Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, Çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995, 342 s.
1938’de ABD’de Man’s Worldy Goods ismiyle basılan bu kitapta Huberman, Orta çağın ilk dönemlerinden İkinci Dünya Savaşı öncesi döneme kadar süren bir zamansal zemin üzerinde feodal düzenin nasıl olup da modern kapitalist düzene yerini bıraktığı meselesini anlaşılır ve tutarlı bir mantıksal süreç içerisinde anlatmayı ve tartışmayı amaçlıyor. Yazar kitabının ön sözünde amacını “tarihi, ekonomi teorisiyle ve ekonomi teorisini tarihle açıklamak” olarak belirtiyor. Akademik bir unvana sahip olmayan ve çok çeşitli mesleklerde bulunmuş olan Huberman bunu akademik bir tarzda değil, yine ön sözde belirttiği üzere bir “sıkıcı bilim” kitabı olmaması için nispeten öyküleştirerek yapıyor. Bu biçimsel tercih ise eseri geniş kitleler için anlaşılır kılıyor ve metni dar bir alana sıkışmaktan kurtarıp modern kapitalist düzenin nasıl oluştuğunu merak eden her zihin için başvurulacak bir “giriş kitabı” olmasını sağlıyor.
On bir yaşından itibaren hem eğitimini devam ettirmiş hem de gençliğinde çok çeşitli işlerde çalışmış olan yazar, ileriki yaşlarında da öğretmenlik ve gazetecilik gibi topluma ve ortalama kitlelere doğrudan temas etmek zorunda olduğu meslekler içerisinde bulunmuştur. Bu mesleklerin kendisine kazandırdığı bir ifade ediş tarzının izleri ve meseleleri birçok noktada, kendisi de çoğu zaman işçi pozisyonunda olduğu için, işçinin gözünden gösterme çabasının sebepleri ve bunların ipuçları Huberman’ın hayat hikayesinde bulunabilir.
Kitabını Feodalizmden Kapitalizme ve Kapitalizmden? diye iki ana bölüme ayırmış olan yazar bu iki bölümün altındaki alt bölümlerin isimlendirmesini de akademik bir kaygıyla yapmamış. Kitabın her alt bölümünde yazarın inşa ettiği zamansal süreklilik için kritik öneme sahip toplumsal ve iktisadi değişimleri ele alıyor ve yine alt bölüm isimlendirmelerini de buna göre yapıyor. Kitabın birinci ana bölümüne yazar feodal çağı “dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar” diye betimleyerek başlıyor.
Toprağın ana geçim kaynağı olduğu feodal düzende kralın toprakları çeşitli lordlar eliyle yönetiliyordu. Bu lordların malikanelerine bağlı topraklar ve bu topraklarda çiftlikler ve bu çiftliklerde de çiftçiler vardı. Çiftçiler toprağın bir kısmını lord için bir kısmını da kendileri için sürerlerdi. Ve bu dönemin başat özelliklerinden biri de insanların kendi ihtiyaç duydukları ürünleri kendilerinin üretiyor olmasıdır. Yani yeleğe ihtiyacı varsa yeleği, ekmeğe ihtiyacı varsa ekmeği, ayakkabıya ihtiyacı varsa ayakkabıyı çoğunlukla kendisi üretmektedir. Üretilemeyen az miktarda ürün de başka bir ürünle mübadele edilerek alınır. Para bu dönemde de vardır fakat henüz mübadele imkânı bulacak kadar dolaşımda değildir. Ki zaten dönüşümü başlatan etkenlerden biri de paranın dolaşıma girmesidir.
Paranın mübadele şansı bulabilmesinin koşullarını yaratan da büyük panayırların kurulmaya başlanmasıydı. Bu büyük panayırlarda mal mübadelesi ile ticaret yapmak neredeyse imkansızdı. Herkes için, özellikle dışarıdan gelen tüccarlar için, değerli kabul edilebilecek bir “şey” ile mübadele yapılabilirdi ancak ki bu da paraydı. Böylece panayırlar paranın mal mübadelesinde kullanıldığı esas değer olduğu bir ticaret alanı oldu. Bu süreçte kendi arazilerinde panayırlar kurulmasının kendisine yapacağı faydayı gören lordlar arazilerinden geçenler için vergileri düşürmeye başladılar ve yolları düzelttiler. Bu ise panayırların kurulduğu yerlerde tüccar ve nüfus yoğunlaşmalarını başlattı. Bu süreç içerisinde ne toprağı olan, ne lord ne de kilise sınıfından olan bir tüccar sınıfı türedi. Yine bu süreçte ekime açılmayan araziler ekime açıldı ve bu tarımsal üretimde artışa yol açtı. Yine buna paralel olarak ekime açılabilecek araziler azaldı ve entansif(yoğun-verimli) tarım baş gösterdi. Araziler daha verimli kullanılmaya başlanıyor, zıraî tekniklerde gelişme yaşanıyordu. Üstelik feodal çağın başındaki gibi ekilecek arazi bölünmüş değildi, tam ve bitişikti. Dolayısıyla daha az emekle daha çok ürün alınabiliyordu. Bu da tüketim için değil satış için üretimi artırdı. Ticaret gelişiyordu fakat dini düşünce daha geriden geliyordu. Hala bir ürün için “helal fiyat” düşüncesi vardı, bir fiyatın denkliği onu üreten emekle doğru orantılıydı. Zira paranın henüz bu denli tedavülde olmadığı dönemlerde yapılan ürün mübadelesinde bu emek denkliği aşağı yukarı sağlanabiliyordu. Paranın mübadele aracı olması durumunda da böyle olmalıydı. Bir ürünün ederi neyse o talep edilmeliydi. Fazlasını almak caiz değildi. Para borcu için de bu böyleydi. Tefecilik yasaktı. Tam da bunlara koşut olarak Protestanlık bambaşka bir ticari anlayış ile baş gösterdi. Katolikliğin katı ticari ve ahlaki kurallarına karşı daha ticareti teşvik eden bir dini öneri sunuyordu.
Protestanlığın tam da bir orta sınıfın oluştuğu bir dönemde baş göstermesi tesadüf değildi. Zira Protestanlığın ruhban sınıfına açtığı bayrak esasında orta sınıfın, yani kendine lordlar ve kilise arasında bir üçüncü yer bulmak isteyenlerin kiliseye açtığı bayraktı. Ki bu dönemdeki iktisadi ve toplumsal değişmelere en çok direnen kiliseydi. Lordların büyük bir bölümü yeni oluşan, paraya dayalı bu iktisadi düzene ayak uydurmaya başlamıştı.
15 ve 16. Yüzyıllara gelindiğinde artık Hindistan’a doğru giden gemiler başka yerlere, Amerika kıt’asına varmaya başlamış ve oradan hem maden çıkarmış hem de ekstansif(ilkel) tarımsal bir gelişme yaşatarak buradan elde edilen tarım ürünlerini ana karaya götürmeye başlamıştı. Bu hem maden hem baharat ve tarım ürünleri bolluğu meydana getirdi. Bu bolluk daha büyük bir pazara ihtiyaç duyuyordu, daha büyük bir pazar da para değişiminin ve ödemelerin kolaylaşmasına. İşte bu durum da bankacılık sistemini doğması için elverişli ortamı oluşturmuştu. Yine bu pazarın gelişmesi, daha çok işçiye ihtiyaç doğurdu. Tüccar sınıfının aracılık ettiği ham maddelerle bu kez evde üretim yapılmaya başlandı. Fakat bu üretim düzeyi de yetmemeye başladıkça işçiye duyulan ihtiyaç kendisi tekrarladı. Daha çok işçi olunca ise iş bölümü olanağı arttı, imalatta iş bölümü yapılınca imalat hızı arttı, çünkü sürekli aynı işi yapmak artık bir çabukluk kazandırıyordu. Bütün bu değişime direnen bir diğer kesim de esnaf loncalarıydı. Çünkü bu lonca esnafları hem ham maddeye hem ürünü meydana getiren üretim aracına sahiptiler. Oysa eve iş verme sisteminde bile üretici en fazla üretim aracına sahipti. Eve iş verme sistemi ise 18. yüzyıla gelindiğinde yerini fabrika sistemine bırakacaktı ve modern kapitalist düzeni meydana getiren en önemli aşama bu son aşamaydı.
Kapitalist çağa gelindiğinde paranın kendisi çoktan bir meta olmuştu bile. Para sermaye haline gelmişti. Ürünü kullanım için alan prekapitalist, artık satmak için alıyordu ve kapitalist ticaret bu demekti. Üstelik yine 18. yüzyılda buhar makinelerinin ortaya çıkmasıyla artık fabrikaların nehir kenarlarına kurulma zorunluluğu ortadan kalkıyordu ve ham maddeye yakın yerlerde fabrika kurulabiliyordu. Bu da lojistik masraflarını minimize ediyor ve fabrikaların kurulduğu alanlarda bir işçi yerleşim yerleri oluşturuyordu. Biriken bu işçi yerleşim yerleri kentleri ortaya çıkaracaktı. Kentlerde bir araya gelen bu işçilerde de ortak bir sınıf bilinci baş gösterecekti.
Kitap bütün bu süreci lineer bir bakışla ve adeta hiçbir rastlantısallığa ve boşunalığa yer bırakmadan bir sonrakini doğurmaya yarayacak aşamalar bağı olarak anlatıyor. Ve bütün bu lineer sürecin en sonunda proleter devrime yol açacağı ve kapitalist düzenin çöküp sosyalist düzenin kurulacağını verdiği örnekler ve kapitalist sisteme yönelik eleştirilerinde ima ediyor. Yazarın sosyalist olması ve kitabı henüz başta SSCB olmak üzere sosyalizmin dünya çapında yükselişte olduğu yıllarda yazmış olması sosyalizme dair bu iyimser bakış açısının sebebini bir nebze gösterir. Ki zaten yazarın da benimsediği sosyalist teoriye göre burjuva devrimi, proleter devrimi doğuracaktır. Proleter devrim sosyalizmi ve o da nihayetinde komünizmi doğuracaktır. Yani kapitalizm en sonunda komünizme dönüşecektir. Bu insanlığın tarihsel evriminde kaçınılmaz bir son duraktır. Dolayısıyla yazarın eser boyunca feodal düzenin kapitalist düzene evrildiği, kapitalist düzenin de sosyalist düzene evrileceği bir ilerlemeci tarihsel evrim çizgisi çizmesi, yazarın kendi düşünsel konumuyla uyumludur.
Akademi kökenli olmaması ve eseri akademik bir format ve tarzda yazmamayı tercih etmesi sebebiyle yazar her ne kadar iyi bilinen iktisat klasiklerine, Orta çağ dönemine ait yazışmalara, mahkeme kayıtlarına, belgelere gönderme yapsa ve bunlardan alıntılar yapsa da akademik bir usulde atıf yapmaması okuyucuda ileri sürülen tezlerin ve inşa edilen mantıksal örüntünün spekülasyon olabileceği düşüncesini uyandırıyor. Dahası yazarın ileri sürdüğü tezleri ve çıkarımlarını değerlendirebilecek ve bu argümanların izlerini sürebilecek bir kaynakça bile sunmaması kitabı akademik bir kitap olarak algılamayı imkansız kılmaktadır. Zaten yazarın niyeti de ön sözde belirttiği gibi, akademik bir kitap yazmak değil bu süreci geniş kitleler için anlaşılır kılmaktır.