu tarz bir durumu yaşamaktayız. 2007 küresel kriziyle birlikte dünya hala tam anlamıyla toparlanabilmiş değil. Özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin bu kırılgan yapı ve ideoloji üzerinden oluşan birlikteliğinin sınırları ve geleceği temel tartışma konularından birisidir. Yine Kıbrıs meselesinin ve diğer Avrupa ülkelerinin ekonomik krizlerinin bu kadar endişe yaratması birbirine bağlı bu kırılgan yapının nihai anlamda herkesi felakete sürükleyecek kadar tehlikeli olduğuna inanılmasından kaynaklanıyor.
Her şeyden öte neoliberalizmle asıl sorunumuz, onun zihin dünyamızı ve algılarımızı şekillendiren yegâne ideoloji haline gelmesidir. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız ve kalkınma, küreselleşme araçlarıyla piyasalara hükmeden, medyayı ve iletişimi şekillendiren neoliberal ideoloji, hayatımızın her alanını neredeyse değiştirmekte ve dönüştürmektedir. Bunu çevremizde olan bitenlerden de gözlemlememiz mümkündür. Her yerde umarsızca yükselen gökdelenler, plazalar, AVM’ler, neoliberalizmin hayat damarlarıdır. Bu da toplumu ve bireyi onulmaz bir şekilde dönüştürmektedir. İşte bu yüzden neoliberalizm, ne bir krizle yerinden edilecek bir ideolojidir, ne de sadece ekonomiye yön veren basit bir ticaret politikası veya piyasaların serbestleşmesi, sınırların, ticaretin önündeki engellerin ortadan kaldırılması, bir ‘bırakınız yapsınlar’ ideolojisidir. Neoliberalizm bundan daha fazlasıdır. O, düşünme, yaşama ve hissetme biçimimizdir artık. Neoliberalizm batı toplumlarında ve batı yolunu takip eden, modernleşme yolundaki bütün toplumlardaki belli bir yaşam normunu ve formunu tanımlayan bir ideolojidir. Bu norm ve form herkese kendi ‘iş ahlakını’ öğretir, bu ahlak üzerine bireyler piyasadaki birer aktördür ve piyasanın şartlarına uymakla yükümlüdürler. Bu ahlak, herkese genelleşmiş bir rekabet ortamında yaşamayı buyurur, halkların birbirleriyle iktisadi mücadeleye girmesini emreder, toplumsal ilişkileri piyasa normlarına göre düzenler ve sonuçta bireyden başlayarak her şeyi dönüştürür. Artık birey kendini bir şirket olarak tahayyül etmek durumundadır. (P.Dardot&C. Laval, 2012).
- Dardot ve C. Laval “Dünyanın Yeni Aklı” kitaplarında neoliberalizmi bu şekilde tanımlıyorlar. Onlara göre neoliberalizm çağımızın hegemon akılsallığıdır; ‘dünyanın yeni aklı’dır o. Ve devamla şöyle diyorlar; “bu terim ideolojik referansları olan ‘kapitalizm’ kelimesini örtmeye yarayan bir işleve sahiptir. Neoliberalizm çağdaş kapitalizmin aklıdır, onu her türlü arkaik referanslarından kurtaran çağdaş akıldır. Neoliberalizm, kapitalizmin çağdaş dinamiğidir, sorunsuzca sistemin çarklarını döndüren, onu besleyen ve tarihsel olarak devam etmesini garantileyen dinamik. Kısaca neoliberalizm, insanları aynı kalıplar üzerine şekillenmeleri, aynı davranışları sergilemeleri ve aynı evrensel ilkeler uyarınca, yani rekabet ilkeleri uyarınca yönetilmelerinin adıdır.”
Sonuç yerine
Son çeyrek asırda dünya, neoliberal küreselleşme politikalarıyla kalkındırılmaya çalışılmış, ancak bunda başarısız olunmuştur. İşin vahim tarafı, politika uygulayıcılarının ve en üst düzey kademede ekonomiyi yönetenlerin bile tam olarak işin içinden nasıl çıkacaklarını bilmediklerini görüyoruz. Pek çok ekonomistin, özellikle iktisat derslerinin başucu kitaplarını yazanların bile çoğu durumda kendi inandıkları ve yazdıklarıyla ters düşen bir konumda kaldıklarını görmekteyiz. Artık pek çok akademisyen veya politikacı aslında tam olarak ne yaptıklarını bilmediklerini itiraf etmekteler. Veya bundan sonrasına dair çok iyimser görüşlere sahip değiller. Yakın zamanda çıkan küresel krizinin dinamiklerini ve çıkışını irdeleyen “Inside Job” ve “Capitalism: A Love Story” adlı belgeseller de konuyu anlamak açısından güzel çalışmalar. Sistemin aslında nasıl işlediği ve hepimizin nasıl bir bomba üzerinde oturduğumuzu somut bir şekilde gösteriyorlar.
Dünya küresel bir keşmekeşin ve sorunlar yumağının içerisine şuursuzca sürüklenirken yapılması gereken, tarihten dersler çıkartılarak, ülkelere, kültürlere ve coğrafyalara özgü yeni ve yapıcı politikaların devreye sokulmasıdır. Bu bağlamda yapılması gereken birinci iş, küreselleşmenin olumsuz etkilerini hafifletici tedbirlerin alınması ve birlikteliklerin oluşturulmasıdır. İkinci olarak, uluslararası örgütlerin dayatmadığı yerel ve bölgesel çözümleri ön plana çıkaran yeni kalkınma politikalarının geliştirilmesi ve uygulanması gerekir. Neoliberalizmin düşünce hegemonyasını kıracak, karşıt bir düşünsel zeminin inşası, tüm bu adımların atılabilmesi ve yeni politikaların üretilebilmesi için elzemdir.
Kaynakça
Chang, Ha-Joon. (2011). Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü. İletişim Yayınları, 2011.
Dardot, P. & Laval, C. (2012), Dünyanın Yeni Aklı, Neoliberal Toplum Üzerine Deneme, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Temmuz, 2012.
Dienst, R. (2015). Borç Bağları, Açılım Kitap, İstanbul, 2015.
Thompson, G. & Hirst, P. (2007), Küreselleşme Sorgulanıyor, Dost Kitabevi, 2007.
Wallerstein, I. (2012). Tarihsel Kapitalizm. Metis Yayınları, 2012.