Anasayfa Makale İslam Sosyalizminde Mülkiyet Algısı

İslam Sosyalizminde Mülkiyet Algısı

by

Mustafa es-Sibâî’nin İştirâkiyyetü’l-İslâm Eseri Özelinde ((Bu çalışma Ikam Working Paper serisi kapsamında yayımlanmıştır.))

Hüseyin İçen((Marmara Üniversitesi İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi))

I. GİRİŞ

Sosyalizm, özel mülkiyetin ve gelir dağılımının, fertlerin sadece kendi menfaatlerini korumaları suretiyle veya kapitalizm şartlarında piyasa güçlerinin serbest işleyişi yoluyla belirlenmeyip toplumun denetimine bağlı tutulduğu toplumsal örgütlenme sistemine ve ideolojisine verilen addır (Görgün, 2009, s. 382). Bu telakkinin altında yatan en önemli olgu, kolektif mülkiyetin oluşturulması ve özel mülkiyete karşı çıkılmasıdır.

Sosyalizm, İslâm’ın ilk dönemlerinde bir terim olarak Arapçada bulunmuyordu. Zira takdir edileceği üze­re bu, daha sonraları ortaya çıkmış bir akımdır. İslâm dünyasında sosyalizm denilince akla bu kavram için türetilen “el­iştirâkiyye” kelimesi gelmektedir. 19. yüzyılda bazı araştırmacılar tarafından benim­ senen iştirâkiyye kavramı, yine bu yüzyılın sonlarında bazı yazarlar tarafından bazı yayın organlarıyla sosyalizmin İslâm dünyasındaki karşılığı olarak tanınmıştır. Batı’da ortaya çıkan sosyalizm akımı, İslâm dünyasını da etkilemiş ve sonuç olarak bu akım İslam dünyasında “iştirâkiyye“ kelimesi ile ifade edilmiştir. Yukarıda da ifade edildiği üzere sosyalizm algısının altında yatan en önemli olgu özel mülkiyet ile ilgilidir. Bu algıdaki “mülkiyet“ terimine yaklaşım, 19. yüzyıldaki sosyalizme dair gelişmeler ile birlikte bir değişime uğramıştır.

Yukarıdaki bilgiler ışığında bu çalışmanın amacı, 19. yüzyılda Batı dünyasında ortaya çıkan sosyalizmin Mustafa es­Sibâî’nin (1915­1964) İştirâkiyyetü’l İslâm eserinde mülkiyet konusuna ne derece yansıdığını ve bu yansımanın yazarı hangi yorumlara götürdüğünü incelemektir. Bu bağlamda özel mülkiyetin İslâm sosyalizmini savunan Mustafa es­Sibâî tarafından nasıl anlaşıldığına ve bu anlayışın sonuçlarına değini­ lecektir.

Bu çalışmayı önemli kılan unsur, mülkiyetin klasik fıkıhtaki teknik anlamı ile Mustafa es­Sibâî’nin mülkiyet algısı arasındaki farklara dikkat çekmek olacaktır. Çalışmada mülkiyet hakkındaki incelemenin sadece Mustafa es­Sibâî’nin adı geçen eseri üzerinden yapılacak olması bir kısıt olmakla beraber bunun nedeni aşağıda açıklanacaktır. Fakat neticede es­Sibâî örnekliğinde diğer Müslüman sosyalistlerin özel mülki­ yete bakışının bir nebze olsun aydınlatılabileceği kanısındayız.

Çalışmamızda yöntem bölümünde araştırma yöntemlerinden bahsedilip tercih edilen yöntem ve tercih edilme sebebi açıklanmıştır. Bir sonraki bölüm olan arka plan bilgisi kısmında sosyalizm hakkında kısa bir bilgi verilip adı geçen eserin neden tercih edildiği açıklanmış ve özet bir literatür taramasına yer verilmiş­tir. Bir diğer bölüm olan analiz bölümüne gelince, bu bölüm kendi içerisinde iki alt bölüme ayrılmaktadır. İlk alt bölüm eşya üzerindeki yetkilerin ve mülkiyetin klasik kitaplardaki anlamının incelenmesine, ikinci alt bölüm ise Mustafa es­Sibâî’nin mülkiyet hakkındaki görüşlerine ve bu görüşlerin klasik metinlerdeki mülkiyet ile ilişkisine ayrılmıştır. Bir sonraki bölümde ise değerlendirme ve sonuç kısmına yer verilmiştir.

İlk çağlardan beri insanlar hayatta kalabilmek ve bir düzen içerisinde yaşayabilmek için bazı kurallara ihtiyaç duymuşlardır. Toplum hayatını ve dışa akseden şekliyle beşerî ilişkileri cebrî müeyyidelerle dü­ zene koyan kurallar bütününe hukuk denmektedir (Bardakoğlu, 1997, s. 139). Hukukun da toplumsal ve siyasal olaylardan etkilenmesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda çalışmamız, İslâm hukukundaki mülkiyet kavramının İslâm sosyalizmini savunan Mustafa es­Sibâî tarafından nasıl anlaşıldığını konu edinecektir. Bu konuda hukukun kavramlarından biri olan mülkiyete Mustafa es­Sibâî’nin bakış açısı, sosyalizm (iş­tirâkiyye) akımı çerçevesinde incelenecektir. Bu konu incelenirken bütün sosyalizm yanlısı hukukçular değil, ifade edildiği gibi Mustafa es­Sibâî’nin İştirâkiyyetü’l­İslâm eseri baz alınacaktır. Bunun sebebine geçmeden önce sosyalizm akımı ve İslâm sosyalistleri hakkında bilgi verilecektir.

II.I Sosyalizm ve İslâm Sosyalistleri

Sosyalizmin öncüleri sayılan Fransız yazarlardan Henri de Saint Simon (ö. 1825) ile Charles Fourier (ö. 1837) ve İngiliz Robert Owen (ö. 1858) her ne kadar Karl Marx (ö. 1883) tarafından ütopik görüşte oldukları varsayılsa da kendilerinden sonra gelen sosyalistleri derinden etkilemişlerdi (Görgün, 2009, s. 383). 18 ve 19. yy’da sanayileşme ile birlikte işçi sınıfının sömürülmesi sosyalizmin, 19. yy’da Komünist Manifesto (1848) ile siyasi­ideolojik bir akım olarak ortaya çıkmasına neden olmuştu. Manifesto’nun ya­ zarları olan Marks ve Engels kendilerini diğer komünistlerden ayırarak kendilerinin “bilimsel” olduklarını ifade etmişlerdi (Tunçay, 2009, s. 27). Komünizm ve sosyalizm, 1800’lü yıllarda birbirlerinin yerlerine de kullanılmışlardı. Kapitalizm yıkılınca bu iki kavram Marksist teoride uzlaştırılmaya çalışıldı. Fakat daha sonraları birbirlerinin yerine kullanılabilen komünizm ve sosyalizmde Bolşevik İhtilali (1917) ile birlikte bir ayrıma gidildi. İhtilal ile komünizm ateizm ile eşdeğer tutulmaya başlanmış ve sosyalizme daha sıcak bakılmıştır (Cesur, 2016, s. 30). Sosyalizm ilk başlarda enternasyonalist bir ideoloji olarak Marksizm ile ifade edilmiştir. 1900’lerde sosyalizmin ikinci yorumu olan nasyonal sosyalizm gelişmiştir. Milli, ulusalcı bir sosyalist düşünce benimseyenlere “nasyonalistler” denmiş ve Hitler ile takipçileri bu kesimden sa­ yılmıştır (Görgün, 2009, s. 383). Bu türden sayılabilecek sosyalistler milli ekonomiyi savunmaktaydılar.

20. yüzyılın başlarında Rusya’da gerçekleşen devrim tarihte bir dönüm noktası olmuştur. Devrim, 19. yüzyıl sonlarında Avrupa’da zirvesine ulaşan kapitalizme karşı ilk açık tehditti (Carr, 2011, s. 47). Bu devrim ile 1917’de Bolşevikler Rusya’da başa geçmiştir. Bu tarihlerden sonra Rusya’da komünizm artık Bolşevikler için kullanılmaya başlanmış, onları desteklemeyen Avrupa solu da sosyalist olarak nitelen­ dirilmiştir. Dolayısıyla bu iki kavram birbirinden ayrılmıştır (Cesur, 2016, s. 71). Rus Müslümanlarının du­ rumuna gelince, Rusya’da Bolşevik İhtilali öncesinde oradaki bazı Müslümanlar Osmanlı Devleti’ndeki “Yeni Osmanlılar” gibi “Ceditçiler” kavramı ile öne çıkmıştır ve bu grup, sosyalist fikirlere sıcak bakar durumdaydı (Sadi, 1975, s. 196).

Sosyalizm akımı 19 ve 20. yy’da Avrupa ve Rusya’da yukarıdaki şekilde gelişmiş iken 19. yy’da Osmanlı topraklarında ilk kez bir İngiliz vatandaşı Ceride­i Havadis gazetesinde “sosyalizm, komünizm” kavramlarını kullanmıştır (Cesur, 2016, s. 46). 1861’de ilk kez Türkçe olarak Londra’da basılan İngilizce­ Osmanlıca sözlüğünde “socialism” (sosyalizm) maddesi tarif edilmiştir (Redhouses, 1884 s. 695). Aynı şekilde “Communism” (komünizm) de bu sözlükte tarif edilmiştir (Redhouses, 1884 s. 157). Sosyalizm, Osmanlı aydınları tarafından 1865’te Genç Osmanlılar cemiyeti kurulunca tanınmıştır (Görgün, 2009, s. 386). “İştirâkçilik” terimi, sosyalizm için bu devirde oluşturulmuştu (Cesur, 2016, s. 47). Ayrıca Şemsed­din Sami gibi isimler bu dönemde komünizmin sosyalizm kelimesinden ayrı olduğunu dillendirmişlerdir (Tunçay, 2009, s. 978) ve sosyalizmin iyi, komünizmin ise hayvani bir durum olduğunu belirtmişlerdir (Sadi, 1975, s. 51­52).

19. yüzyılın sonlarına doğru Müslüman aydınlardan kendilerini sosyalist olarak nitelemeye başlayanlar vardır. Bu isimlerden en önde geleni, İştirakçi Hilmi (1855­1922) olmuştu. 20. yüzyılın hemen başlarında Hüseyin Hilmi tarafından “İştirâk” dergisi çıkartılarak onun görüşleri yayılmış ve İştirâkçiler, Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı (1910) kurmuşlardı (Tunçay, 2009, s. 44). Bunun yanında Mustafa Sabri Efendi gibi sosyalizme karşı çıkanlar da mevcuttu (Cesur, 2016, s. 114).

Arap dünyasında sosyalizme gelince, iyi bilinen ilk Arap sosyalist Hristiyan Şibli Şumeyyil (1850­1917) idi (Cesur, 2016, s. 182). 19. yüzyılın sonlarında Arap dünyasında kendisinden sonra fikirleri ile birçok kimseyi etkilemiş olan Efgānî’nin (1838­1897) de sosyalizm hakkındaki görüşleri önemlidir. Ona göre sosyalizm yeni değildi ve kökü zaten İslâm’da bulunmaktaydı. Hatta o, sosyalizmi ilk uygulayanların sa­habilerden olan halifeler olduğunu da dile getirmiştir (Cesur, 2016, s. 58). Ayrıca Ebu Zerr’in Hz. Osman dönemindeki “emirler” gibi gruplaşmalara ilk tepki gösteren büyük sahabi olduğunu da belirtmiştir. Efgānî’nin bu görüşleri kendisinden sonra da bazı Arap sosyalistlerce takip edilmiştir (Cesur, 2016, s. 59). 20. yüzyılın ilk başlarında Mısır’da Batılı fikirlerin etkisi ile Marksist­ sosyalist düşünce ortaya çıktı ve daha sonra Arapçılığı da barındıran bir sosyalizm anlayışına dönüştü (Görgün, 2004, s. 578). Ülkeye sosyalist fikirleri ilk olarak Avrupa’ya tahsil için gönderilen öğrenciler getirmişti ve bu süreç sonunda Mısır Sosyalist Partisi (1920) kurulmuştur (Yılmaz, 2011, s. 1565). Sosyalist hareketlerin yanı sıra 1928’de yine bu ülkede Müslüman Kardeşler (İhvân) hareketi ortaya çıkmıştır (Büyükkara, 2019, s. 161). 20. yüz­ yılın ortalarına gelince, Mısır’da Nâsır’ın ihtilali (1952) ile yeni yönetim toprak mülkiyetini sınırlandırmış ve bütün üretim araçlarının mülkiyetini devlete devreden kararlar almıştır (Ebu Zeyd, 2002, s. 23). Tüm bunlardaki amaç emperyalizmden kurtulmak ve ulusal bağımsızlığı gerçekleştirmektir (Ebu Zeyd, 2002, s. 23). Bu yıllardaki bazı İslâm tarihi çalışmaları da o günlerin ideolojisinin yönlendirilmesiyle yapılmış ve yine Hz. Peygamber ile ashabının İslâm prensiplerine uygun sosyalist bir sistem getirmeye çalıştıkları iddia edilmiştir (Görgün, 2004, s. 579).

Suriye, Fransa’nın mandası altındaydı. Suriye’yi paylaşmak için gizli anlaşma yapan İngiltere ile Fran­sa’ya antiemperyalist bir tavır sergileyen Suriye’de sosyalizm, Baas Partisi ile dillendirilmiştir (Cesur, 2016, s. 200). Bu partinin kurulmasında etkili olan “Arap milliyetçiliği” gibi fikirler Satı Bey (1880­1969)6 tarafından ortaya atılmış ve Mişel Eflak (1910­1989)7 ile Selahaddin el­Bitar (1912­1980)8 bu fikirlerden etkilenip sosyalist Baas Partisi’ni (1940) kurmuşlardır (Cesur, 2016, s. 201). Partinin ana görüşleri Arap milliyetçiliği etrafında şekillenmişti. 1945’de Mustafa es­Sibâî, Suriye’de Müslüman Kardeşler’in Suri­ye kolunu kurmuştu. Kurulan bu teşkilat ve ülkedeki sosyalistler, İsrail ve emperyalizme tepki olarak İslâmi Sosyalist Cephe adıyla birlik olmuşlardı (Cesur, 2016, s. 202). Sonraki yıllarda Suriye Anayasası hazırlanmaya başlanmış ve Mustafa es­Sibâî de anayasa için oluşturulan heyetin içinde İslami Sosyalist Cephe’nin temsilcisi olmuştur (Cesur, 2016, s. 202). 1959’da böyle bir ortamda çalışmamızın konusu olan İştirâkiyyetü’l-İslâm adlı kitap, Mustafa es­Sibâî tarafından yazılmıştır (Görgün, 2006, s. 359). Mus­tafa es­Sibâî de Efgānî gibi sosyalizmin zaten İslâm’ın özünde var olduğunu, İslâm tarihinde ilk İslâm sosyalizm devletinin Hz. Peygamber’in devleti olduğunu savunmuştur (es­Sibâî, 1960, s. 180). O, sosya­ lizm ile komünizmi bunlardan ikincisinin Müslümanlar için yıkıcı olması sebebiyle birbirinden ayırmıştır (es­Sibâî, 1960, s. 232).9 Mustafa es­Sibâî’nin savunduğu sosyalizm, dini merkeze alan, milliyetçi ve hümanist bir sosyalizmdir (Sibai’nin sosyalizmi hakkında bkz. Özafşar, 2002, s. 151). Mustafa es­Sibâî, doğru bir yol olarak gördüğü İslâm sosyalizmini savunmuştur (es­Sibâî, 1960, s. 233). 1950’lerde yü­rürlüğe giren Suriye anayasası oluşturulurken toprak mülkiyetinin sınırlandırılmasını da o teklif etmiştir (Cesur, 2016, s. 207).

İran 20. yüzyılın ilk yarısında İngiliz ve Amerikalılar tarafından işgal altında olduğu için bu ülkede de sos­yalizme ve Sovyetler’e sempati duyan gruplar var olmaya başlamıştır. Bunlardan biri komünist yöneti­ mindeki Tudeh Partisi’ydi (Yergin, 2003, s. 400). Bu ortamda İran’da sosyalizmin Ulusal Cephe’den tem­ silcisi olarak Allahperest Sosyalist Hareketi (1943)10 ortaya çıkmış ve Ali Şeriati (1933­1977) gibi isimler de lise yıllarında bu hareketin taraftarlarından olmuştur (Cesur, 2016, s. 169). Şeriati, fikirlerinde önemli yer edinen Ebu Zerr’i yol gösterici olarak görmüş ve onu “Tanrı’ya tapan sosyalistlerin mükemmel bir modeli” olarak nitelemiştir (Subaşı, 2010, s. 579).

Yukarıda görüldüğü gibi 19 ve 20.yy’da sosyalizm, İslâm ülkelerinde çeşitli şekillerde taraftar bulmuştur. Ayrıca İslâm ülkelerinin tümünde yeknesak bir sosyalizm algısından ziyade ülkelere ve bazen kişilere göre çeşitlenen bir sosyalizm algısı vardır. Ülke ve şahıslara göre çeşitli şekillerde algılanan bir sosyalizm çerçevesinde mülkiyeti incelemek bu çalışmanın kapsamını aşmaktadır. Bu yüzden yukarıda belirtildiği gibi sadece Mustafa es­Sibâî’nin İştirâkiyyetü’l-İslâm eseri incelenecektir.

Mustafa es­Sibâî hakkında genel bilgiler vermek gerekirse o, Şam Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Ayrıca Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi’nin ilk dekanlığını da üstlen­miştir (Görgün, 2006, s. 358). Suriye’nin Fransız sömürüsünden henüz yeni kurtulmaya çalıştığı dönem­ lerde Mustafa es­Sibâî’nin, anayasa hazırlıkları aşamasındaki çabaları da önemlidir. 1950’lerde anayasa hazırlıklarında Mustafa es­Sibâî’nin görev alması ve anayasaya devletin dininin İslâm olduğuna dair bir madde konulması için tekliflerde bulunması bu çabalardandır. Bu madde anayasada var olmasa da anayasada devlet başkanının dininin İslâm olması gerektiği ve fıkhın yasamadaki ana kaynak olduğu­nun belirtilmesi onun sayesinde olmuştur (Görgün, 2006, s. 358). Onun çabalarından biri de yukarıda da belirtildiği gibi anayasa hazırlıkları sırasında toprak mülkiyetinin sınırlandırılmasına yönelik kanun oluşturulmasını teklif etmiş olmasıdır.

Çalışmamızda Mustafa es­Sibâî’nin tercih edilmesinin temel sebebine gelince, Mustafa es­Sibâî’nin İs­lâm sosyalizmini savunması ve yukarıda görüldüğü gibi dönemindeki önemli hukukçulardan olmasıdır. Onun İslâm sosyalizmi konusunda kendi görüşlerini topladığı müstakil eserinin (Mustafa es­Sibâî’nin hayatı ve tüm eserleri için ayrıca bkz. Görgün, 2006, s. 357­359; Bakkaloğlu, 2005, s. 399­408) mevcut olması da çalışmamızda onun İştirâkiyyetü’l-İslâm eserini tercih etmemizdeki bir başka etkendir.

II.II Literatür Taraması

Ülkemizde İslam hukuku alanında mülkiyet ile alakalı yapılan çalışmalar arasında Hasan Hacak’ın İslam Hukukunun Klasik Kaynaklarında Hak Kavramının Analizi (2000) adlı doktora tezi ilk başta gelebilir. Bu çalışmada klasik metinlerdeki hak kavramı ve milk kavramı geniş bir şekilde incelenmiştir. Mülkiyet ile alakalı ülkemizde yapılan bir diğer çalışma da Halit Çalış’ın İslam Hukukunda Özel Mülkiyete Getirilen Sınırlamalar (2001) adlı doktora tezidir.

Mülkiyet ile alakalı Arap dünyasında da çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan ikisi Ali el­Hafif’in el-Milkiyye fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye (1969) eserleridir. Aynı yazarın Ahkâmü’l-muâmelâti’ş-şeriyye (1944) eseri de bu konuda bilgiler içermektedir. Bir başka kapsamlı çalışma da Abdüsselam Abbadi’nin el-Milkiyye fi’ş- şeriati’l- İslâmiyye (2000) adlı eseridir. Çağdaş dönem çalışmalarından bir başkası da Ebu Zehra’nın el-Milkiyye ve nazariyyetü’l-akd fi’ş-şeriati’l-islâmiyye (1974) aldı eseridir.

Çalışmamızın analiz kısmında mülkiyete değinilirken yeri geldiği zaman bu çalışmalardan da faydalanı­ lacaktır. Adı geçen çalışmalar mülkiyet ile ilgili geniş bilgiler vermekte iken İslâm sosyalistlerinin mülki­yete bakış açısını inceleyen herhangi bir müstakil çalışmaya rastlanmamıştır. Bu yüzden çalışmamızda, Mustafa es­Sibâî’nin mülkiyete bakış açısı onun İslâm sosyalizmi algısı çerçevesinde incelenmeye çalı­şılacaktır.

III. YÖNTEM

Akademik çalışmalarda iki temel araştırma yöntemi vardır; nitel ve nicel araştırma yöntemi (Araştırma yöntemleri hakkında bilgi için bkz. Creswell, J. W., 2017, 155­213). Bu çalışmada inceleme yapılırken araştırma yöntemlerinden nicel araştırma yerine nitel araştırma tercih edilmiştir. Araştırmamızda ampirik bir veri analizi yapılmayacak, sabit bir desen üzerinden de gidilmeyecektir. Ayrıca çalışmamızda tüm­ dengelimsel veri analizi de yapılmayacaktır. Tüm bunlar nicel araştırmanın ayırt edici özellikleri olduğu için nitel araştırma tercih edilmiştir. Çünkü konumuz sözel metinlerdeki kavram incelemesinden ibarettir ve nicel yöntem bu metinleri incelemek için uygun değildir.

Nitel araştırma yönteminin de çeşitleri vardır (Nitel araştırma türleri için bkz. Creswell, J. W., 2018, s. 69­102). Metin analizi ve metin mukayesesi, nitel araştırma yöntemlerinin çeşitlerinden sayılabilir. Çalışmamızda her iki yöntemden de faydalanılacaktır. Metin analizi ve metin mukayesesinden kastımız belli metinlerdeki kavramları ilgili alanın kapsamında inceleyip bu metinleri birbirleri ile karşılaştırmaktır. Bu iki yöntemden faydalanılarak incelenecek olan metinlerden ilki klasik fıkıh kitaplarından İbn Recep’e ait olan el-Kavâid iken ikincisi Mustafa es­Sibâî’nin İştirâkiyyetü’l-İslâm eseridir.

Çalışmamızda mülkiyet konusuna değinileceği belirtildi. Ancak mülkiyet kavramı başlı başına bir araştırma konusu olduğu için bu çalışmada mülkiyetin eşya üzerindeki yetkiler içerisindeki yerine ve eşya üzerindeki diğer yetkilere kısaca değinilecektir. Ayrıca klasik fıkıh kitapları meseleci (konu­ lara soyut ve bütüncül yaklaşmaktan ziyade olaylar üzerinden değerlendiren) bir yapıda olduğu için mülkiyetin eşya üzerindeki yetkileri arasındaki yeri hakkında derli toplu bilgiler bulmak zorlaşmakta­ dır. Bu yüzden de Hasan Hacak ve Halit Çalış’ın çalışmalarından yola çıkarak nesne üzerindeki yet­kiler ve mülkiyet hakkında derli toplu bilgi veren İbn Receb’in el-Kavâid’i tercih edilmiştir. Diğer bir metin olan Mustafa es­Sibâî’nin İştirâkiyyetü’l-İslâm adlı seçilmesinin nedeni yukarıda açıklanmıştı.

IV. ANALİZ

Mustafa es­Sibâî’nin mülkiyet kavramına yaklaşımını anlayabilmek için mülkiyetin klasik fıkıh termino­ lojisindeki yerini anlamak gerekmektedir. Bunun için de öncelikle mülkiyetin eşya üzerindeki yetkiler arasındaki konumunu tespit etmek gerekmektedir. Mülkiyetin eşya üzerindeki yetkiler arasındaki konu­ munu tespit etmek için de İslâm hukukundaki eşya üzerindeki yetkilere, bu yetkilerden en genişi olan milk ile türlerine, hukuk grubuna ve ibahaya değinilecektir. Mülkiyet kavramının fıkıhtaki konumuna değinildikten sonra Mustafa es­Sibâî’nin, İştirâkiyyetü’l-İslâm eserindeki mülkiyetin sınırlandırılması ve devletleştirme ile alakalı bazı görüşleri incelenecek ve bu yolla, yazarın mülkiyet kavramına yaklaşımı hakkında bir sonraki bölümde değerlendirme yapılacaktır.

IV.I Eşya Üzerindeki Yetkiler ve Mülkiyet

Toplum içerisinde yaşayan bir insan en basit şekilde hayatını sürdürmek için yemek yemeli, bir barınakta yaşamalıdır. İnsanın yiyecek maddesi ya da barınak ile bir bağı bulunmaktadır. Aradaki bağ/ilişki, insana o nesne (gıda maddesi ve barınak) üzerinde bazı yetkiler vermektedir. İşte eşya üzerindeki bu yetkiler, klasik fıkıh kitaplarında genel olarak milk ve ibaha şeklinde ikili olarak tasnif edilmiştir (Çalış, 2001, s. 25). Bu genel tasniften farklı olarak İbn Receb, el-Kavâid adlı eserinde eşya üzerindeki yetkilerle ilgili olarak milk ve hukuk kavramlarından bahsetmiş ve milk’i dört (İbn Receb, s. 195), hukuk’u beş kısma ayırmıştır (İbn Receb, s. 188). Onun el-Kavâid adlı eserinde milk ve ibaha arasında yer aldığı belirtilen (Hacak, 1993, s.12) hak ya da hukuk denen haklar ile daha önceleri ikili olan eşya üzerindeki yetkilerin tasnifi üçlü hale gelmiştir (Çalış, 2003, s. 186). Sırasıyla eşya üzerindeki yetkiler olan milk, hak ya da hukuk denilen farklı bir hak grubu ve ibaha hakkında bilgi verilecektir.

Milk

Milk kendi içerisinde farklı tasniflere tabi tutulmuştur. Burada milk’in tasnifleri hakkında kısa bilgi ve­ rildikten sonra Hasan Hacak’ın doktora tezinde ve İbn Receb’in el-Kavâid eserinde “hukuk” ile ilgili kaideden sonra sunulan “milk’in kapsam bakımından tasnifi”ne değinilecektir. Ancak bunun öncesinde milk’in terim anlamı hakkında şu bilgiler verilmelidir: Milk, fıkıhta eşya üzerinde sahibine tam hâkimiyet ve tasarruf yetkisi veren hak grubudur (Hacak, 2000, s.148). Hanefi kaynaklarındaki meşhur tanıma göre milk “eşya üzerindeki hak sahibinin diğer tüm şahıslara karşı tamamen korunduğu bir ihtisas ve önceliktir.” (Hacak, 2000, s. 148). Milk tanımlarında “başkalarının hâkimiyet alanından çıkarılmış, hak sahibine özgü yetki sağlama (ihtisâs­ı hâciz)” unsurunun vurgulandığı, dolayısıyla bu kavramın eşya üzerinde doğrudan hâkimiyet temin eden ve herkese karşı ileri sürülebilen hakları belirttiği görülür (Hacak, 2005, s. 62). Milk, sahibine eşya üzerinde tam hâkimiyet veren ve herkese karşı ileri sürülebi­ len hakları belirttiğinden dolayı Kara Avrupası hukuk sistemindeki ayni hak terimine karşılık gelebilir (Hacak, 2005, s. 62; Çalış, 2003, s. 191). Milk kavramı, fıkıh literatüründe mutlak ayni hak olan mülkiyet ve sınırlı ayni hakları da ifade eden bir kavramdır (Hacak, 2005, s. 62). Mülkiyetin fıkıh literatüründeki konumuna aşağıda değinilecektir ancak şunu ifade etmek gerekir ki ayni hakların en mükemmeli olan mülkiyet hakkı da yine milk kavramı ile ifade edilir ve milk’in mutlak anlamda kullanıldığı çoğu yerde mülkiyet hakkı kastedilir (Hacak, 2006, s. 184).

Milk’in iç ve dış muhteva olmak üzere iki unsuru bulunmaktadır. Bunlardan ilki tasarruf kudretidir (iç muhteva) (Hacak, 2000, s.154). İlk unsura göre milk, sahibine eşya üzerinde mutlak tasarruf yetkisi verir. Tasarruf yetkisi de o nesneyi zilyedinde bulundurma, kullanma, tüketme, faydalanma, semeresini alma ve yok etmektir (Hacak, 2000, s.154). Eğer bir nesne ile aradaki bağ bu yetkilerin tümünün sahibine tanınması durumu ise buna milkü’tâm (kâmil)12, yetkilerden bazısının sahibine tanınması durumu ise milkü’n­nâkıs diye adlandırılır (Hacak, 2000, s.154). Mülkiyet hakkında (el­milkü’tâm) milk en geniş sınır­ larına ulaşmışken mülkiyetin dışındaki milk çeşitleri (sınırlı ayni hak: milkü’n­nâkıs) ise sahibine mahiyet olarak milk niteliğinde ancak kapsam olarak farklı sınırlarda yetkiler verir (Hacak, 2000, s.154). Yukarıda geçen eşya üzerindeki tasarruf yetkisi de doğrudan kazanılmalı ve kullanılırken başkasının rızasına ihtiyaç hissedilmemelidir (Hacak, 2000, s.155). Milk’in diğer unsuru da nesneyi herkese karşı ileri sürebilme yetkisidir (dış muhteva) (Hacak, 2005, s.62­63). Milk’in sahibi ile ilişkisi ihtisas; yani sadece ona has olma durumudur ve üçüncü kişiler, bu yetki sahibinde iken ve aralarında böyle bir bağ var iken bu bağa müdahale edemezler. Yani kişinin kendi nesnesi üzerindeki yetkisi diğer tüm insanların yetki alanın ay­ rılmıştır (Hacak, 2005, s.63). Milk’in bu özelliğine Hanefi tanımlarında “ihtisas­ı hâciz” denilerek vurgu yapılmıştır (Hacak, 2000, s.158).

Milk farklı tasniflere tabi tutulmuştur. İbn Receb’in “kapsam bakımından tasnifi”ne geçmeden önce milk’in diğer tasniflerine değinilecektir. Milk bir açıdan milk’ul­hâs ve milk’ul­âm olarak ikiye ayrılır. Mil­ kiyyetü’l­hâs ve milkiyyetü’l­âm da denilebilecek bu taksime göre ilk kısım ile sadece sahibine özel olan mülkiyet ifade edilmekte iken ikinci kısım ile ümmetin bütün fertleri için olan mülkiyet kastedilmektedir (Hafif, 1996, s. 59). İkinci kısma nehirler, yollar örnek olarak verilmiştir. Çalış, bu tasnife “Sahiplerine göre mülkiyet çeşitleri” başlığı vermiş ve yukarıda belirtilen iki türün ilkini özel mülkiyet, ikincisini kamu mülkiyeti olarak ifade etmiştir (Çalış, 2001, s.64). Ayrıca o, bu tasnife vakıf mülkiyeti ile devlet mülkiye­ tini de eklemiştir (Çalış, 2001, s. 60­64).

Milk, hak sahibinin sayısı açısından da tek kişi mülkiyeti ile müşterek (birlikte) mülkiyet olarak ikiye ayrılmaktadır (Çalış, 2001, s. 68). Mülkiyete konu olan eşyanın tüm bölüm ve parçaları tek bir şahsa ait ise (Hafif, 1996, s. 65) buna tek kişi mülkiyeti, birden çok şahıs bir maldaki mülkiyet hakkında muayyen olmayan pay sahibi ise buna müşterek mülkiyet denmektedir (Çalış, 2001, s. 68).

Milk’in terim anlamı ve bazı tasnifleri hakkında genel bilgiler verildikten sonra milk’in “kapsam bakımın­ dan türlerine”13 değinilecektir. Milk kapsam olarak tek bir hakkı değil, bir üst başlık olarak diğer hakları da kapsar.14 Milk’in kapsam bakımdan türleri, konusunun ayn ve menfaat oluşuna göre tasnif edilmekte­ dir (Hacak, 2000, s.188). Milk’in sahibi ile ilişkisi hem ayn hem menfaatin ikisini içeriyorsa buna tam milk, mutlak milk ve kâmil milk denir. Ama bu ilişki ayn ya da menfaatten sadece birisini ya da menfaatlerden daha dar olan intifayı içeriyorsa buna sınırlı milk (milku’n­nâkıs) denir (Hacak, 2000, s.188). Kâmil milk Kara Avrupası hukuklarında mutlak ayni hak olan mülkiyete, nakıs milk de yine aynı hukuklarda yer alan sınırlı ayni haklara denk gelmektedir (Hacak, 2000, s.188). Bu ayrımda önemli olan, milkin kapsam bakımından sınırlı olması durumunda da yukarıda belirtilen unsurlardan taviz vermemesidir. Yani nâkıs milk olan milk’ül­menfaa’da da iç ve dış muhteva denen unsurlar bulunmaktadır ve nâkıs milk mahiyet itibariyle bir milktir (Hacak, 2005, s.63) . Mülkiyette milkin unsurları olan iç ve dış muhteva en geniş kapsamdadır (Hacak, 2006, s.545). Milkü’n­nâkıs ise sahibine mahiyet olarak milk niteliğinde ancak kapsam olarak farklı sınırlarda yetkiler verir (Hacak, 2000, s.154). Mesela sükna hakkı, hak sahibine ver­ diği yetkinin sınırları dar olsa da milk niteliğinde ancak kapsam olarak mülkiyetten farklı sınırlarda yetki verir (Hacak, 2000, s. 154). Böyle de olsa nakıs milk’in mahiyet olarak milk olma durumuna bir halel gelmemektedir. Özetle milk’in kâmil ve nâkıs hali arasında hukuki mahiyet15ve aynîlik bakımından bir fark bulunmamakta, aralarındaki fark kapsamdan kaynaklanmaktadır ve ayni hakların genel özellikleri olan iç ve dış muhteva her ikisi için de geçerlidir. İleride ifade edileceği üzere eğer bir yetki, sahibine eşya üzerinde milk yetkisinden daha zayıf yetkiler vermekte ise bu yetkiye milk denmemektedir.

Milk, kapsam bakımından milkü’l­ayn ve’l­menfaa, milkü’l­menfaa bila ayn, milkü’l­ayn bila menfaa ve milkü’l­intifai’l­mücerred gibi türlere ayrılır (İbn Receb, 195). Her bir tür sırasıyla aşağıda açıklanacaktır:

a. Milkü’l-ayn ve’l-menfaa: Eşyanın ayn ve menfaatine birlikte malik olmaktır (Çalış, 2001, s.65). Buna tam milk de denir. Eşyanın ayn ve menfaatine her türlü kullanma yetkisi veren bu türde, eşya üzerindeki hâkimiyet en geniş kapsamdadır. Eşya hukuku alanında teknik anlamı ile mülki­ yeti ifade etmek için İslâm Hukukçuları “milkü’l­ayn ve’l­menfaa” kavramını kullanırlar (Hacak, 2000, s.190). Ancak mülkiyet hakkı mutlak milk olduğu için çoğu defa klasik fıkıh kitaplarında milk kavramı ile mülkiyet hakkı ifade edilir (Hacak, 2000, s.191). Bu tür, günümüz hukukların­ daki mülkiyet hakkının karşılığıdır (Hacak, 2000, s.190). Milk’in bu türünde yetki sahibi kişiye asla bir sınırlama getirilemez ve mülkiyet sahibi kişi malında dilediği gibi tasarruf eder (Hacak, 2000, s.193).

b. Milkü’l-menfaa bila ayn: Ayn(rakabe) üzerinde hak sahibi olunmayan şeyin sadece menfa­ atlerine malik olma durumudur (Hacak, 2000, s.194). Kişi burada, ayn’ı başkasına ait olan bir nesneden faydalanmaktadır (Hacak, 2000, s.194). Bu tür, devamlı (müebbed) ve geçici (gayrı müebbed) olarak iki kısma ayrılır. Bunlardan ilkinde bir aynın menfaati vasiyet edilince vasiyet edilen hayatta olduğu sürece bu menfaatten istifa etmeye devam ederken, ikincisinde kira söz­ leşmesi ile kiracı geçici olarak ayn’ın menfaatinden faydalanır (İbn Receb, s. 196).

c. Milkü’l-ayn bila menfaa: Milk burada eşyanın sadece ayn’ı üzerinde olup eşyanın menfaaati, ayn’ına sahip olan kişiden tamamen bağımsız olarak farklı bir kişidedir (Hacak, 2000, s.207). Bu tür, çıplak mülkiyet (rakabe mülkiyeti) (Çalış, 2001, s.65) olarak da adlandırılmaktadır (Ha­ cak, 2000, s.207). Bu tür daha az yaygın ve muvakkattir (Çalış, 2001, s.65) Kişinin bir ayn’ın menfaatini birine, rakabesini diğer birine vasiyet etmesi bu türe örnektir (İbn Receb, s. 196).

d. Milkü’l-intifai’l-mücerred: Milkü’l­menfaa’de kişi nesnenin menfaatine ayn’dan kopuk halde malik idi. Ancak bazı durumlarda milkü’l­menfaa’nın sahibine verdiği fiili ve hukuki tasarruflar­ dan ikincisi olan hukuki tasarruflar yetki sahibine verilmeyebilir (Hacak, 2000, s.211). Bu türde, yetkili kişi ile nesne arasında tam bir milk oluşmamaktadır. Çünkü buradaki nesneden fayda­ lanma yetkisi onu kullanacak hak sahibine sıkı sıkıya bağlıdır ve faydalanacak kişiye hukuki tasarruf yetkisi vermemektedir (Hacak, 2000, s.212). İşte bu tür, Hanefi doktrinde kullanılmayıp İslam hukukçuları tarafından ne ayn ne de menfaat üzerine kurulu bir milk olmayan “eşyanın ayn’ından salt intifadır” (Hacak, 2000, s.212). Ayrıca muavaza yolu ile devredilebilen menfaat üzerindeki yetkilere milkü’l­menfaa, devredilemeyenler üzerindeki yetkilere de milkü’l­intifa denir (Çalış, 2001, s.67). Müsteîrin (ariyet alan) milk’i buna örnektir. Müsteîr, kullanımından yararlanmak üzere ödünç aldığı malın menfaatine malik olmayıp sadece intifâ’ına maliktir (İbn Receb, s. 197).

Özetle milk, mülkiyeti de kapsayan bir üst kavram olan ayni hakka denk gelmektedir. Mülkiyet ise milk’in kapsam bakımından türlerinden milkü’l­ayn ve’l­menfaa terimi ile ifade edilmektedir (Hacak, 2006, s. 543). Klasik fıkıh kitaplarında mutlak olarak zikredilen milk ifadesi ile mülkiyetin kastedildiği de yukarıda belirtilmişti. Bunun sebebi mülkiyet hakkının milk’in en temel örneği olması ve üst kavram olan milk’in mutlak olarak kullanılması durumunda en mükemmel türüne yorulması kaidesine uyulmasıdır (Hacak, 2006, s. 543).

Yukarıda milk’in çeşitli açılardan taksimi ve milk ile mülkiyet arasındaki ilişkiye değinildi. Mülkiyetin ayni haklar içerisindeki konumu tespit edildi. Bir sonraki kısımda ise hak ya da hukuk denilen haklar hakkın­ da bilgi verilecektir.

Hak

Eşya üzerindeki yetkilerin milk, hukuk, ibaha olarak üçlü şekilde tasnif edildiğine değinilmişti. Milk hak­ kında bilgi verildikten sonra “hukuk” grubu hakkında bilgi verilecektir. Hukuk diye adlandırılan bu grup milk’ten zayıf ibahadan kuvvetli olan yetkileri ifade eder (Çalış, 2001, s. 30). Bu gruba “yarı ayni haklar” da denmektedir (Hacak, 2000, s. 235). Bu gruba böyle denmesi ayni hak olan milk’in niteliğine kuvvet bakımından tam olarak ulaşmamaları sebebiyledir (Hacak, 2000, s. 235). Hukuk grubu, milk’in özellik­ lerini tam olarak taşımamaktadır16 ancak bu gruptaki hakların bazı türleri daha sonra irade beyanı ile ya da hukuki fiil vasıtası ile milk’e (ayni hakka) dönüşecektir. Bu grup da kendi içerisinde türlere ayrılmıştır. Kendi içerisinde beşe ayrılan haklar tam olarak milk sayılmazlar.

“Hukuk” grubu hakku’l­milk, hakku’t­temellük, hakku’l­ihtisas, hakku’t­ta’alluk ve hakku’l­intifa olmak üzere beş türe ayrılır (İbn Receb, s. 188­195):

a. Hakku’l-milk: Hakku’l­milk, henüz milke dönmemiş bir haktır. Hakku’l­milk, şahsın bulun

duğu hukuki durum nedeniyle sebebi oluşmuş durumda olan ama henüz tam olarak milke dö­ nüşmemiş bir haktır (Hacak, 2000, S. 237). Bu türün milke dönüşmesi için hukuki bir işlem olan tek taraflı irade değil hukuki bir fiil gerekmektedir (Hacak, 2000, s. 237). Tek taraflı irade gerek­ mediği için milk’e dönüşüm aşamasında aradaki engel kalkınca kendiliğinden milke dönüşür (Hacak, 2000, s. 237).

Hakku’l­milk’e örnek olarak efendinin, mükâtebe kölenin malı üzerindeki hakkı örnek verilir (İbn Receb, s. 188). Efendi, mükâtebenin rakabesine malik olup kazancı üzerinde ise hakku’l­milk’i vardır ve kölenin belirtilen miktarı temin edememesi durumunda sözleşme sona ererek mükâtebe köle yeniden normal köle hükmüne döner (Hacak, 2000, s. 238). İşte bu durumda efendinin, mükâte­ benin kazancı üzerindeki hakku’l­milk’i tek taraflı iradeye gerek kalmadan aradaki engel kalınca dönecektir.

b. Hakku’t-temellük: Kişinin bulunduğu hukuki durum nedeniyle tek taraflı iradesini kullandı­ ğında bir ayn ya da menfaat üzerinde milk nitelikli hak sahibi olmasını sağlayan yetkidir (Hacak, 2000, s. 240). Bu türde henüz ortada milk denecek bir hak yoktur. Milk’in oluşması için hak sahibi bu durumda tek taraflı bir irada beyanında bulunmalıdır (Hacak, 2000, s. 240). İlk tür olan hakku’l­milk’in milk’e dönüşmesi için yeni bir olay gerekirken bu türde kişiye salt bir irade açıklama yetkisi verilmiştir ve bu yetki kullanılmadıkça eşya üzerinde kurulu bir hak söz konusu değildir (Hacak, 2000, s. 241). Bu tür, günümüz hukukunda var olan “yenilik doğuran haklara”17 benzer yetkilerdir (Hacak, 2000, s. 241).

Hakku’t­temellük’e şu örnekler verilmektedir: Milk doğuran akitlerde taraflardan biri icab yöneltirken di­ ğer taraf kabul hakkına sahiptir. İşte icab yöneltilen tarafın kabul hakkı hakku’t­temellük’tür (İbn Receb, s. 188). Kabul hakkına sahip olan taraf iradesini kabul yönünde açıklarsa akdin mevzuuna malik olmak­ tadır. Bir diğer örnek de şüf‘a hakkı sahibinin; ortaklık, irtifak ya da bitişik komşuluk gibi sebepler (Dön­ mez, 2010, s. 249) vasıtası ile satılan malın hissesindeki hakkıdır (İbn Receb, s. 188). Bu hakka sahip olan kimse tek taraflı irade beyanı ile satılan gayrimenkule malik olma yetkisine sahiptir. Şefi’in, gayrimenkul müşteriye satıldığı zaman hakku’t­temellük nitelikli yetkisi, bu yetkiyi kullanıp gayrimenkule malik olma­ yı talep edip birtakım işlemlerden18 sonra malik olması ile milk’e dönüşür.

c. Hakku’l-ihtisas: Aynına malik olunmayan nesnenin belirli şekilde yararlanma konusunda in­ hisar altında olması durumu olan bu hak bedel karşılığı devredilememektedir (İbn Receb, s. 192). Bu türde hak sahibinin mal üzerinde milk yetkisi olmayıp sadece ihtisasa sahiptir (Çalış, 2001, s. 31). Bu tür, ilk iki türün aksine milk’e dönüşme potansiyeli taşıyan bir yetki olmaktan çok

doğrudan bir nesne üzerinde kurulu yararlanma haklarıdır (Hacak, 2000, s. 245).

Mescit gibi mekânlara ibadet ya da mübâh şeyler için oturmak buna örnektir (İbn Receb, s. 193).

d. Hakku’t-taalluk: Bir hakkında istîfası için taalluk eden haktır (İbn Receb, s. 193). Doğrudan borçlunun zimmetinde sabit olmayıp bu kişiye ait belirli bir eşya üzerinde kurulu olan alacaklar­ dır (Hacak, 2000, s. 249).

Buna örnek; alacaklı kişilerin, kendisine borçlu olarak ölen kimsenin terekesindeki hakkıdır (İbn Receb, s. 193). Alacaklıların hakkı, terekeye taalluk eder.

e. Hakku’l-intifa: Bu hak türü, bir başkasına ait nesne üzerinde doğrudan hukuki işlem ile kurulu olmayıp kanundan doğan ya da hukuki işlemden ek olarak doğan yararlanma yetkisidir (Hacak, 2000, s. 257).

Bu türe örnek; zarar vermemek kaydı ile komşunun duvarına kiriş (odun) koyma hakkıdır (İbn Receb, s. 191). Bir diğer örnek de zorunda kalındığında başkasının arazisinden su akıtma hakkıdır (İbn Receb, s. 191). Görüldüğü üzere bu tür haklar, doğrudan hukuki işlem ile kurulu değildir.

“Hukuk” grubuna genel olarak değindikten sonra eşya üzerindeki yetkilerden en zayıfı olan ibâha kavramına de­ ğinilecektir.

İbâha

Eşya üzerindeki en zayıf ve üçüncü yetki de ibahadır. İbaha denilen yetkilerde milk’te bulunan inhisar ve ihtisas özellikleri ya tamamen yoktur ya da hak sahibi bu hak üzerinde hiçbir hukuki tasarrufta bulunamaz (Hacak, 2000, s. 262). İbâha, bazı İslâm hukukçularına göre milk nitelikli olmayan yetki ve ruhsattır. Bu tanımı kabul edenlere göre ibâha, özel mülkte tanınan yetki açısından değerlendirilmiştir. Bazı İslâm hukukçularına göre de ibâha, bütün bireylerin serbest olarak başkalarına zarar vermeksizin mübah mallardan ve kamu mallarından eşit olarak yarar­ lanmasıdır. Bu bağlamda İslâm hukukçuları ibâhayı hem özel mülkiyet üzerinde malikin izni ile kurulan yetkiler için hem de genel anlamda serbest mallar ile kamu mallarından genel istifade yetkisi anlamında kullanmaktadırlar (Çalış, 2001, s. 33).Eşya üzerindeki üç tür yetkiden genel olarak bahsedildikten sonra, Mustafa es­Sibâî ‘nin İştirakiyyetü’l- İslâm eserinde bu yetkiler ve mülkiyete nasıl yaklaşıldığı incelenecektir.

IV.II İştirâkiyyetü’l-İslâm Eserinde Mülkiyet ile İlgili Konular

İştirâkiyyetü’l-İslâm’da yaşama hakkı, öğrenme hakkı gibi haklardan sonra “hakku’t­temellük” başlığı altında mülk edinme hakkı anlamına gelecek şekilde mülkiyetten bahsedilmektedir (es­Sibâî, 1960, s. 73). Yazar genel olarak mülk edinmeyi toplumsal bir görev olarak ele almış ve devletleştirme, mülkiyetin sınırlandırılması gibi görüş­ lerini desteklemek için bazı fıkhi kavram ve konulardan faydalanmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:

  • ·Sefihe hacir,
  •  Mevât araziyi ihyâ
  •  Şüf’a
  • Vakıf ve himâ

Sırasıyla bu başlıklardaki konulara ve yazarın bu konulardaki görüşlerine değinilecektir.

Sefihe hacir

Eserde, “mebâdiu’t­temellük” başlığı altında mülk edinmenin esasları naslardan verilen örneklerle sıra­ lanmıştır (es­Sibâî, 1960, s. 77). Bu bölümün içerisinde “tarâiku’t­temellük” alt başlığı ile mülk edinmenin yollarından bahsedilmiştir (es­Sibâî, 1960, s. 79). Aynı bölümde genel olarak mülk edinmenin içtimâi bir vazife olmasından bahsedilmiştir. Daha sonraki başlıkta yazar, sefih kimseye yapılan hacir örneğini ver­ miş ve bu kimselerin hacredilme sebebinin sefihin malının topluma izafe edilmesi sebebiyle olduğunu dile getirmiştir (es­Sibâî, 1960, s. 80). Sibai’ye göre devlet hacr yolu ile sefih kimsenin malına, bu malın topluma izafe edilmesi sebebi ile sınırlama getirmiştir. Yazar, sefihin malının topluma izafe edilmesini de “Allah’ın, sizin için geçim kaynağı yaptığı mallarınızı aklı ermezlere (sefihlere) vermeyin. O mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin”’ Nisa Suresi 5. ayetine dayandırmıştır. Ancak ilgili ayette geçen “mallarınız” terkibindeki malın sahibi bazı âlimlere göre sefih kimse, bazılarına göre ise sefih kimselerin velileridir. Anlaşıldığı kadarıyla buradaki “mallar” ifadesinin kime izafe edildiği tartışma­ lıdır (ilgili tartışma için bkz. Çalış, 2001, s. 49­51).

Sefihe hacir şeklindeki bir sınırlama teknik olarak mülkiyetin takyidi olarak görülmemelidir (Hacak, 2006, s. 547). Hacir, ehliyet ile alakalı bir sınırlamadır. Yani hacirde hakları kullanma ehliyeti kaldırılır ya da kısıtlanır.20 Sefih kimse aslında ehliyetlidir. Sefeh hali, ehliyeti kaldırmamaktadır; fakat yapılan hacir sebebi ile eda ehliyeti zarar görmektedir (Çalış, 2001, s. 237). Ehliyetin zarar görmesinin mülkiyetin mahiyetine bir sınırlama getirmek olarak görülmesi isabetli olmamaktadır. Nitekim mahcur kimse malı üzerindeki bazı tasarruflardan alıkonsa da malı ile arasındaki mülkiyet bağı devam etmektedir. Sefihin kendi malını kullanmasına getirilen sınırlama, ehliyetine getirilen sınırlama sebebiyledir. Burada devlet, sefihin mali konularda ehliyetine hacir yolu ile bir sınırlama getirmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi sefihe hacirde devlet, kişi ile eşya arasındaki milk bağına doğrudan bir müdahalede bulunmamaktadır. Aksine dolaylı olarak, sefih kimsenin ehliyetine bir kısıt konmaktadır. Bu şekilde yapılan bir kısıtlamanın teknik anlamda mülkiyete getirilen bir kısıtlama sayılmaması gerektiği yukarıda belirtilmişti.

Özetle devletin sefihin ehliyetine sınırlama getirmesi, mülkiyetin iç muhtevası olan tasarruf etme kabiliyetine doğrudan yapılan bir müdahale değildir. Ehliyete kısıtlama olsa da sefih, malını herkese karşı ileri sürme yetkisine sahiptir. Sonuç olarak sefihin malı ile arasındaki milk bağı zedelenmemekte ve milk’in mahiyeti zarar görmemektedir. Sibâî’nin sefihin hacri konusunda ve ileride gelecek olan vakıf konusunda Ebu Hanife’nin görüşüne hiç değinmeyip bir sonraki mesele olan ihyâ meselesinde Ebu Hanife’ye özellikle atıfta bulunması da dikkat çekicidir. Nitekim Ebu Hanife’ye göre sefihlik nedeni ile kişinin kullanımlarına kısıtlama (hacir) getirilemez (Mebsût, 2011, 24, 219).

İhyâ

Daha sonra “hakku’t­temellük ile ilgili bahisler” başlığı (es­Sibâî, 1960, s. 83) altında mülk edinme ile alakalı olarak mevât arazinin ihyâsı, iktâ gibi konular işlenmiştir. Mevât arazinin ihyâsı konusunda devle­ tin bu topraklardaki rolü ön plana çıkartılmış ve ihyâ için devletin iznini şart sayan Ebu Hanife’nin görüşü modern devlet ilkelerince yorumlanmaya çalışılmıştır (es­Sibâî, 1960, s. 87). Sibai’ye göre mevât arazinin ihyâsı için devletin izninin şart koşulması o arazinin devletin mülkiyetinde olduğunu göstermektedir (es­Sibâî, 1960, s. 88). Yani ihyâ için devlet izninin şart koşulması devletleştirme yolu ile mülkiyete sınır­ landırma getirileceği tezine zemin hazırlamaktadır.

Ancak devlet izninin şart koşulmasındaki sebebin devletin mevât (ölü) arazideki mülkiyeti ile irtibatlandı­ rılması da tartışmaya açık bir konudur. Çünkü ihyâ edilen yerlerin hukuki durumu ile ilgili farklı görüşler vardır. Bazı fıkıhçılar bu yerlerin ihyâ edenin mülkiyetine gireceğini belirtmekte iken bazıları21 bu gibi yerlerin devletin izni öncesinde ihyâ edilmesi durumunda ihyâ edenin zilyed olacağını, izin alındıktan sonra da mülkiyetin kesinleşeceğini belirtmektedirler. Bir diğer görüş de çağdaş dönemlerde ortaya çıkmış ve bu görüşe göre devletin izni olsun olmasın ihyâ edilen yer ihyâ edenin mülkiyetine girmemek­ tedir. Bu son gruptaki İslâm hukukçularına göre ihyâ edilen arazinin mülkiyeti devletindir (Şafak, 1977, s.183­186). Sibâî’nin görüşleri de en son grubun görüşlerine yakındır.

Yazar, mevât arazinin mülkiyetinin devlette olduğu görüşünü arazinin ihyâ edilmemesi durumunda da sürdürmektedir. Bu konuda yazar, mevât araziyi ihyâ etmek üzere bu araziye talip olan kişinin araziyi üç yıl boyunca ihyâ etmemesi durumunda bu arazinin o kişiden alınıp başkasına devredileceğini belirtmek­ tedir (es­Sibâî, 1960, s. 88). İhyâ edilen toprağın bu şekilde terkedilmesi durumunda bu toprağın devlet tarafından başkasına verilip verilmeyeceği konusu tartışmalıdır. İslâm hukukçularının çoğuna göre ihyâ­ ya konu olan toprağın ihyâ edilmeyip terkedilmesi ile o toprağın mülkiyeti o kişiden çıkmaktadır (Aktan, 2000, s.9). Son grupla aynı görüşü paylaşan Sibâî’ye göre mevât arazi ihya edilmeden önce devletin mülkiyetinde iken çağdaş dönem öncesi çoğu İslâm hukukçusuna göre bu arazide ihyâ edilmeden önce devletin rolünün ön plana çıkartıldığı görülmemektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi Sibâî’ye göre mevât arazide devletin rolü ön planda olup bu arazinin önceki sahibi de devlettir.22 Aksini iddia eden23 bulunsa da klasik dönemdeki çoğu fâkihe göre ihyâ edilmeden önce mevât arazinin sahibinin devlet olmadığı belirtilmelidir.24

Şüf’a

Yazar, daha sonraları devletleştirmenin mal sahibinin rızası olmadan yapılmasına

cebren icra edildiğini belirtmiştir (es­Sibâî, 1960, s. 102). Her ne kadar cebren yapılsa da şufa hakkı yukarıda belirtildiği gibi hakku’t­temellük adı verilen yarı ayni hak türlerindendir. Şufa, sahibine (şefi’e) kurucu yenilik hakkı (inşâîhak) veren öncelik hakkıdır (Şufa hakkının hukuki mahiyeti hakkında ayrıca bkz. Arık, 1943, s.6­7). Şufa hakkı ile gayrimenkulün müşteriden cebren alınması, Sibâî’yi özel mülkiyetin mülk sahibinin rızası olmadan devlet tarafından sınırlandırılacağı yorumuna sürüklemiştir.

Şufa, üçüncü şahsa yönelik mülkiyet hakkının devrine bir sınırlama getirmektedir (Hacak, 2006, s.546). Yani satıcının, kendi mülkiyetinde bulunan gayrimenkulde dilediği kimseye devretme özgürlüğü sınır­ lanmaktadır. Ama bu sınırlama teknik olarak milk kavramına doğrudan doğruya bir sınırlama değil, inşâî bir haktan kaynaklanmaktadır. Şufa hakkı sahibinin, hisse üzerindeki hakku’t­temellük türündeki yetkisi sebebi ile müşteriden gayrimenkulü cebren alması devletleştirme ile bir görülmemelidir. Çünkü şufa hakkını kullanan şefi’in o malda yarı ayni hakkı varken devletleştirmede devletin bu türden bir hakka sahip olduğuna klasik fıkıh kaynaklarında rastlanmamaktadır.

Şefi, satıcı ve üçüncü kişilerden oluşan müşterilerin bulunduğu bir ortamda satıcının gayrimenkulünü satışa çıkardığını duyan şefi’in diğer müşterilere göre öncelik hakkının bulunması gayrimenkule talip olan üçüncü şahsın (müşterinin) mülkiyet hakkını sınırlandırmamaktadır. Çünkü üçüncü şahıs henüz o gayrimenkule sahip değildir. Müşteri gayrimenkulü satıcıdan satın aldıktan sonra şefi’in öncelik hakkının devam etmesi ve cebren müşterinin elinden bu gayrimenkulü alması da müşterinin tasarruf yetkisine sınırlama getirildiğini göstermez. Çünkü şefi’in o gayrimenkul üzerinde hakku’t­temellük adında yetkisi bulunmakta idi. Satışı duyunca bu hakkını kullanan şefi, aslında müşterinin mülkiyetine geçen bir gay­ rimenkule kendisine ait olan inşâî bir haktan dolayı sahip olmaya hak kazanmaktadır.25 Yukarıda da belirtildiği gibi şufa hakkı sahibinin öncelik hakkı olması sebebi ile o malı cebren müşteriden alabilmesi ve devletleştirmenin cebren gerçekleşmesi birbirinden farklı durumlardır.

Vakıf

Daha sonra yazar, “te’mîm”26 başlığı altında vakıf örneğine geçer ve vakfetmek ile vakıf malının mülki­ yetinin sahibinden çıkıp Allah’ın mülkiyetine geçeceğini yani hiç kimsenin o mala malik olmayacağını, malın menfaatinin vakfedilenlere hâs olacağını belirtir. Bu yapılan işlemin devletleştirme olduğunu ekler (es­Sibâî, 1960, s. 99). İmâmeyn’e (Ebû Yusuf ve İmam Muhammed) göre vakıf, vakıf malının aslının vakfedenden çıkıp Allah’ın mülkünde olması ve menfaatinin bağışlanması şeklindedir (Berki, 1940, s.44; Bedir, 2013, s.8).27 Ebu Hanife’ye göre ise vakıf, aslı sahibinin mülkiyetinden çıkmayan malın menfaati­ nin bağışlanması şeklindedir (Berki, 1940, s.44; Bedir, 2013, s.8).

Yukarıda Sibâî’nin vakıf ile devletleştirmeyi bir gördüğü belirtilmişti. Her ne kadar vakıf uygulaması ile birçok kamu uygulaması ifa edilmekte ise de devletleştirme ile vakıf uygulaması birebir aynı şeyler değildir. Devletleştirme yazarın da belirttiği gibi zarureten olan bir uygulamadır ve devletleştirme ile cebren alınan mala karşılık sahibine bir bedel ödenmelidir (es­Sibâî, 1960, s. 102; Günay, 1997, s. 115; Günümüz hukukunda kamulaştırma/devletleştirmenin şartları ile ilgili bkz. Başöz­Çakmakçı, 2006, s.14). Vakıf işleminde ise malın menfaati kamuya geçse de kamunun ya da devletin bu mal sahibine ödediği bir bedel bulunmayıp mal sahibi sevaba erişmeyi ummaktadır. Ayrıca vakıf işlemi ile devletleştirmenin bir farkı da vakıf gönüllü bir işlem iken devletleştirme zorunlu olarak zaruret halinde yapılan istisnai bir uygulamadır (Aktan, 2001, s.365). Bir diğer fark da vakıfta işlem, vakfeden ile mütevelli arasında28 ger­ çekleşirken, devletleştirmede devlet ile mal sahibi arasında gerçekleşmektedir.

Yazar aynı başlık altında zikrettiği “himâ” uygulamasını da devletleştirme olarak yorumlamıştır. Ancak bu konuda da tartışma bulunmaktadır. Vakıfta olduğu gibi burada da bu araziden yararlanan kamu/halk olsa da teknik bir kamulaştırma mevcut değildir. Çünkü teknik anlamda devletleştirme/kamulaştırma olabilmesi için özel mülkteki bir mala müdahale edilmesi gerekmekte iken “himâ” öncesinde zikredilen mal sahipsiz­ dir. Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki mubah bir malın devlet tarafından kamu malı haline getirilmesinin ise devletleştirme/kamulaştırma olarak görülmesi isabetli değildir (Günay, 1998, s. 55). Kısacası “vakıf” ve “himâ” şeklinde mallar kamunun hizmetine sunulsa da bu işlemler devletleştirme olarak görülmemelidir.

V. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Çalışmamızda Mustafa es­Sibâî’nin mülkiyete yaklaşımı ve bu yaklaşımın sonuçlarına değinileceği belir­ tilmişti. Bunun için öncelikle sosyalizm, İslâm sosyalizmi ve temsilcileri hakkında bilgi verildi. Daha sonra klasik fıkıh kaynaklarında eşya üzerindeki yetkiler ve mülkiyetin bu yetkiler arasındaki konumuna deği­ nildi. Bundan sonra klasik fıkıh kitapları ve Mustafa es­Sibâî’nin mülkiyete yaklaşımı arasındaki farkları görebilmek için İştirâkiyyetü’l-İslâm’da yazarın mülkiyet ile alakalı görüşleri incelenmeye çalışıldı. Bu inceleme sırasında eserdeki fıkhi kavramlara teknik boyutları ile yaklaşılmaya çalışıldı.

19­20. yy’da İslâm dünyası dışında ortaya çıkan eşitlik, adalet gibi kavramlara yapılan vurgulamalar sosyalizmi beraberinde getirmiş ve İslâm dünyasındaki birçok kesim bu akımdan etkilenmiştir. Yukarıda da değinildiği üzere İslâm ülkelerinde sosyalizm, İslâm Sosyalizmi olarak savunulmuş ve taraftar bul­ muştur. Bu akım ile toplumun önemine vurgu yapılması İslâm hukukuna da yansımış ve kamu menfaati için devletleştirme ile beraber mülkiyetin sınırlandırılması gerektiği fikirlerine varılmıştır. Özellikle toprak konusunda mülkiyetin sınırlandırılmak istenmesi geçtiğimiz yüzyılın önemli hukuki konularından olarak tartışılmıştır (Örücü, 1976, s. 42­43).

Sibâî de bu dönemde yaşamış bir hukukçudur. O, eserinde haklardan bahsederken mülkiyete değin­ miş ve mülk edinme ilkelerini tespit etmeye çalışmıştır. Toplum içerisinde yaşayan her fikir adamında olduğu gibi Mustafa es­Sibâî de mülkiyet ve mülk edinmenin esaslarını belirlemeye çalışırken yaşadı­ğı dönemdeki akım ve fikirlerin etkisinde kalmıştır. Onun eserinde baştan sona toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın önemine dikkat çekilmiş ve mülkiyete bu bakış açısıyla yaklaşılmıştır. Onun İslâm sosyalizminin savunucusu olması, mülkiyete de sosyalizm akımı etkisinde bakmasına sebep olmuş ve klasik fıkıh külliyatından seçtiği bazı kavramların teknik boyutlarından uzaklaştırılmasına neden olmuş­ tur. Kamu yararına boyun eğmeyecek bir hakkın olmadığını belirten yazara göre özel mülkiyetin de kamu yararı için sınırlandırılması tabiidir (es­Sibâî, 2010, s. 213). Bunun sonucu olarak kitapta vakıf gibi örnekler verilirken mülkiyetin teknik anlamından uzaklaşılmış ve nasların zahirinden faydalanılmıştır. En sonunda da devletleştirme ve mülkiyetin sınırlandırılması sonucuna ulaşılmıştır. Yazarın görüşlerini temellendirmek istediği konular incelendiğinde mülkiyete klasik kaynaklardaki teknik anlamından farklı bir şekilde yaklaştığı anlaşılmış ve İslâm sosyalizmi akımının İslâm hukukuna yansımaları görülmüştür.

 

 

Benzer Yazılar

Görüşlerinizi Paylaşabilirsiniz

    Mail Bültenimize Abone Olun