Ülkelerin farklı gelişmişlik seviyelerinde bulunmaları ve farklı tüketim kültürlerine sahip olmaları gibi sebeplerden dolayı yoksulluk kavramı hakkında literatürde çeşitli tanımlar bulunmaktadır.
Yapılan tanımlamalar arasında “mutlak yoksulluk”, “göreli yoksulluk”, “insani yoksulluk” gibi türler mevcuttur. Mutlak yoksulluk; hane halkının veya bireyin asgari yaşam düzeyini sürdürebilmesi adına gerekli, yalnızca en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi durumudur. Bu denli yoksul kişilere dışarıdan yardım edilmediği takdirde bu kişiler ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bundan dolayı bu kişiler birinci dereceden yardıma muhtaç insanlar olarak algılanmalıdır. Mutlak yoksulluk sınırı; ülkeler, bölgeler, toplumlar arasında farklı seviyelerde olabilir. Ancak bu farklılıklara rağmen uluslararası anlamda kabul edilmiş yoksulluk sınırları da yok değildir. Örneğin, Dünya Bankası’na göre günlük 1,9 ABD doları (yaklaşık 5 TL) altında gelir elde eden insanlar açlık sınırı altında yaşarken, günlük 3,1 ABD doları (yaklaşık 9 TL) altında gelire sahip olanlar da yoksulluk sınırı altında bir yaşam sürmektedir.
Göreli yoksullar; temel ihtiyaçlarını karşılayabilmelerine rağmen kişisel kaynaklarının yetersizliğinden dolayı bulundukları toplumun genel refah düzeyinin altında yaşayan ve topluma sosyal açıdan katılmaları engellenmiş kimselerdir. İnsani yoksulluk kavramı ise ilk olarak BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) 1997 yılında yayımladığı İnsani Gelişme Raporu’nda ortaya atılmıştır. UNDP’ye göre insani yoksulluk, gelir yoksulluğu ile ilişkili olmasına rağmen ondan farklıdır. Gelir yoksulluğu için yapılan ölçümler sadece mutlak gelir üzerine odaklanırken, “insani yoksulluk” kavramı, okur-yazarlık, yetersiz beslenme, ana-çocuk sağlığının yetersizliği gibi temel insani yeteneklerden yoksun olmak olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda aynı raporda insani yoksulluğu ölçmek amaçlı “İnsani Yoksulluk Endeksi” geliştirilmiştir (Taş ve Özcan, 2012: 424-425).
Son 50 yıldır refah seviyesi sürekli artan dünyamızda yoksulluğun halen ciddi bir sorun teşkil etmesi, büyümeden elde edilen kârların toplumlar arasında adaletsiz bir şekilde paylaşılması sebebiyledir. Kısacası yoksulluk bu gelir eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır. Gelir eşitsizliği, -hane halkı veya bireysel olarak- gelirin ekonomiye katılanlar arasında adil olmayan bir şekilde paylaştırılmasıdır. Söz konusu eşitsizlik, genellikle bir ülke yurttaşları arasındaki farklılıklara işaret etmekle birlikte küresel veya bölgesel boyutlarda da ifade edilebilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, eşitsizlik ve yoksulluk arasında fark olduğudur. Eşitsizlik insanların yaşam standartları arasındaki farkları ortaya koyarken, yoksulluk, hayatlarını insanca koşulların altında yaşamak zorunda kalanları göstermektedir (Ar, 2015: 189).
Eşitsizlik sadece gelirin adaletsiz paylaştırılmasından ibaret değildir. Servetin adaletsiz paylaştırılması, sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim imkânlarındaki farklılıklar; bölgelere, dinlere ve ırklara göre yapılan ayrımcılıklar da eşitsizlik kavramının bileşenlerini oluşturmaktadır.
Bireyler veya gruplar arasında meydana gelen eşitsizlik tek başına bir sorun olmayıp, ekonomik ve sosyal hayatta da zincirleme etkilere yol açabilmektedir. Örneğin, gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu bir ekonomide büyümeden elde edilen kârlar genellikle toplumun üst tabakaları arasında paylaşıldığı için toplumdaki yoksulluk azalmamaktadır. Aynı zamanda eşitsizlik, suç oranlarının artmasına, sosyal çalkantıların ve şiddetin tırmanmasına da neden olabilmektedir. Bu tür olaylardaki artış ve yoksulluğun azalmaması, ekonomik büyüme oranlarını da negatif yönde etkilemektedir. Şöyle ki, sosyal çalkantılar yatırımcılar gözünde bir risk olarak değerlendirildiğinden yatırımlarda azalmaya sebep olmaktadır. Bu da beraberinde ekonomik daralmayı getirmektedir.
Sosyal ve ekonomik sorunlar dışında, zengin ve fakirler arasındaki gelir farkının son yıllarda katlanarak artması, ahlaki açıdan da kabul edilemez boyutlarda olduğu için, eşitsizlik konusu dünyanın geleceği açısından büyük önem arz etmektedir. Zira, eşitsizliğin daha az olduğu bir ortamda, politika uygulayıcılar daha rahat kararlar alabilmekte ve uygulanan politikalar daha etkili olabilmektedir.
Kaynak: İnsamer